İŞARAT-ÜL İ’CAZ’DAN ALTINCI BÜRHAN DERS – 1
Hulusi Bey:
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَيْنِ الْعِناَيَةِ كَنْز ِالْهِداَيَةِ اِماَمِ الْحَضْرَةِ اَمِينِ الْمَمْلَكَةِ طِراَزِ الْحُلَلِ ناَصِرِالْمِلَلِ تاَجِ الشَّرِيعَةِ سُلْطاَنِ الطَّرِيقَةِ بُرْهاَنِ الْحَقِيقَةِ زَيْنِ الْقِياَمَةِ شَمْسِ الشَّرِيعَةِ شَفِيعِ اْلاُمَّةِ عاَلِى الْهِمَّةِ كاَشِفِ الْغُمَّةِ يَوْمَ الْقِياَمَةِ سِراَجِ الْعاَلَمِينَ.
اَللّٰهُ عاَصِمُهُ وَ جِبْرِيلَ عَلَيْهِ السَّلاَمُ خاَدِمُهُ وَالْبُرَاقُ مَرْكَبُهُ وَقاَبُ قَوْسَيْنِ مَقاَمُهُ وَالْمَعْبُودُ مَقْصُودُهُ شَمْسُ الضُّحَى بَدْرُ الدُّجَى نُورِ الْهُدَى خَيْرِالْوَرَى اِماَمِ الْمُتَّقِينَ اَصْفَى اْلاَصْفِيَآءِ مُحَمَّدِنِ الْمُصْطَفَى صَلَّى اللّٰهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ قِبْلَةِ الْعاَرِفِينَ وَكَعْبَةِ الطَّآئِفِينَ وَحَبِيبِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَعَلَى اَلِهِ وَاَصْحاَبِهِ وَ عِتْرَتِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ وَسَلِّمْ تَسْلِيماً كَثِيراً ياَ رَبَّ الْعاَلَمِينَ اَمِينَ.
Nereyi okumuştun Hafız Efendi?
-: Efendim?
Hulusi Bey: Nereyi okudun? Aşirde?
-: Hucurat suresi efendim, Hucurat suresini.
Hulusi Bey: Başından mı okudun?
-: Evet, efendim,
Hulusi Bey: Bitirdin değil mi?
-: Evet efendim
Hulusi Bey:
اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ ٭ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لاَتُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَىِ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ٭صَدَقَ اللّٰهُ العَظ۪يمُ٭
“Ey müminler! Allahü Teâla’nın ve Resulünün kelamından evvel ve başka emir ve nehye dair kelam söylemeyin. Yahut kitap ve sünnetin hilafını söylemeyin. Yahut Allahü Teâla ve Resulü’nün kelamı söylenir, ahir-i kelam, aher kelam söylemeyin. Ve kavlen ve fiilen, hükmü tahtında Allahü Teâla’dan korkun. Tahkik, Allahü Zülcelal sizin akvalinizi işitici ve bilicidir.”
E burada birkaç türlü mana verdi. Öyle hatipler minberde, belki şimdi de okuyorlardır, bilmiyorum şimdi var mı? Eskiden okuyorlardı öyle.
اَلاَ اِنَّ اَحْسَنَ الْكَلاَمِ وَاَبْلَغَ النِّظَامِ كَلاَمُ اللَّهِ الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلاَّمِ
كَمَا قَالَ اللَّهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى فِى الْكَلاَمِ
وَاِذَا قُرِأَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ٭صَدَقَ اللّٰهُ العَظ۪يمُ٭
Yani Allah’ın kelamı, ondan sonra Hazreti Peygamber’in, Allah’ın kelamının ilk müfessiri Cenab-ı Peygamber (a.s.m.)’in mübarek sözleridir ki, onlar da bu ayetlerin tefsiri demektir. Öyleyse öğüt veriyorlar. Bir yerde Kur’an okunurken yahut hadis-i nebeviden bahsedilirken başka türlü konuşmalarla ondan evvel benim de bir marifetim var demeyin. Çünkü sözün en güzeli
اَلاَ اِنَّ اَحْسَنَ الْكَلاَمِ وَاَبْلَغَ النِّظَامِ كَلاَمُ اللَّهِ الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلاَّمِ
Allah’ın, aziz ve allam olan Allah’ın kelamından daha güzel söz olamaz.
İkinci ayet ki:
اَسْتَع۪يذُ بِااللّٰهِ٭يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لاَ تَرْفَعُٓوا اَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِىِّ
إلى آخر الاٰية…
Ey müminler! Peygamber (a.s.m.) ile tekellümünüzde sesinizi ânın sesi üzerine kaldırmayın. Ondan daha yüksek sesle konuşmayın. Ve birbirinizle çağırarak söyleştiğiniz gibi ânınla o misillü cehretmeyin.
Bedevi Araplarında bilhassa böyle bir öğüde ihtiyaç var onlar için, onlar çok yüksek sesle konuşurlar. İşte Cenab-ı Hak bu ayetlerle onları edebe davet ediyor. Evet, Cenab-ı Peygamber (a.s.m.) Efendimiz de
اَدَّبَنِي رَبِّي فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِي
“Beni Rabbim en güzel bir surette edeplendirmiştir”. Ve onun içindir ki künyesiyle hitap etmeyin. Yani Hz. Peygamber’e birbirimize söylediğimiz gibi Hasan, Hüseyin, Ali, Veli dediğimiz gibi Hz. Peygamber’e de “Ya Muhammed!” demeyin. Fakat “Ya Resulallah” dersin. İşlediğiniz haseneniz habt olur, hâlbuki sizin ândan şuurunuz olmaz.
اَنْ تَحْبَطَ اَعْمَالُكُمْ
Artık kapanır, yani füyuzat-ı ilahiyeye artık mazhar olamazsınız. Hz. Peygamber (a.s.m.)’dan da müstefiz olamazsınız.
اَسْتَع۪يذُ بِااللّٰهِ٭اِنَّ الَّذ۪ينَ يَغُضُّونَ اَصْوَاتَهُمْ عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ امْتَحَنَ اللّٰهُ قُلُوبَهُمْ لِلتَّقْوٰىۜ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَاَجْرٌ عَظ۪يمٌ
Şunlar ki edebe riayetle Resulallah yanında seslerini aşağı indirirler. Ânlar o kimselerdir ki Allahü Teâla kalplerini takva için ihtiyar ve halis etmiştir. Ânlar için mağfiretü’zzünub ve ahirette sevab-ü cezil vardır.
Burada bu âlemde iken onların günahları aff-u mağfiret olunur, ahirette de bol sevaba nail olurlar. Nedir yaptıkları iş? Hz. Peygamber’in huzurunda, onun sesinden daha yüksek sesle konuşmamak, ona ismiyle künyesiyle hitap etmemek. Mesela “Ya Ebe’l Kasım!” gibi hitaplar Hz. Peygamber’e karşı edebe muhalif oluyor.
اَسْتَع۪يذُ بِااللّٰهِ٭اِنَّ الَّذ۪ينَ يُنَادُونَكَ مِنْ وَرَٓاءِ الْحُجُرَاتِ اَكْثَرُهُمْ لاَيَعْقِلُونَ
Ya Muhammed (a.s.m.)! Şunlar ki hücrelerinin verasından sana nida ederler, ânların ekseri nübüvvet ihtiramını taakkul etmezler.
Onlar hücrenin arkasından sesleniyorlar, yani bir dostuna, bir ahbabına, bir komşusuna seslenir gibi. Öyledir, insanlar acaip, başlarına devletin kuşu konmuş, onun kadr-i meziyetini bilmezler. Hâlbuki Cenab-ı Hak
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ
diyor. Âlemlere rahmet olarak halk olunmuş, ama burunlarının dibinde, gözlerinin önünde. Ona karşı gayet laubali, o zamana kadar alıştığı gibi, edep dışı davranışta bulunuyorlar. Ayetlerle Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (a.s.m.)’ın edebi onlara böyle yapmayın demeye mani olduğundan dolayı, Cenab-ı Hak da onu ondan daha iyi bildiği için, kendisi ayetiyle onun etrafında yanlış iş yapanları edebe davet ediyor, ayet indiriyor. İster istemez, Hz. Peygamber artık ilahi fermanı her halde kavmine duyuracak, mecburdur.
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰٓى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَه۪يرًا
Evet, ins-ü cin bir araya gelseler, o Kur’an’dan, o Kur’an’ın bir mislini bir benzerini yapamazlar. Yapabilmişler mi?
-: Hâşâ.
Hulusi Bey: İşte Kur’an hala o muaraza meydanında bu ayetle, o ferman-ı ilahiyi cinn-ü inse tebliğ edip duruyor. Bir tanesi çıkıp da ona benzer bir ayet delil getirememişler. Hatta Cenab-ı Hak daha ileri gitmiş, müftereyat ile olsun diyor. Sizden mana, anlam aramıyorum. Bu peygamber’in şanında olduğu muhakkak.
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ
Onda şek ve şüphe yok. Hangi surenin son sayfasındadır amma Hafız Efendi?
-: Surenin ismini bilmiyorum ama
Hulusi Bey: Sallallahu aleyhi ve sellem. Biz seni mutlak âlemlere rahmet gönderdik ki getirdiğin şey âlemin saadet ve maaş ve meablarının salahına sebep ve muciptir. Onu göndermesi âleme rahmettir. Ha onun getirdiği, onun tebliğ ettiği ahkâm-ı ilahiye de nedir? Âlemin hem saadetine, hem geçimine meaş ve meablarının salahına, hem bu dünyada insanca yaşamak, hem de ahirette mesut olmak için ahkâmı camî mukaddes bir kitap ile ilahi bir fermanla seni gönderdik. O olmasaydı Kur’an’ın gelmemesi lazım gelirdi. Kur’an gelse; onun için başka yerde şöyle izah edilir, deniyor ki, “Anlaşılmaz bir kitap eğer muallimsiz olsa manasız bir kâğıttan ibaret kalır.” Anlaşılmaz bir kitap muallimsiz olsa, şimdi Kur’an’ı bize öğreten, Kur’an kime nazil olduysa o öğretti. Tefsirini ilk yapan ve ilk müfessir kimdir derlerse ne diyeceğiz? Kur’an’ın ilk müfessiri Cenab-ı Peygamber (a.s.m.)’dır.
وَلَوْ اَنَّهُمْ صَبَرُوا حَتّٰى تَخْرُجَ اِلَيْهِمْ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Eğer senin hurucuna dek, yani hücrenden dışarı çıkıncaya kadar sabredip seslenmeyelerdi, ânlar için hayırlıydı. Allahü Teala bîedeplikten tevbe edene Ğafur ve ehl-i edebe Rahim’dir.
-: Elhamdulillah.
Hulusi Bey: Ha. Demek o edebe muhaliftir, fakat ümitlerini de kırmıyor. Rahmanurrahîm olan Allah diyor ki; onlar sen hücrenden çıkıncaya kadar sabredip birbirlerine seslendiği gibi seslenmeselerdi, iyi olurdu haklarında. Mamafih, Cenab-ı Hak bîedeplikten tevbe edeni afv-ü mağfiret buyurur, merak etmesinler. Öyleyse “Ya Rabbi, kusur ettik, kusurumuzu affet, bizi mağfiret buyur” demeleri lazım.
اَسْتَع۪يذُ بِااللّٰهِ٭يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ جَٓاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ فَتَبَيَّنُٓوا اَنْ تُص۪يبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلٰى مَافَعَلْتُمْ نَادِم۪ينَ٭صَدَقَ اللّٰهُ العَظ۪يمُ٭
Ey müminler! Eğer bir fasık size bir haberle gelirse ânı dikkatli tefahhus edin, aceleyle cehaletle bir kavme zarar ve katl isabet ettirip sonra o ef’alinizde nadim olursunuz.
اَسْتَع۪يذُ بِااللّٰهِ٭وَاعْلَمُٓوا اَنَّ ف۪يكُمْ رَسُولَ اللّٰهِۜ لَوْ يُط۪يعُكُمْ ف۪ى كَث۪يرٍ مِنَ اْلاَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ حَبَّبَ اِلَيْكُمُ اْلا۪يمَانَ وَزَيَّنَهُ ف۪ى قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ اِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَۙ٭فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَنِعْمَةًۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ٭صَدَقَ اللّٰهُ العَظ۪يمُ٭
Bilin ki Allahü Teâla ve Resulü sizin beyninizdedir, âna beyhude kelam ve haberi arzetmeyin. Eğer o umûrun kesîrinde size tebaiyet etse elbette ki siz mihnet ve helakete düşersiniz. Lakin Allahü Teâla size imanı dost edip kalbinizi ânınla tezyin etti ve küfr-ü fısk ve isyanı size mekruh eyledi. Ânlar tezyin-i iman ve tenzih-i küfürle Rah-ı Hakk’ı bulanlardır.
Ânlar tezyin-iman, imanı güzel gösterdi. Küfre karşı da bir ikrah verdi. İşte Rah-ı Hakk’ı buldular. Öyle ya! Bir kalp ki, iman o kalbe girmiş, aydınlanmış yani nur-u iman o kalbe girmiş yerleşmiş, küfrü de kerih gösteriyor, kötü gösteriyor ona, o kalbe küfür de hoş gelmiyor. Kim yapıyor bu işi? Hakkı hak olarak gösterip ittiba ettiren, batılı batıl olarak gösterip ondan içtinab ettiren kimdir?
-: Allah
Hulusi Bey: Allah’tır. İşte bunlar ne oluyorlar? Allah’a gidecek doğru yolu buluyorlar. Cenab-ı Hak iyi tarafa iyidir diye, onu kabullenmelerine, kötülüğü de kötü gösterip ondan sakınmalarına, onlara hazırladıktan sonra, ihtiyarlarıyla ne yapıyorlar? Artık kötülüğe girmiyorlar, Cenab-ı Hak muhafaza etsin. Şu halde buradan bir mana çıkıyor, Hadi kimdir? Hidayet eden kim?
-: Allah
Hulusi Bey: Şimdi bir adam küfürde, ne kadar delail getirirsen getir, ısrar ediyor. Elinde mi hidayet? Hidayet elinde olsa, çok da okumuştur, kütüphaneler dolusu malûmatı vardır, fakat Cenab-ı Hak kalbini mühürlemiştir. Hidayete yer kalmamış, hidayet nasip olmamış ona, istediğin kadar. Sure-i Bakara’nın baş taraflarında
اَسْتَع۪يذُ بِااللّٰهِ٭اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ٭خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟
Onlar ki kâfirdir, küfrü ihtiyar etmişlerdir, ister onları korkut, ister korkutma müsavidir.
سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ
İster korkut ister korkutma, onlar iman etmezler. Allah Allah, niye? Sual-i mukaddere ondan sonraki ayet de cevap veriyor.
خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟
Cenab-ı Hak onların kalplerini mühürlemiş, kulaklarını da mühürlemiş hak sözü duymazlar.
وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ
Gözlerine de perde gelmiş, hakkı göremiyorlar. Mühd-u hak gelse onlar dava ediyorlar ki bu hak değil, batıldır. Haşa sümme haşa Muhammed bize sihir ettirdi. Böyle olmadı mı? İnşikak-ı Kamer mucizesi zuhura geldiği zamanda “bizi burda gözümüzü boyadı” dediler. Hele bakalım Şam tarafından gelen kervanlara, onlar da görmüşler mi? Onlar da evet biz de bu hadiseyi gördük deyince sihr-ün müstemir dediler. Yani Hz Peygamber (a.s.m.)’ın haşa, Kur’an’da Allah bahsettiği için bizim bahsetmemizde bir mahzur yok, Hz Muhammed’in sihri semaya da sirayet etti dediler. Neden? Allah hidayet etmemiş. …. tefsirinde geçiyor.
Kuba
-: Evet. Mescide girince oradan namaz kılmadan çıkmayı çirkin görürdü de, nihayet mescitte namaz kılardı. Ve Resulullah (s.a.v.)’in her cumartesi günü bu Kuba mescidini yaya yahut binitli olarak
Hulusi Bey: Binekli
-: Ziyaret ettiğini ve iki rekât namaz kıldığını haber verirdi. Ve yine derdi ki, dostlarımın nasıl ziyaret ettiklerini gördümse, ben de o suretle ziyaret ederim. Ve ben gece ve gündüz herhangi saatte namaz kılan bir kimseyi namazından men etmem. Gece ve gündüz herhangi saatte namaz kılan bir kimseyi namazından men etmem. Şu kadar ki, onlar namaz için güneşin doğduğu veyahut battığı vakti intihap etmesinler.
Hulusi Bey: Evet, kerahat vakti sarih. Arada şeyi niye söylemedin, güneş istivada iken?
-: Bir daha okuyayım mı hadisi?
Hulusi Bey: Tamam.
-: Ve bu âyetlerin emsaliyle haşrin vukuunu kat’iyyetle isbat ediyor. İşte tam ona baliğ olan şahidler, saadet-i ebediyenin anahtarı olup, o Cennet’in kapılarını açarlar.
Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci bürhanları okuduk, altıncı bürhanda kalmıştık.
Altıncı Bürhan: Saadet-i ebediyeye işaret eden bürhanlardan biri de, insandaki gayr-ı mütenahî istidadlardır.
(İşarat-ül İ’caz Shf: 55 )
Hulusi Bey: Bir dakika! Şimdi saadet-i ebediye bu âlemde yok mu?
-: Tam olamaz.
Hulusi Bey: Tam değil, cevabı belli ya var ya yok?
-: Yok Efendim! Fanidir burası, ebedi olamaz
Hulusi Bey: Mademki fanidir.
-: Evet
Hulusi Bey: Peki buraya gelenler saadet-i ebediye diyarına intikal edinceye kadar cennet-i âcile, cennet-i acile denilen şeyler var. Burada onları mesut edecek bir şey var mı, bir vesile var mı?
-: Var, iman
Hulusi Bey: İman-ı bil ahireh, iman-ı billah, iman-ı bil ahireh. İmanın 6 rüknü birbirinden ayrılmaz. Evet, iman sayesinde o ileride zuhura gelecek hadiseyi bugün vuku bulmuşçasına, onun içinde yaşıyorlarmışçasına inanıyorlar. Nedir bu? İman-ı bilgayb’tır. Gaybîn çok şeyler var ki biz onları görmediğimiz halde ne yapıyoruz? İnanıyoruz. İşte ondandır ki müellif-i müşairun ileyh ne diyor? İman-i şuhudi, iman-ı bilgaybtan çok aşağıdır. Yani şuhuda dayanan iman, gaybe imandan çok aşağıdır. Ne demek? Derece itibariyle yani. Artık her şey meydana çıktıktan sonra,
-: Mecbur inanacak
Hulusi Bey: Peki bu iman öyleyse nasıl bir iman olmalı ki, perde açılmadığı halde kendisini tatmin edebilsin? Nasıl iman olacak? Tahkiki, tahkiki iman. Yani iman öyle kuvvetle kalbine yerleşecek ki, artık nereden gelirse gelsin, kimden gelirse gelsin, onun imanını zerrece yerinden oynatamayacak. İnandığı şeyde en küçük bir şüpheye düşmeyecek. Allah var olduğu gibi, ahiret de var. Melek de hak, kabir ve kabir azabı da hak, baas, neşir hak, hesap hak, mizan hak, saat hak, nâr hak, cennet hak. Bunlar hakkında hiçbir tereddütü yok. Öyle sağlam bir surette iman esasatı kalbine yerleşmiş ki, dediğim gibi nereden eserse essin, onu en kuvvetli fırtına, bora, yıldırımlar onu tehdit etse imanından zerrece fedakârlık etmez. İşte derslerimiz tahkiki iman dersidir. Mütemadiyen mesela bir tevhid bahsini alır, muhtelif yerlerde Allah’ın birliğine, şeriki, veziri, naziri, zıddı, niddi olmadığına, hiçbir yerde olmadığı halde her şeyde her yerde hazır ve nazır olduğuna, bize itminan verecek derecede bir iman verdiriyor. Evet, işte böyle iman sahibi, böyle kuvvetli imana, kendisine kuvvetli bir iman hâsıl olduğu için o imanın nuru ile ebedi hemen şu perdelerin öbür tarafındaki hakikat gibi kabul edebiliyor. Hiç tereddüt yok. Bir misal söyleyebilir misin, böyle bir zatı gösterebilir misin?
Ne diyor o İmam-ı Ali (kerremallahu vecheh ve radiyallhu anh)? Eğer perde-i gayb açılsaydı imanım ziyadeleşmeyecekti. Perde-i gayb açılsaydı, bugün kapalı olan o hakikatler aşikâre görseydim imanım ziyadeleşmeyecekti, diyor. Derslerimizde geçiyor, bu ne demektir? O zatta iman-ı tahkiki o kadar yüksek bir mertebede ki perde kalkmış, görmüşçesine imanda terakki etmiş. Evet, bir sual ve cevap: İman bölünür mü, parçalara ayrılır mı? Yani öyle derler, iman tecezzi kabul eder mi? Etmez. Bölünmez. Peki, bir adam iman ettikten sonra ondan İslamiyet’e muhalif hareket zuhur eder mi?
-: Eder
Hulusi Bey: Eder. Nasıl olur da eder? Mahcup olur da, ………
PDF Dosyasını İndirmek İçin Tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 101) YİRMİNCİ MEKTUB VE ÇANAKKALE HATIRASI DERS - 3 başlıklı makalemizde Hulusi Yahyagil Çanakkale hatırası hakkında bilgiler verilmektedir.