DÖRDÜNCÜ ŞUA – DERS – 2
Hulusi Bey: Buyur.
-: Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil, belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye,
Hulusi Bey: Bunun bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye. Evet, evet insan bir çocuğu ebedi çocuk kalacakmışçasına sever. O letafetli vaziyetini muhafaza edecek zanneder. Hoşlandığı bir büyüğünün, bir hocasının, mesela sohbetinden hoşlanır onun daima kalması. Hoca efendi bir gün der; çocuklar Allah’a ısmarladık Kayseri’ye tayin edildim. Hocaları başlar, o zaifler başlar ağlamaya. Hocam biz seni bırakmayız filan diye. Fakat ne fayda maaşla geçiniyor, ister istemez siz ağlıya durun ben gidecem diyecek. Allaha ısmarladık, gider. Fakat berikinin sevgisi o baki kalacak daima hocamız bu değişmeyecek der. Hocasını değiştirdi mi, başındaki zabitini, amirini değiştirdi mi, insan bir teessüre uğrar. Peki, bu teessürün çaresi var mı? Bu zahiri sevgilerin bir yere sarfı lazım ki pişman olmaya insan. Nereye sarf edelim? Bak-i Zülcelalin onun şeysine, onun yolunda sarf edilmesi lazım. Yani وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ değil mi? kelime-i tevhidin son kelimesi. Son fıkrası nihayet ona döneceksin. Ona döneceksiniz. Ondan geldiniz, ona döneceksiniz. Peki, ona döneceksiniz, öyle ise mademki ona döneceğiz onun sevgisini kaybetmeden oraya dönmek lazım. O bizi sever mi, bizim onu sevmekliğimiz ne surette mümkündür? Bu davamıza hüccet var mı, yok mu? Vardır, nedir?
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ
Hiç bunun şeyi yok yani. Bir yere kitaba bakayım acaba bunun manası nedir filan yok. Beni seviyorlarsa, benim sevdiğime uymaları lazım. Öyle ise onu sevdiğimizi ispat etmek için ne yapmamız lazım? Onun sevdiği Hazreti Muhammed (a.s.m)’ın getirdiği ahkâma uymamız lazım. O zaman Allah bizi sever mi? Sever. Ama Bektaşi gibi değil ha. Bektaşi demiş ben Allah’ı seveyim, fakat Allah beni sevmesin. Babam bu nasıl söz yahu. Ben dabağı gördüm deriye çok ehemmiyet veriyordu, demiş bunu niye taştan, taşa çalıp duruyorsun? Dedi ki bu deriyi sen bilmezsin ben bilirim. Bu deri çok kıymetli deridir. Onun için çok seviyorum. Çok sevdiğim için de işte böyle döve döve onu tam kemale erdireceğim. O da Bektaşi fıkralarından. İşte ben Allah’ı seveyim, fakat Allah beni sevmesin, çünkü severse taştan, taşa çalar. Dabakta gördü ya numunesini. Dabbak o sevdiği deriyi nasıl taştan taşa çalıyorsa. Bunun bir hakikati var mı? Var. “Eşeddü’l bela el enbiya, sümme’l evliya, el emsel, fel emsel” şeyince Cenab-ı Hak, enbiyasına şiddetli belaları ona indirir. Ama ona dayanacak kuvveti de veriyor. Sıkıştırdın mı sabret diyorsun. Ben şey miyim, Eyyûb (a.s.)’ mıyım? Onlara, ona sabır kuvvetini de vermiş. Biz de sabır kuvvetini onları bu işlerde imam ittihaz ederek muktedabih tanıyarak, onlara uydukça elemimiz azalır, sabrımız kuvvetleşir. İster istemez dayanırız. Hem gelen şeyler zaten biliyorsunuz. Böyle sellemehüsselam gelmiyor ya, hastalık, musibetler bunlar birer me’murin-i İlahiyedirler. Onlar emir alırlar gelirler. İşi anladın mı sen “aler-re’si-vel-ayn” hoş geldin, sefa geldin. Eğer emaneti almak için memur isen ona da razıyım. Yok, beni tecrübe edeceksen, ben elimden geldiği kadar sana karşı koyacağım. Yani, ben imtihana tabi tutuluyorum sabırla mukabele edeceğim. Evet.
-: Gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu.
-: Bunu biraz ileriden okuyalım
Hulusi Bey: Bir daha
-: Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil, belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın
Hulusi Bey: Yani ben neyim? O Baki olduğuna göre ben neyim? Faniyim, fakat O Baki’nin malıyım, O Baki’nin mülküyüm, O Baki’nin mahlûkuyum, O Baki’nin masnuuyum, çok inayetine, çok rahmetine mazharım. Öyle ise mademki O Baki, ben de bir gün onun huzuruna çıkacağım. Şu imtihan, ibtila devresini nasıl geçirdiğimi, geçirdiğimin hesabını ona vereceğim. Öyle ise onun evamirine itaatimi göstermeli, nevahisinden sakınmalı ki o zaman azarlanmayayım, itab görmeyeyim, azaba müstahak olmayayım.
-: Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu.
Hulusi Bey: Ayine kendisi. Ayine kendisidir. O Hayy-ül Kayyum’un bütün esmasının tecellisine mazhar, o ayine ye âşık olmuş. Kendisi böyle tahavvülat, tebeddülat görüyor, işi de anlıyor, iman kuvveti ile anlıyor ki sahibinin tasarrufudur. Dertlere müptela eder, feraha çıkarır, zalimi musallat eder, ondan da kurtarır. Çeşitli akla, hayale gelmedik zorluklarla karşılaşır, bunlardan kurtarır. Niçin yapıyor, neden yapıyor? Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Demek ki o daimi bir güneş var, daimi bir mutasarrıf var, ben bir ayineyim. İşte o ayine baki. Bu ayine fani. Hayatta bulunduğum müddetçe onun esmasının, sıfatının tezehhürat-ı bulunur bende. Fakat vazife paydosundan sonra artık ayinelik şeysi kalır mı? Kalmaz. İmtihan bitti, terhis zamanı geldi, boru çalındı. Gidenleri teşci ediyorlar. Ötekiler neşe içersinde, surur içersinde, Allah ısmarladık, Allah kolaylık versin. Öteki de diyor ki; sılana, geçmişlerine kavuştursun, memleketine gidesin, sılaya yetişesin. Kabrin öbür tarafına geçmiş başta Habibullah, bütün sevdiklerimiz o tarafta, onlara kavuşasın. Terhis, askerin silahaltına alınmasında da merasim yapılır, terhislerinde de merasim yapılır, uğurlama yapılır. Asıl uğurlama merasimi bizde işte. O cenaze namazını kılıp, … bandoyu da ordan mı aldılar o fıstıki makamla bando çalıp mahzunane gidiş, abdest yok ha. Zaten namaza da durmadı. Yani işte ebesinin yıkadığı o abdesten. Böyle mi? peki oraya gelmiş, öyle durur, ondan sonra akasından boynunu büker gider, ondan sonra arabasına biner korteji takip eder. Körtaşı takip eder, körüntaşı rastgele, git bakalım. Nere gidiyor?
-: Efendim o zekât meselesinde ben şöyle aklıma şimdi geldi.
Hulusi Bey: Ne geldi?
-: Orda bir harf yanlış, kelime yanlışlığı var.
Hulusi Bey: Ne gibi?
-: Şöyle; zekâttan kırkta bir, tazesinden kırkta on diyor. Kırk yerine yüz olacak. Yüzde on. Yüzde on, yüzde on diyecek, onda bir olur işte. Kırk yerine, yüz yerine kırk yazmışlar işte. Tazesinden yüzde on.
Hulusi Bey: Ben bir şey söyleyemem.
-: حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna imanımda ve iz’anımda ve ikanımda vardır. Çünki onun bekasıyla benim için lâyemut bir hakikat tahakkuk eder. Zira benim mahiyetim, hem bâki, hem sermedî bir ismin gölgesi olur,
Hulusi Bey: İnsan mademki ayinedir değil mi, bizim mahiyetimiz esma-i ilahiyenin ayinesiyiz, öyle mi? Bize tutarı bu var. Cenab-ı Hak baki-i hakidir, bizde ise, bizde cilvesini gösterecek. Ama niye yarattı, eğer fenaya götürecekti ise bize niye o sevgiyi verdi, hiss-i bekayı verdi, bekaya muhabbeti verdi, baki âleme geçmeye bir şevk verdi. Bu hangi tesirle oluyor? Şimdi baki hayata müştak olanlar var mı? Bana bakma sen. Onu aynelyakin müşahede ediyor. Adamcağızın birisi ehlullahtan, evladını kaybetmiş genç yaşta. Anası da iyi bir hanım. Böyle bakıyor, bakıyor dayanamıyor. Diyor ki; Be adam genç yaşta bir evladımızı kaybettik senin şu gözünde bir katre damla çıkmadı, sende hiç mi şefkat yok? Diyor ki; Be hanım, ben evladımın bu âlemden daha güzel bir âleme gittiğini görüyorum, o o kadar mesrur, o kadar sevinç içinde görüyorum ki, ağlamak değil ben onun haline imreniyorum. Kadın o kadar ilerleyememiş, o vaziyeti göremiyor, analık şefkati galeyana geliyor, adamcağıza ta’n ediyor. Evet, biz faniyiz ama beka muhabbetini niye vermiş? Şevk-i beka nerden geliyor? Neden Üstad öyle diyor? Ey nefis, başta Habibullah, bütün sevdiklerin kabrin o tarafındadırlar. Burda kalan bir ikisi onlarda gidiyorlar. Niye bizi uyarıyor? Biz bekaya namzediz. Ebed yolunda yolcuyuz. Demek ki baki bir hayat bizi bekliyor. Bu fani hayattan sonra madem baki hayat var, bizde o bekanın ayinesiyiz, bizde de baki âleme gitmek olacak. Gitmek var ama şimdi o gidiş orada böyle güler yüzle temiz bir vaziyette gitmek var, birde perişaaan, berbaaat. Eyy şimdi o zaman ne mutlu işte o asıl ne mutlu oraya yaz. Söyleyeceğiz bunu yahu. Ne mutlu o zata ki Rabb’inin huzuruna gittiği zaman, “Gel benim abdim, bende sana müştakım. Senin bana iştiyakın olduğu kadar, benimde sana iştiyakım var. Sana Cennetimi hazırladım. Cemalimi müşahede edeceksin.” E, peki böyle bir va’d-i, böyle va’d-i kerimi bulunan Baki-i Zülcelal’in bir zerre muhabbeti bu fani âlemin sultanı olmaya karşılık mıdır, değil midir? Hiç. Bunların hepsi fani damgasını taşıyor. İş hüner burada onun Baki ismine bir ayine olduğumuzu düşünüp nihayet onun huzuruna alınacağımızı hesaplayıp kendimizi çekip çevirmek. Cenab-ı Hak şu söylediğim surette hareketi hem bana, hem dinleyicilerimize, hem bütün mümin, muvahhid kardaşlarımıza nasib-i müyesser eylesin. Âmin.
-: Zira benim mahiyetim, hem bâki, hem sermedî bir ismin gölgesi olur, daha ölmez diye şuur-u imaniyle takarrur eder.
Hem o şuur-u imanla mahbub-u mutlak olan Kemal-i Mutlak’ın varlığı bilinmekle, şedid ve fıtrî olan muhabbet-i zâtî tatmin edilir. Hem Bâki-i Sermedî’nin bekasına ve varlığına ait o şuur-u imaniyle kâinatın ve nev’-i insanın kemalâtı bilinir ve bulunur.
Hulusi Bey: Bilinir. Hem bilinir, hem bulunur. Evet.
-: Bilinir ve bulunur ve kemalâta karşı fıtrî meftuniyet, hadsiz elemlerden kurtulup zevk ve lezzetini alır.
Hem o şuur-u imaniyle o Bâki-i Sermedî’ye bir intisab ve o intisab-ı imanî ile umum mülküne bir münasebet peyda olur ve o münasebet-i intisabî ile hadsiz bir mülke bir nevi mâlikiyet gibi iman gözüyle bakar, manen istifade eder.
Hulusi Bey: Bu ne kadar kendisine mutabakata yanaşırsa o kadar bunun zevkini alabilir ki, peşin söyledi. Birinci mertebe-i hasbiye, çünkü kendim için yazmışım diyor. O inkişaf etti. O beş türlü gurbet içinde bulunduğu zamanda ayet-i hasbiye onu teselliye kâfi geldi. Şimdi biz istiyor muyuz? Üstadın şöyle tefeyyüz ettiği kendisi için, kaleme aldığı yazdırdığı, söylediği şu mübarek mertebelerden bir parça istifade etmek. İsteriz efendim! İsteriz ama terlemeden isteriz. Terleyeceksin ne yapalım, biraz ter var. Mendili çıkar terini sil. Sil filan, ne yapalım. Soğuk olduğu zaman üşürüz, pencereyi kapa, kapıyı kapa. Biraz sıcak olsa terleriz, fakat katlanmak lazım. Bize dünyevi bir maksat için filan yerde toplantı var, gelin deseler. Nallarız gideriz. Peki, elhamdulillah sizler böyle bir mevsim de, böyle bir mevsimde, yani atını nallayıp seğirtenlerden olmamışsınız. Orda Kur’anın mubahasasında bulunmak. İman dağarcığına taze bir şeyler daha koyup, o imanı tecdit etmek, yenilemek, kuvvetlendirmek, mümkün olan bir dershaneye gelmişsiniz. Küçük dersane talebesi az. Fakat biz burda azız, fakat bu niyet ile nerde bulunursa bulunsun ne kadar kardeşlerimiz varsa hepsi manen burda hazırdır. Biz bilmesek Cenab-ı Hak biliyor. İş o ihlası elde etmek. Yalnız değiliz. Yani faide yalnız bize ait kalmaz, onlarda istifade eder. Şol şart ile ki; biz
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ
Fermanını gayet iyi anlamışlardan olursak.
-: Hem o şuur-u imaniyle ve intisab ve münasebet ile umum mevcudata bir alâka, bir nevi ittisal peyda olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücud,
Hulusi Bey: Cüz-i
-: Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücud, o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâka ve ittisal cihetinde güya onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtrî aşk teskin edilir.
Hulusi Bey: O var, O baki ben fani olsam da ehemmiyeti yok. Nihayet dönüp dönecek yine onun huzuruna varılacak. Onun baki isminin azami derecede inkişafı var. Ben bir halde kalmıyorum, yuvarlanıyorum. Benden iyi olanlardan birçoklar benden iyiler, benden şöyle böyle olanlar hepsi göçüp gittiler. Ben ne olacağım? Bende göçeceğim, amma nereye? O bakinin imtihan, iptila, hizmet memleketinden ücret almaya, istirahat etmeye, nöbet beklemeye mükâfat için nöbet beklemeye gideceğim. Onun memleketinden birinden diğerine gideceğim. Bir evinden diğer bir evine nakledileceğim. Onun mülkü değil mi orası? Ahiret âlemi de onun mülkü. Sen ve ben onun hem mülküyüz hem memluküyüz hem mülkünde çalıştırılıyoruz. Boşuna mı çalıştırıyor? Ücret vermeyecek mi? Bizim ücret istemeye hakkımız var mı, yok mu? Yok. Fakat onun ücret vermek ulûhiyetine yaraşır bir vasıf mıdır? Yaraşır. İkisi ayrı, bir şey versin ki çalışayım, ibadet edeyim. Yok, biz peşin almışız, istemeye hakkımız yok. Evet, öyle değil, ya nasıl? Onun şanı kendisine muti olanları mükâfatlandırır mı, mükâfatlandırır mı? Nasıl mükâfatlandıracak? Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş, ne kalbi beşere hutur etmiş bir surette mükâfatlandıracak. İstihkakımızdan dolayı mı, kerem-i inayetinden mi dolayı?
-: Kerem-i inayetinden dolayı.
Hulusi Bey: O yapar. Bizim bize yeniden bir şey lütuf eder misin? Hani ibadet ediyoruz ya, ücretimizi ver. Ücretimizi peşin almışız. Bildiğiniz şey kısaca tekrar edelim. Bizi insan yaratmış, hayvan yaratsaydı ne diyecektik? İnsan yaratmakla beraber, bizi iman ve İslam yolunda bulunanlardan etmiş. Ondan sonra gele, gele şu her türlü alaka-i maneviye kırılmış, beşer perişan vaziyette, asır mariz, insanlar dert yükü olmuş. Efendim! Ferdler alil vaziyete gelmiş, tedaviye muhtaç öyle bir vaziyette. Bizi bu zamanda da Kur’an’ın nurundan istifade edip yaralarımızı tedavi edecek, hastalığımızı, hastalığımızı sıhhate çevirecek bir şeyler devalar var mı, yok mu? Var. Cenab-ı Hak o Kur’an’ın sırrı icazından bize nasip etmiş, bize göndermiş. Daha ne etsin. Böyle zamanda? Acaba Cenab-ı Hakkın hidayeti olmazsa idi bizim her birimizi birer emniyet mensubu zorla bizi buraya getirse aklımız dışarıda olmaz mıydı? Zorla ha. Zorla vura, dürte getirse burda yine bir fırsatını bulup pabucumu alıp yalla. Belki pabuçtan da vazgeçerisin. Giderim o pabuç da gitsin. Rahatlık isteriz, serbestliği isteriz. İnsan hür olmak istiyor ha. Nefsin iktizası bu. Bak ihtiyarımız haricinde bir kuvve-i maneviyenin tesiri altındayız, yani bir inayet ve rahmet-i İlahiyyenin zıllı altına girmişiz, himayesi altına girmişiz. Hakkımız nedir, şekva mıdır, şükür müdür?
-: Şükür.
Hulusi Bey: Allah bizi şakirlerden eylesin. Âmin. Bizde Hz. Ömer gibi diyelim; “Ya Rabbi beni kalillerden eyle” Ya emirel müminin ne demek istiyorsun, nedir bu kalillerden eyle? Cenab-ı Hak buyurmuyor mu?
وَقَل۪يلٌ مِنْ عِبَادِىَ الشَّكُورُ
Allah’ın şakir kulları az. Onun için bende o azlardan olmak istiyorum. Cenab-ı Hak hepimize hakikatte az gibi görünen, çok faziletli bir şakir zümresinden eylesin. Âmin. Ve orada sebat versin. Şu zevk ile dinlediğimiz ve hakikaten ıslah-ı nefs için başka çaremiz yok. Vaktimizin bir kısmını olsun nurlandırmak istiyoruz. En mükemmel bir ibadet, en ali bir ibadet olan namazlar ile huzur bulamayacak derecede fikren meşgulüz, halimiz pek perişan. Bu vaziyette Cenab-ı Hak bizi Kur’anın nuruna itti getirdi buraya, burada birkaç dakikamızı onun yolunda sarf ettirdi. Ya Rabbi sana nihayetsiz hamd-ı şükr olsun. Bize bu inayetini ve rahmetini asla esirgeme, lütfet.
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ * وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَل۪ينَ * وَسَلاَمَةٌ عَلَى الْحَاضِرِينَ اِلى يَوْمِ الدّ۪ينِ * وَالْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
PDF Dosyasını İndirmek İçin Tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 115) DÖRDÜNCÜ ŞUA - DERS - 1 başlıklı makalemizde dördüncü şua ve Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye hakkında bilgiler verilmektedir.