İŞARAT-ÜL İ’CAZ’DAN ALTINCI BÜRHAN’IN DEVAMI, SOHBET DERS – 3
Hulusi Bey: Vız vız vız vız eder durur, nihayet yeri boş buldu mu şimşek gibi içerisine girer. Şimdi onu orda gördük, çiçeklerde işleyen hava zerratı, hava güneşte ısınmış ve camid zerreler hava dâhilinde, onlar çiçeklerde işliyor, meyvelerde işliyor. Hangi zerre o çiçeğin neresinde işlediğini biliyor mu, soruyorum. Bilir mi?
-: Bilmez.
Hulusi Bey: Bilmez. Öyleyse bu zerreleri, bize görünmeyen fakat kudretiyle hikmetiyle failini bize gösteriyor. Diyor ki; bu fiil-ü hareket bu camid zerrelere havale edilemez. Her işi hakimane, rahimane olan bir tek Allah’ın idaresiyle bu iş yapılıyor. O hava içerisindeki sayısını kendisinden başka, Allah’tan başka bilmeyen hava zerratının hangi çiçeğin neresinde iş göreceğini bilen kimdir?
-: Allah
Hulusi Bey: Allah. Öyleyse onu orada çalıştıran yine Allah. Arı bir günlük ömrü var daha, bugün dünyaya geldi hayata kavuştu, mesela 3 günlük yola gitsin, bir aylık yere gitsin, neyse o kadar değil, 20 kilometrelik mesafeye gitsin, havada da hiçbir yol iz bırakmasın. Tayyare gidiyor bazen şehirleri selamlıyor, arkasından duman çıkarıyor. Görüyorsunuz değil mi? Arının böyle bir duman filan çıkardığı var mı? O mübarek yahu o nasıl şey, o nasıl gelip o deliği buluyor da hiç yukarısına gitmez ha. Ya altta ya üstte ya yanda hangisiyse, bunlar ilhama mazhar. Onlarda şey var. Ya içeride yaptıkları hüner? O nerde talim gördüler onlar? Evvela balı verecek, balını akıtacak delikli kaplarını hazırlıyorlar.
…………………………………………….
Bakın bir gün daha hayatımızdan gitti. Nasıl gitti? Biz burada, efendim tahsilim yok, hesap kitap bilmiyorum, defterlerimin hesabını da bir hesaptan anlayan biri istiyorum; bu hesabı herkes bilir. Sabahleyin kalktım, ahaan ölüme benzeyen uyku zamanı yaklaştı, şimdi uyuyacağım. Uyuyacağım amma uyku da ölüme benziyor. Ya bir de kalkamazsam? Defterdeki eksiği yarın yaparız şeysiyle hazırlanıyorsun, fakat giden ömrün tashihi gitti. Onun için, evet, namazın beş vakte hikmet-i tahsisinden bahsederken yatsı namazının faziletini beyan ediyor orda diyor ki; ne olur ne olmaz ölüme benzeyen uykuya girmezden evvel son ibadeti, son borcu, Allah borcunu yerine getireyim diye o niyetle yatsı namazını kılıyor. Bu zahiri şeyler üzerimize ait işlerdir. E peki biz cemiyet içerisinde yaşıyoruz. İnsanlarla olan münasebetimiz var. Kime nasıl muamele yaptık, kimin gönlünü kırdık, kimin hareketi bizim hoşumuza gitmedi, hülasa kime karşı borçlandık, kimden alacaklıyız? Orda bir kâğıdın bulunmalı, bunu söylüyorum amma bilmiyorum ki, fazla ileri gitmeyeceğim, yalnız böyle ufak bir ikaz yapıyorum, hatıra geleni söylüyorum. Bir zaman, İstiklal Harbi’nden sonra bilhassa, bir bölük kumandanı olarak, bir yüzbaşı, daima başımın yanımda bir defter, üzerine yazmıştım “akıl defteri”. Oraya yarın yapacağım işleri yazardım. Bazen uykudan uyanır, aklıma gelen şeyi yine oraya ilave ederdim, yanımda duruyor. Şimdiki vaziyetimi düşünüyorum. O günkü vaziyetim sırf vazifeme ait işti, onu yapmanın zararını görmedim, faidesini gördüm. Bunu çok genç arkadaşlara da tavsiye ediyordum, ümit ederdim ki onlar da faidelendiler bu işten. Şimdi maddi işlerimizi böyle bir düzene koymak, bir programla hareket etmek için bir şey yaparsak faidesini görüyoruz. Neden? İşimizin gücümüzün programını yine yapıyoruz. Fakat iki hukuk var; birincisi hukuk-u ibad, ikincisi hukuk-i ilahi, hukukullah. Onun daha tasnifini yapmayacağız; hukuk-u şahsiye, hukuk-u umumiye gibi kısımları var fakat onlara girip bir hukuk, İslam hukukundan bahsedecek değiliz. Şimdi biz kendi nefsimize, camiamıza karşı neler yaptık, nelerle mükelleftik? Gidiyorum efendim. Türkçe canım bu, canımız sıkılmasın. Ölüyorum. Öldükten sonra efendi kalk senin vasiyetin nedir mi diyecekler? Böyle şey vaki mi? Öyleyse neyin varsa, ne kusurun varsa yaz oraya. “Benim şu şu marifetim var, kalsam yarın inşâallah bunları düzelteceğim. Şu şu iyiliklerim var, ben kötülük gördüklerime haklarımı helal ettim, iyilik gördüklerime minnettarım, benden sonrakiler de onlarla dostluklarını muhafaza etsinler” gibi göster hele bir yazını. Yoksa vasiyetin Allah rahmet etsin şeydeki Sarıkamış’taki sofu gibi, “dört tane ineğim var, iki karım var, ikisi birine ikisi birine”. Bana gösteriyor demek ki vasiyetim bu ne dersin? İneğin ikisi bir karısına, diğer ikisi öteki karısına. Vasiyet bundan ibaret değil. Evet, biz boyuna terakki edeceğiz. Ömür ilerledikçe nereye doğru gidiyoruz? Hizmet müddetimiz doluyor efendiler. Askerde hizmet müddetini hesaplamak vardır. Hesaplar ki terhis olacak, hürriyetine kavuşacak, serbest olacak. Manevi cihetten de vatani vazifemi yaptım, yüzümün akı ile evime dönüyorum, yuvama dönüyorum. Onun süruru içerisinde, sevinci içerisinde yuvasına dönecek. Şimdi biz de dönüp dolaşıp Rabbimizin huzuruna gideceğiz, sevinerek mi gideceğiz, ağlayarak mı gideceğiz? Sevinerek gideceğiz, gitmek lazım gelir. O zaman defterimizin hasenatla dolması lazım. Şimdi bak buraya teybi koydunuz, benim ağzımdan çıkanları orda o da dönüyor. Benim ağzımdan çıkanlar, evet şimdi burda oraya yazılıyor, ama bozulur da. Fakat Cenab-ı Hakk’ın tavzif ettiği, vazifelendirdiği meleklerin tespit ettikleri şeyler bu teyple kıyas kabul etmez. Cenab-ı Hakk’ın muhafaza ettikleri teypler zayi olmaz. Yırtılmaz, yanmaz, yok olmaz. Cenab-ı Hakk’ın bir ismi de Hafîz’dir. Muhafaza edecek, vaat etmiştir, amellerinizi zayi etmeyeceğim buyurmuştur. Öyleyse yüzümüzün ak ve kara çıkacağı bir gün önümüzdedir ha!
يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌۚ
Başka vakit de söylüyoruz. Bu dünyada insanlar dört renk üzerinedir. Beyazlar var, siyahlar var, kırmızılar var, sarılar var. Fakat yarın iki renk üzerine haşir var. Birisi ak yüzle çıkmak, diğeri kara yüzle çıkmak. Kara renk değil ha, kara yüzle! Şu halde kara yüzlüler o zaman nedir? Ehl-i küfür, ehl-i tuğyan, isyan, bütün bu taife. Dalalet ehli. Nuranî vecihliler, onlar ehl-i hidayet olanlardır. Cenab-ı Hakk’ın fermanı vechile hareket etmişler.
Bir istikamet aldın galiba? Hayır hayır. Lüzumundan fazla meşgul olma. Bir şey öğrendin, tamam, onun üzerinde fazla vakit zayi etme. Çünkü senden onun hesabını sormazlar. Benden sormadıkları gibi senden de sormazlar. Burda hatırıma bir fıkra geldi. Bir zat zengin, Mısır’dan vapuru geliyor şeyden Kızıldeniz’den. Gelip diyorlar ki geçmiş olsun, Allah başka keder vermesin, sizin vapur batmış. Biraz duruyor, elhamdulillah diyor. Arası bir zaman geçiyor, yine o sözü söyleyenler tahkik ediyorlar, neticeyi öğreniyorlar ki batan başka vapurmuş. Gelip diyorlar geçen gün sana böyle bir kötü haber vermiştik. Batan vapur başkasının vapuruymuş, elhamdülillah sizin vapurunuz sağlam geliyor. Yine bu zat demiş elhamdülillah. O zamanın insanları meraklı. Diyorlar “Sana bir musibet haberini verdik elhamdülillah dedin, şimdi de bir müjde veriyoruz yine elhamdülillah diyorsun, bunun hikmeti nedir?” Demiş ki; “Siz bana vapurun battığını söylediğiniz zaman ben düşündüm, baktım ki kalbimde o vapur ve içindeki metaın hiçbir sevgisi yok. Ya Rabbi dedim, benim kalbimi senden başkasının muhabbetine tahsis etmediğin için sana hamdolsun. İkinci geldiniz müjde verdiniz. Ben bu müjde karşısında düşündüm. Baktım ki dünya metaı için sevinmeye değil. Veren O, dilerse verir, dilerse alır. Baktım ki bir sevinç de hâsıl olmadı bende, elhamdülillah dedim.” Öyleyse sevecek, sevilecek, sevdirecek, sevilmeye layık olan zata karşı amelimiz düzgün olsun. O’na kendimizi sevdirelim ve O’nu sevelim. Yine sırası geldi, evet Cenab-ı Hak ferman ediyor, Habibine Kur’an lisanıyla ferman ediyor:
اَسْتَع۪يذُ بِااللّٰهِ٭ قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ
Habibim onlara söyle! Kimlere? Beni seviyor iddiasında bulunanlara de ki; eğer bu sözünüzde doğruysanız Allah’ın sevdiğine uyunuz. Kimdir Allah’ın sevdiği? İşte Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Kim ki ona uydu, Allah’ı sevdiği sabit oldu. Kim ki ona uymuyor, onun getirdiği ahkâma kendisini uyduramıyor, öyleyse boşuna dava etmesin ki ben Allah’ı severim.
Şimdi üçüncü emrinde ne diyor? Senden şeytanı tardeden tathir-i sükûtundur.
Yani hayır olan şeyde değil. Söyleyeceksen, yine Hz. Peygamber’in bir emri de var, söyleyeceksen hayır söyle. Beceremiyor, Allah bazı kimselere, sanki mübareğin ağzına hayır haberi verdirmek için kapıyı kapatmış güzelce, ondan bir hayır haber yok. Nerde eşiştirir, nerede bir kötü haber varsa onu söyleyeyim, müslümanı bu surette eza edeyim. Bilmiyorum eza için değil, aldığım haberi söylüyorum, vebali günahı söyleyenin boynuna. Baba söz kötü, hayır olan şeyi söyle. Hayır, olmayan, herkesi üzecek şeyi niye söylüyorsun? Bilirsiniz ki musibet zamanında, musibetzede bir Müslümanın hatırı alınır, kırılmış gönlü tamir edilmeye çalışılır. Ona ne denilir? Türkü mü söylenir, beyit mi okunur, yoksa El-Hükmü Lillah, İnna Lillah ve İnna İleyhi Raciun mu denilir? Ne diyoruz, niçin diyoruz? Hüküm Allah’ın, bu musibet kendi kendine gelmedi, biz Allah’tanız, Allah’a dönücüyüz, hatırlatıyor ona. Biz yerden bitmedik, bizi halkeden var. Bizi halkeden tapusunu verip bu memleket senindir, ölüm yoktur sana diye vermedi burda. Bizden evvelkiler nereye gittilerse, başta Habibullah hangi âleme gittiyse biz de bu âlemde kalmayacağız, oraya gideceğiz. Öyleyse ne yapmak lazım? İnna Lillah ve İnna İleyhi Raciun ile El-Hükmü Lillah ile musibete uğramış, teselliye muhtaç olan din kardeşimize İnna Lillah ve İnna İleyhi Raciun ve El-Hükmü Lillah deyip işin esasını temelini hatırlatmak lazım. Onu en ziyade teselli edecek budur.
Dördüncü emri de şu: Aman aman ziyade gülmekten içtinab et. Ben kendi dersimizden de okumasını istiyordum ama bu çıktı kısmetimize, ben değiştirmek istemiyorum. Usanırsanız yeter deyin bırakayım. Aman aman ziyade gülmekten içtinab et. Çünkü bu hal nur-u vechi yani hikmet ve vakarını giderir ve kalbi öldürür. Cenab-ı Peygamber (a.s.m.) Efendimiz Hazretleri güler yüzlü idiler amma kahkaha ile sesli güldükleri ömürlerinde vaki değil. Ve onun izinde gidenlerden kâmil insanlar da, böyle okumuşum bazı eserlerde, “Kahkaha ile gülünecek şeyi bu âlemde görmediler ve bundan sonra da kimsenin görmesine imkân göremediler ki gülmediler.” Peki, bize ne oluyor? Yani şu hatırımızda kalsın, bir adam mütemadiyen her söz başında kahkaha ile gülüyorsa, sesli böyle hahahahaha diye gülüyorsa o adamın kalbi ölüdür. Yaşıyor yahu, şeeen oooh kahkahayı atıyor. Kalbi ölmüştür. Biz kalbi ölü olanlar gibi mi olmaya hevesleneceğiz, yoksa kendimiz gibi kalbimizin de diri olmasını mı isteyeceğiz? Neyle kalp diri olur, neyle kalp ölür? İşte kahkaha kalbi öldürür, evet Allah yolunda, Allah’ın emirleri dâhilinde cemiyete hayırlı işlerde bulunmak. Alelhusus yine hatırıma geldi; bir hadis-i şerifinde Cenab-ı Peygamber (a.s.m.) şöyle buyuruyor, kaç defa okumuşumdur, sizler hatırlayacaksınız. Buyuruyorlar ki: “Size nafile namaz, oruç ve sadakadan daha hayırlı bir amelin vücudundan haber vereyim mi?” Ver ya Resulallah! “Islah-ı beyn edin! Müminler arasındaki ihtilafı halledin”. Çünkü Cenab-ı Hak ferman buyuruyor
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ
Müminler birbirinin kardeşidir, aralarını ıslah edin. Islahın zıddı nedir? İfsattır, ara bozmak, ara açmak. İşte buna nemmam derler; “birinin söylemediği yahut nükteli bir sözünü habbeyi kubbe yaparak götürüp ona söyler.” Allah bunlardan, bu gibi ahlaklardan bütün din kardeşlerimizi de bizleri de korusun. Çünkü iyilik değil bu. İnsan bir hatadır dilinden çıktı, sen yeme içme çarığını çek git oraya söyle, “Bugün filan adam senin için böyle söyledi.” Ama habbe de kubbe oldu ha! Ne olur bu söylese? Islah mı olur, ifsat mı olur? Ara yapmak mı olur, ara bozmak mı olur? Bizim vazifemiz İslam cemaatini, müminleri birbirlerine yaklaştıracak şeyleri bulup o çareleri kuvveden fiile çıkarmak. Yoksa aralarını bozacak, birbirlerine yalandan bir selam veriyorlarsa büsbütün düşmanca bakacak vaziyete mi sokmaktır? Evet, bu onunla münasebeti yok ama oraya geldi. Yani diyor ki ziyade gülmekten, bilhassa kahkaha ile gülmekten sakının ki bu sizin vakarınızı da giderir, kalbinizi de öldürür.
Beşinci emri: Fisebilillah cihad et. Allah yolunda mücahede et. Ümmet-i Muhammed’in rahbaniyeti cihad iledir. İsevilerin ruhbaniyeti dünyadan çekilmektir, yani onlarda keşişlik suretinde. Bir hadisinde Cenab-ı Peygamber öyle buyuruyor. “La rahbaniyyeti fiddîn” yani İslam dininde rahbaniyet, papazlık, dünyayı büsbütün terkedip yalnız Allah ile meşgul olmak yoktur, bu tavsiye yoktur. Biz mücahede edeceğiz, neyle mücahede? Onu da sırası geldiği zaman söylüyoruz, yine mübarek Peygamber (a.s.m.) Efendimiz, Allah şefaatine mazhar eylesin, ne buyuruyor? Bir muharebeden dönüşte, bir gazadan dönüşte
رَجَعْناَ مِنَ الْجِهَادِ اَصْغَرِي اِلَى الْجِهَادِ الاَكْبَر
Ya Resulallah cihad-ı ekberden diyorsunuz. Cihad-ı ekbere dönüyoruz. Hâlbuki düşmanla mukateleden yeni döndük, işte geliyoruz yerimize dönüyoruz. Evet, o düşmanla muharebeden nefsinizle muharebe etmek, mücadele etmek daha ehemmiyetlidir, daha büyüktür. Ama bazılarına bakarsın der ki ben nefsimi elhamdülillah ıslah etmişim. İşte mübarek Hacı Tevfik Efendi’nin o sözünü orda söylemek lazım gelir: Kuyruğuna bastılar mı? Bir parça damarına bassalar, bir parça hoşuna gitmeyen bir muamele görse ooo. Yani mübarek zat nefs-i şerifini öldürmüştün, artık melekleşmiştin ne oldu?
PDF Dosyasını İndirmek İçin Tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 103) İŞARAT-ÜL İ'CAZ’DAN ALTINCI BÜRHAN DERS - 2 başlıklı makalemizde İŞARAT-ÜL İ'CAZ ALTINCI BÜRHAN hakkında bilgiler verilmektedir.