DÖRDÜNCÜ ŞUA – DERS – 1
Hulusi Bey: Evet.
-: Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder.
Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder.
-: Din, sınıf, vatan nasıl yani oluyor efendim?
Hulusi Bey: Bunlar muhtelif mesleklere göre düşünülecek şeylerdir. En başta bak evvela dini dedi. Rabıta-i dini, dinleri birse onların irtibatları vardır, bağları kuvvetlidir. Sonra.
-: Dini, sınıfı
Hulusi Bey: İşte sınıf, hangi sınıftan, hangi meslekten, esnaf, esnaf yok mu esnaf her biri bir şey. Mesela erbab-ı ticaret var, erbab-ı ziraat var ama kimisi mesela sebze yetiştiriyor, kimisi bostan işleri ile iştigal ediyor.
-: Sınıftan maksat meslek oluyor değil mi efendim?
Hulusi Bey: Meslek yani sınıf, ayrı ayrı sınıf. Sınıfların içerisinde sınıflar var. Hepsi ziraatçilik ama bir kısmı iyidir. Onun içinde tütün eken de var, haşhaş eken de var. Şimdi haşhaşı Amerikalıların hatırı için bıraktık. Bıraktırdılar zorlan, şimdi kaçakçılık yapıyorlar o başka.
-: Sınıfî ve vatanî” kabul eder.
Hulusi Bey: Vatan! “Hubb-ül Vatan, Min-el İman” Evet, o vatanda çok söz var. Vatan-ı aslimiz neresi? Âdem babamızın muvakkaten iskân edilip sonra bir küçük günah sebebiyle o vatandan ihraç edildikleri yer.
-: Efendim bir sorum vardı, kardeşimizi İstanbul’dan tembih edip göndermişler.
Hulusi Bey: Ne gibi?
-: Zekât hakkında abi haşiye var.
Hulusi Bey: Zekât hakkında? İstanbul’da müftü yok mu?
-: Kardeşler öyle size söylediler abiler. Abdullah abi hassaten selam söylediler, ellerinizden öpüyorlar.
Hulusi Bey: Nedir?
-: Mektubat olsaydı.
-: Gayatı; hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak,
Hulusi Bey: Kemlemekte olur, gemlemekte olur. Kemlemek, kötülemek. Gemlemek zaptetmek. Yani nefsin gem’i azıya almasına imkân vermemek.
-: Ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.
Hulusi Bey: Buyur.
اَسْتَع۪يذُ بِااللّٰهِ٭ اَلَّذ۪ينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ ا۪يمَانًاۗ وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
-: Al-i İmran 123. mu?
Hulusi Bey: 123. Ayet. Dur bakayım ben rakamları da iyi okuyamıyorum. 23 mü, 73 mü? 173. Ayet.
Ol icabet eden müminlere tahvif için, (korkutmak için) nas yani Abd-i Kays’ten Rakib ya Naym bin Mesud-ul Eşca-i adamları ile dediler ki; “Nas sizinle mukatelete için yani Ebu Sufyan ve eshabı cem olmuşlardır. Onlar ile mukateleye kudretiniz yoktur. Hazer üzere olasız. Onların ol tahvif zımnın da olan kelamları müminlerin iman-i yakinlerini ve cesaretlerini ziyade edip, Allahu Azimüşşan bize kafidir ve onun nusret ve inayeti bize ne güzel vekildir” Dediler.
(Mevakib Tefiri)
Bedir’den sonra evet, Süfyan daha Müslüman olmamış Ebu Süfyan. Onların toplandığından haberi vererek, müminleri korkutmak istediler güya, fakat onlar dediler ki; “Allah bize Nusret için, inayet için kâfidir.” حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
Ayet-i Hasbiye bu
-:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ٭صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظ۪يمُ٭
Hulusi Bey: İşte o ayetin başı değil o. Ayetin son fıkrası.
Sure-i Al-i İmran 173. Ayet, Sahife 71. Cüzü de söyleyeyim mi? Dördüncü cüz.
-:
DÖRDÜNCÜ ŞUA
[Manen ve rütbeten Beşinci Lem’a ve sureten ve makamen Otuzbirinci Mektub’un Otuzbirinci Lem’asının kıymetdar Dördüncü Şuaı ve Âyet-i Hasbiyenin mühim bir nüktesidir.]
İhtar: Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gidiyor;
Hulusi Bey. Şeyde, orda Molla Sadrettin orda değil mi?
-: Orada
Hulusi Bey: Nasıl baban
-: İyi oluyor, biraz.
Hulusi Bey: Biraz
-: İyi
Hulusi Bey: Elhamdulillah. Evet.
-: Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risalede, “Birinci Mertebe” çok kıymetdar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir.
Hulusi Bey: Evet şimdi mertbe-i hasbiye, mertbe-i hasbiye diye, birinci mertebe-i hasbiye, ikinci mertebe, üçüncü mertebe öyle gider.
-: Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir, yoksa tam zevkedemez.
Hulusi Bey: O şeyi, son fıkrayı bir daha söyle.
-: Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir,
Hulusi Bey: Bana tam uyan hisseder,
-: Yoksa tam zevkedemez.
Hulusi Bey: Bak şartı var. “Efendim anlayamıyoruz.” E anlamak kolay mı anlamak. Bazı şeyleri kendisi için yazmış, bazılarını neden acaba perdeli kalmasının hikmeti nedir? Bak işte orda mana kendiliğinden çıkıyor. Ona uyacak vaziyete gelelim. Neydi, onun vaziyeti neydi? Birden bire düşünüp akla gelen şu; o dünyadan zühd-ü istiğna etmişti. Nasa minnet etmiyordu ve hakikaten حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ diyenlerin başında geliyordu. Biz esbaba çok ehemmiyet veriyoruz. O ise esbaba hiç kıymet vermiyor. Biz esbap ile bağlıyız, O esbabperestlerin gafletli olduğuna işaret ediyor. “Ey esbabperest gafil!” diye hitap ediyor. Biz kendimizi onun havsalamızın almayacağı yüce mertebesi ile kıyas mı edeceğiz, asla. İşte biz lütfetsin Cenab-ı Hak diyoruz, bize merhamet etsin, o zata gelen şu kalbi manaları bize de anlamak müyesser etsin, biraz. Ama anladığımıza şükür. Şükretmemiz lazım. Üst tarafı biraz bizde kendimizi evire, çevire bu şeye benzeteceğiz. Yook, öyle biz yine “Kellim kellim layenfa’” kabilinden olursa, sen söyle, sen işit. Ne olur? İlerlemek olur mu? Sanki bize kumanda vermişler, yerinde say. Askerlik yaptın değil mi?
-: Evet.
Hulusi Bey: Yerinde say vardır, böyle şeyler, atlar tepinir gibi tepiniriz orda. İleri gitmek yok, yerinde saymak var. Yerinde saymak değil, bak ömür dakikaları gidiyor. Herkes ebede doğru yolcu. Biz hala zannediyoruz ki babam bana oğlum derdi. Büyükler bize evladım diye hitap ederdi. Biz zannediyoruz ki hala o bebek vaziyetindeyiz. Hayır, efendiler onlar değil, ömür gidiyor. Boşa gitmesi var. faideli gitmesi var. İkisi de elimizdedir. Yaşıyorsak fırsat elimizde. Ölürsek zaten geri dönmeye hiç imkân yok. Var mı? Öldükten sonra git biraz daha Yayla Palas’ta ne varsa topla getir. Peki.
-: Bir zaman ehl-i dünya beni her şeyden tecrid ettiklerinden beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen
Hulusi Bey: O mektubatta da vardır. Ya beş, ya altıncı mektub olacak. Allah rahmet etsin Tığlı Hakkı ile bizden sorulmuştu. Gurbet mektubu.
-: Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen beş nevi hastalıklara giriftar olmuştum.
Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici envârına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyorlar. Hâlbuki müdhiş bir fena, o bekayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şâirin dediği gibi dedim:
Dil bekası Hak fenası istedi mülk-ü tenim.
Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.
Me’yusane başımı eğdim; birden حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyeti imdadıma geldi, dedi: “Beni dikkatle oku.” Ben günde beşyüz defa okudum. Benim için aynelyakîn suretinde inkişaf eden çok kıymetdar envârından bir kısmını ve yalnız dokuz nurunu ve mertebesini icmalen yazıp, eskiden aynelyakîn ile değil, belki ilmelyakîn ile bilinen tafsilâtını Risale-i Nur’a havale ediyorum.
Hulusi Bey: Orda biraz dur da şeye. Buldunuz mu?
-: Buldum.
Hulusi Bey: Haydi, buyur.
-: {(Haşiye-2): Yani eskiden verdiği kırktan ki; her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle o kırktan taze olarak on aded verir.},
Hulusi Bey: Bende onu anlamamışım. Anladım yani. Yani okunan yeri anladım, okumuşum anlamadan geçmişim.
-: Siz bir defa söylediniz de öyle hatırlıyorum Şeyden tüccar mallarından hayvanlardan kırk da bir, taze meyveden, taze şeylerden onda bir. Yani uşur.
Hulusi Bey: O başka, kitaplarda yazılı olan
-: Birinci haşiyede var. “Yani her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir”
Hulusi Bey: Bi kitabı ver.
Yani her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir. Yani eskiden verdiği kırktan ki; her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle o kırktan taze olarak on aded verir.
Taze olarak.
-: Taze olan meyvelerden. Hurma, üzüm değil mi efendim?
Hulusi Bey: Yok, yok şimdi eskiden. Haşiye-2 diyor. Haşiye-bir. veya bir kısım maldan kırkta bir. …. {(Haşiye-2): Yani eskiden verdiği kırktan ki; her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle o kırktan taze olarak on aded verir.},
Yani eskiden verdiği kırktan ki her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle o kırktan taze olarak on aded verir. Kırktan bir, bazı şeylerde kırktan bir şey etmiyorlar. Mesela devede beşte bir tane ama bir deveyi vermiyor. Bir deve yerine mesela bir koyun veriyor. Bu zekât bahsi şeyde var, fıkıh kitabında. Ben sormamışım bunu, yani bunun üzerinde de fazla meşgul olmamışım. Eğer sual buysa ben bunun üzerinde, evet meslekim icabı değil, yalnız ne diyorum; zekât meselesi geldi mi senede bir defa, malın hesabını yapmak, onun zekâtını vermek var ya. O zaman ehline gidip müracaat etsin. Mesela bir adam şeylen, koyunculukla, koyun-keçi besliyor bunun zekâtı var mı? Var, ne verecek? Orda yazılı. Kırka kadar şu bilmem neye kadar o. İşte devesi var, şusu var, busu var yani hayvan üzerine, ağnam üzerine olan zekât var, nukud üzerine olan, nakitler üzerine olan var, sonra yerden biten taze mahsulat üzerine olan şeyler var. Bir kısım malın ticaretinden verilir, bir kısım malın aslından verilir. Fakat akıldan bu iş olmaz. Birisi gelse müftü efendi! Beş tane devem var, on tane sığırım var, kırk tane koyunum var, elli tane keçim var bunlarla ben geçiniyorum. Bir sene doldu ne kadar zekât vereceğim? Değil mi? Sorması lazım. Bunlar kitaplarda, bunlar bellemesi imkânı olmayan şeyler. Kitaba müracaat edilecek bakılacak ordan öğrenilecek. Onu şimdi bunu vaziyeti ile muhafaza etmek bence en şeyi. İsterse yanına bir çıkıntı yapar. Zekât verecek Müslüman zekât mevsimi olarak intihab edilmiş olan ramazan ayı gelmeden ve yahut onun içersinde salahiyetli mercie müracaat edip malından ne kadar zekât vereceğini ondan öğrenip vermeli. Ben bilmiyorum, sormamışım, şimdi cevap verecek iktidarım yok. Şimdi müftü efendiye gitseniz, müftü efendide kitabı getirecek, bakacak okuyacak odur. Şafii’ye göre şu, Hanifi’ye göre bu. Varsa farkları onları da dikkat-ı nazara alarak cevabını verecek.
-: Sormak istedikleri şuydu, ibareyi anlamıyorlar. İbare ne demek istiyor.
Hulusi Bey: İbare zekât verilmesini istiyor. Şimdi bi kere taze olarak kırktan birini verdi. Aradan bir sene geçti vermeyecek mi? Yeniden verecek tazesinden. Tazelendi sene tazelendi malda eksilen olur, malda artan olur. Arttı kuzunun şeyi var mı? Onun da bir şeysi var. Kuzu, daha gıdik’inde var mı zekâtı?
-: Seneye
Hulusi Bey: Seneyi dolduracak ki ondan sonra zekâtı verilsin. Her sene mal artar, eksilir. Senenin sonundakine şey edilir itibar edilir. Senenin sonunda ki durum nedir, eksilmişse ona göre, artmışsa ona göre zekât verilir. Fazla bir şey bilmiyorum. Ağızdan söyleyip de yanlış bir şey söylemekte hiç işime gelmiyor. Bu mesele-i şer’iyye kitaben hal olunacak şeyi kafadan söylemek hiç hoşuma gitmez. Değil öyle bir namaz meselesi olsa bildiğim bir şey yine isterim ki kitaba bakayım, kitaptan söyleyeyim ki olabilir ki insanlık, belki yanlış bir şey söyledim, ondan sonra yahu ben filana böyle söyledim, sonra gittim evde kitaba baktım öyle değilmiş, şöyleymiş. Mektub mu yazacam telgraf mı çekecem kimden ısmarlayacam? İşin en iyisi mesail-i şer’iyye de kitaba bakmak, muteber kitaba ha. O şimdi açık konuşuyorum soldan yazılan çeşitli ünvanlarla çıkan hatası sevabı hiç nazar dikkate alınmadan, tetkik edilmeden basılan kitaplar da değil. Muteber kitaplar da, onlara bakmalı. Tashih görmemiştir. hata sevap diye var görünüyor amma tashih yapılmamış.
Bunun bir hatırasını söyleyeyim. Şeyde, benim çok merakım vardır bu hata, sevap cetveline göre kitapları düzeltmek. Ordu dâhili hizmet talimatı çıktı, galiba 926 senesi idi. Ben çevirdim sonunu, âdetim, hata-sevap cetveline göre düzelttim. Şimdi mesele tamamı ile aklımda. Bir nefer şeye girerse, bir amirin huzuruna içeriye, mesela odasına girerse, orda aslında yazılı esas vaziyetini alır ve başını eğer. Şimdi hata-sevapta başını eğmez diye yazmış. Baş eğmeyi koymamış oraya, öyle durur. Şimdi yanımda baktım, mesela yanımda başka bir yüzbaşı efendi neferi ayıplıyor, yanlış yaptın diyor. Şey talimat yanımda, çıkardım o çıktıktan sonra şurayı oku yüzbaşı efendi. Allah Allah. Hata-sevabı var bunun. Hata-sevaba göre kitabını şey etmek lazım. Yani şimdi çoğu kitaplarda bunlara riayet edilmiyor. Ya adamcağız hata sevap cetvelini koymuşsa, okuyan adam metnindeki şeye hiç dokunmuyor. Hata-sevap sanki fuzuli eklenmiş bir şey gibi. Öyle telakki ediliyor, o yanlışlık devam eder gider. Onun için muteber kitaplara müracaat etmeli. Ve hakikaten din ilmine vakıf, fıkıh ilmine iktidarı olan zattan meseleyi, fıkıhıye-i şer’iyeyi sormalı. Sormak çok iyi bir fazilettir. Sormak, bilmediğini öğrenmek için bilenden sormak nedir? Lazım mıdır, değil midir? Lazım. Çünkü insan, yine muallimliğe gitti iş. Şimdi muallimsiz bir kitap hakkı ile öğrenilir mi?
O zaman şu muallim güruhunu, muallim zümresine, hepsine evinize gidin, başınızın çaresine bakın. Muallime ihtiyaç yok kitaplar var güzelce, bundan sonra herkes kitabı okuyup anlayacak. Oh, oldubitti değil mi? Evvela kitaplarımız, bize göre yazılmış kitabımız yok. Yani talebenin en anlayışı kıt olanı nazar-ı dikkate alarak onunla konuşurcasına yazılmış kitabımız yoktur. Herkes tecrübelere istinaden biraz daha, biraz daha derken, bazısı da iltimasen, iltifaten onun eseri tercih edilir daha esaslı yazılmış nefs-ül emre muvafık olan eser, yatıda kalır. Onun için “Anlaşılmaz bir kitap eğer muallimsiz olsa manasız kâğıttan ibaret kalır” sözünü burada da tatbik edebiliriz. Her halde muallime ihtiyaç var. Mualliminde, evet dikkatlisi, tecrübelisi hazırlanarak derse gitse. “Efendim bu kadar çocuklara da hazırlanıp gitmek mi lazım?” Gideceksin. Öyle bir sual sordurur ki intak-ı bil-hak kabilinden, o kadar küçük çocuk, öğretmenim bunu anlamadım dedi mi sende şafak atacak. Sus, ondan sonra hikâyeyi biliyoruz değil mi? Otur. İkisini birden yapsın tamam, kokudan durulmaz. Buyur.
-: Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:
PDF Dosyasını İndirmek İçin Tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 114) OTUZÜÇÜNCÜ SÖZ/OTUZBİRİNCİ PENCERE (İNSAN PENCERESİ) DERS - 2 başlıklı makalemizde 33.söz 31. pencere ve insan penceresi hakkında bilgiler verilmektedir.