123) ONSEKİZİNCİ SÖZ DERS – 1

ADAD

Hulusi Bey

 ONSEKİZİNCİ SÖZ DERS – 1

Hulusi Bey:

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَيْنِ الْعِناَيَةِ كَنْز ِالْهِداَيَةِ اِماَمِ الْحَضْرَةِ اَمِينِ الْمَمْلَكَةِ طِراَزِ الْحُلَلِ ناَصِرِالْمِلَلِ تاَجِ الشَّرِيعَةِ سُلْطاَنِ الطَّرِيقَةِ بُرْهاَنِ الْحَقِيقَةِ زَيْنِ الْقِياَمَةِ شَمْسِ الشَّرِيعَةِ شَفِيعِ اْلاُمَّةِ عاَلِى الْهِمَّةِ كاَشِفِ الْغُمَّةِ يَوْمَ الْقِياَمَةِ سِراَجِ الْعاَلَمِينَ.

اَللّٰهُ عاَصِمُهُ وَ جِبْرِيلَ عَلَيْهِ السَّلاَمُ خاَدِمُهُ وَالْبُرَاقُ مَرْكَبُهُ وَقاَبُ قَوْسَيْنِ مَقاَمُهُ وَالْمَعْبُودُ مَقْصُودُهُ شَمْسُ الضُّحَى بَدْرُ الدُّجَى نُورِ الْهُدَى خَيْرِالْوَرَى اِماَمِ الْمُتَّقِينَ اَصْفَى اْلاَصْفِيَآءِ مُحَمَّدِنِ الْمُصْطَفَى صَلَّى اللّٰهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ قِبْلَةِ الْعاَرِفِينَ وَكَعْبَةِ الطَّآئِفِينَ وَحَبِيبِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَعَلَى اَلِهِ وَاَصْحاَبِهِ وَ عِتْرَتِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ وَسَلِّمْ تَسْلِيماً كَثِيراً ياَ رَبَّ الْعاَلَمِينَ اَمِينَ.  

-:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ٭

KÖLE AZAD ETMENİN FAZİLETİNE DAİR AYET VE HADİSLER

Allahu Teâla şöyle buyuruyor:

“Sarp yokuşu geçmenin zorluklarını göze alıp geçemedi. Yokuş nedir bilir misiniz? O, kul azad etmektir.”

Hulusi Bey: Bir daha oku.

-:  Allahu Teâla şöyle buyuruyor:

“Sarp yokuşu geçmenin zorluklarını göze alıp geçemedi. Yokuş nedir bilir misiniz? O, kul azad etmektir.”

Ebu Hureyre (r.a.)’den Resulullah (s.a.v.) Efendimiz: “Bir kimse müslüman bir köle azad ederse, ut yerine varıncaya kadar kölenin her uzvuna mukabil Allahü Teâla cehennemden azat edenin azalarını kurtarır” buyurmuştur.

Ebu Zer (r.a.)’den Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’e: “Ya Rasulullah! Hangi amel efdaldir?” diye sordum. “Allah’a iman ve Allah yolunda cihattır” buyurdu. “Hangi köleyi azad etmek efdaldir?” dedim. “Sahibi yanında en iyi ve en pahalı olanıdır” buyurdu.

KÖLELERE İYİLİK VE İHSAN ETMENİN FAZİLETİNE DAİR AYET VE HADİSLER

Allahu Teâla şöyle buyuruyor:

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi şerik koşmayın. Anne ve babanıza, akrabanıza, yetimlere, miskinlere, yakın ve bitişik komşularınıza, yol arkadaşlarınıza, yolculara, yolda kalanlara ve kölelerinize iyilik ve ihsan edin.”

Ma’rur bin Süveyd (r.a.)’den: Bir gün Ebu Zer hazretlerini gördüm. Üzerlerinde değerli bir elbise vardı. Kölesi de bu elbisenin bir aynını giymişti. Sebebini sordum. “Resulullah zamanında bir adama sövmüş, annesini de ayıplamıştım. Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) Efendimiz “Sende cahiliyet huylarından bir parça var. Onlar hizmetçileriniz olmakla beraber sizin kardeşlerinizdir. Allahu Teâla onları sizin idarenize vermiştir. Binaenaleyh bunlardan biri kimi elinin altında bulunursa o ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara güçlerinin yetmediği şeyleri teklif etmeyiniz. Şayet ağır bir iş teklif ederseniz onlara yardım ediniz” buyurdu, cevabını verdi.

Hulusi Bey: Yeter. Toplayıp getiriyorsun, tarihlerine bak da sıraya koy.

-:  CENNET VE CEHENNEM

Cennet ve cehennem, Cenab-ı Hakk’ın şu anda mevcut iki yaratığıdır. Buna Hz Âdem ve Havva kıssası delalet etmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak cennet hakkında “Muttakiler için cennet hazırlandı” ve cehennem hakkında da “Kâfirler için hazırlandı” buyurmaktadır. Cennet ve cehennem hiçbir zaman yok olmayacaktır, dolayısıyla bunların ehli de yok olmayacaktır. Bu hususu Cenab-ı Hak “Orada ebediyen kalacaklardır” ayet-i celilesiyle açıklamaktadır. Zira iman ebediyen vacip olduğu ve küfür de ebediyen haram olduğu için bunların cezaları da aynı şekilde ebedidir. Bu husus “Amellerine uygun ceza” ayet-i kerimesinden anlaşılmaktadır. Cennet ve cehennemden

Hulusi Bey: Hangi şeyde, sure de?

-:  Yazmamış

Hulusi Bey: Evet

-:  Cennet ve cehennemden, sevap ve ikabdan evvel amellerin arz edilmesi ve muhasebesi vardır. Nitekim “Saf saf Rabbinize arz olunurlar” ayet-i kerimesi bunu ifade etmektedir. Keza “O günde siz arz olunacaksınız. Sizden hiçbir şey asla gizli tutulmayacaktır. Ayrıca herkes o günde amel kitabını okuyacaktır. Biz ona kıyamet gününde bir kitap çıkaracağız. O, önüne açılmış bir kitapla karşılaşacaktır” ayet-i kerimesi bu hakikati anlatmaktadır.

Ebu Hureyre (ra)’den: Bir adam Resul-i Ekrem (sav)’e kalbinin katılığından şikâyet etti. Resul-i Ekrem de “Yetimin başını okşa, zavallı fakirlere yedir” buyurdu.

Şefaat:

Peygamberlerin veya kimselerin başkaları hakkında şefaat etmeleri de haktır. “Onun izni olmadan nezdinde kim şefaat edebilir?” ayet-i kerimesi bu hakikati ispat etmektedir. Resullah (s.a.v.) “Şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler hakkındadır” buyurmuşlardır.

Hulusi Bey: Elhamdülillah

-:  Ve yine Peygamber (s.a.v.) “Kıyamet gününde üç sınıf kimse şefaat edecektir: Peygamberler, âlimler, sonra şehitler” buyurmaktadırlar. Küfürden başka her büyük günahın affı caizdir. Allahu Teâlâ “Allah hiçbir surette kendisine şirk koşulmasını affetmez ve bundan başka günahları dilediği kimse hakkında bağışlar” buyurmaktadır. Bununla beraber kul küçük günahlardan dolayı da azap edilecektir. Nitekim Allahu Teâla dilediği kimseyi bağışlar ve dilediği kimseye azap eder. Büyük günahlar insanı inkâr ve yalanlama alameti olmadıkça imandan çıkarmaz.

Büyük günahlar insanı, inkâr ve yalanlama alameti olmadıkça imandan çıkarmaz ve küfre sokmaz, çünkü Allahu Teâla “Ey iman edenler! Öldürenler hakkında sizlere kısas farz olundu” buyurmaktadır. Keza müminlerden büyük günah işleyenler ebediyen cehennemde kalmayacaklardır. Zira Allahu Teâla “Zerre miktarı hayır işleyen onu görecektir” buyurmaktadır.

Hulusi Bey: Bitti mi?

-:  Evet

Hulusi Bey: Ne okuyacaksın?

-:  Arzu edilen..

Hulusi Bey: Mektubat var mı? Onyedinci sözü okuduk değil mi?

-:  Evet

Hulusi Bey: Onsekizinci söz’e geç!

-:  Mektubat’ı getirelim.

Hulusi Bey: Getirsinler.

-:  Sözler’e devam ediyoruz diye Mektubat’ı getirmemiştik.

-:  Burda vardır.

-:  Sözler’e devam ediyoruz diye Mektubat’ı getirmemiştik.

Hulusi Bey: Neyse.

-:

ONSEKİZİNCİ SÖZ

Bu sözün iki makamı var.

Nefs-i emmareme bir sille-i te’dib:

Hulusi Bey: Evet şöyle yakına getir ben de göreyim.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلاَ تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ

Oku oku.

-:

(Bu sözün iki makamı var. İkinci Makamı daha yazılmamıştır. Birinci Makamı üç noktadır.)

BİRİNCİ NOKTA:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلاَ تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ٭صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظ۪يمُ٭

-:  Nefs-i emmareme bir sille-i te’dib:

Hulusi Bey: Ayetin nerde olduğunu, sözler

-: Al-i İmran 188

            Ey fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim!

-: O kendisine söylüyor.

Hulusi Bey: Zannetme onları ki Hüda ile gelip hakkı ketimle ahde vefa eylememişken, kendilere hamd olunmayı isteyip sevinirler. Zannetme ki ânlar dünyada esir ve cizye ve hakaret azabından necata bir mahal bulalar. Ve ânlar için ahirette dahi derdinâk ve elemli azap vardır. Rivayet olunuyor ki Peygamber (a.s.m.) Yahud’a Tevrat’tan bir şey sual ettik de sıhhatini ketmeyleyip hilafını cevap vermeye tasdik olundu. Zu’muyle ferahlandılar. Ol sebepten bu ayet-i kerime nazil oldu.

(Mevakib Tefsiri)

-: Ey fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var.

Hulusi Bey: Aynı şey yine tekrar edilecek.

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ ٭ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

لاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلاَ تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ٭صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظ۪يمُ٭

Nefs-i emmareme diyor ama nefs-i emmareye deyin. Umum, umumi olur işte, nefs-i emmareye.

-:  Nefs-i emareme (emareye) bir sille-i te’dib:

Ey fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem (nefis) nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var.

Hulusi Bey: Bir dakika. Yeri uzak olup duymayanlar, yakında yer var. Bu tarafa gelsinler. Yeri uzak olduğundan dolayı duyamayanlar yakınlaşsınlar, bu oda açıldı, oraya gitsinler.

-:  Oranın sobası da yanıyor.

Hulusi Bey: Oradaki sobayı da yakmış ev sahibi.

-:  Ordan, ordan. Efendim! Burası kapanmış, ayakkabı kapatmış. Ordaki kardeşler içeri girerse burdaki kalabalık da oraya gider.

Hulusi Bey: Bilmem artık

-:  Bir zahmet

Hulusi Bey: Burda ev sahibinin sözü geçer, başkasının sözü yok. Buyur.

-: Hâlbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz’-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun, gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür.

Hulusi Bey: Şimdi bakın. Bu kadar faziletini idrak ettiğimiz Müellif-i müşairun ileyh hazretleri bu kadar tevazu gösteriyor. Fakat onun kendisine atfen söylemek istediği şeyler, gayr-i kabil-i inkâr ki hepimizde de var. Nefsimiz emmare değil mi?

-:  Evet

Hulusi Bey: Bizim nefsimizde hodgamlık yok mu? İyiliği hep kendimizden bilmek gibi bir vaziyetimiz yok mu? Herkes bize minnettar olsun, biz söylüyoruz, biz topluyoruz. Bakın şimdi; şuradaki toplanışımızda zahir vaziyet bu cemaatin buraya gelişi, Allah’ın bir lütf-u keremi değil midir? Eser-i rahmet ve inayet değil midir? Ya bu dersler burda olmasaydı, burda bunu okuyan herhangi bir kardeşimiz bulunmasaydı ne söyleyecektik buraya? Günlük gazeteleri mi? Yoksa çarşı havadislerini mi burda tazeleyip tazeleyip söyleyecektik? Örfi imanımıza faideli, bizim için dünya, ahiret hayatı için değerli olan şeyleri burda okuyoruz, istifade ediyoruz. Bu zat bu kemaliyle beraber kendisini gayet aşağıda tutuyor. Ama sözüne bakarsan kendi nefsine hitap ediyor, insaf edip biz kendimizi artık bu iş benim işim değildir deyip biz tesahüb etmeyelim. Gelenleri getiren, konuşmayı konuşturan, anlamayı kolaylaştıran ve bunun sonuncusu olarak bu anladığına dinlediğine göre ona uygun hareket etmeyi nasip eden Allah’tır. Var mı şekk-i şüphemiz?

-:  Haşa

Hulusi Bey: Yoktur. Öyleyse iyilik Allah’tandır, kötülük nefsimizdendir. Bunu peşinen hesaba katıp düşünmemiz lazım. Yoksa o zat öyle demiş, ya benim nefsim?

Nefs-i emmare değil ki artık, nefs-i mutmainne olmuş. Melekleşmişiz artık değil mi? Haşa. Böyle bir vaziyet iddia edemeyiz, utanmak lazım.

Bu zatın bu kemaliyle bu tevazuuna karşı bizim böyle bir haddimizden ileri söz konuşmamız hakikaten hiç yakışmayacak, insanlığa da yakışmayacak, edebe de yakışmayacak bir tavır takınmak demektir. İnsaf etmek, haddini bilmek lazım. Cenab-ı Hak bizi Peygamber (a.s.m.)’ın sünnet-i seniyyesinden olan güzel edep, güzel ahlak ile mütehallik olan aziz, necip, fazıl kullarından eylesin.

-:  Âmin!

Hulusi Bey: Buyur.

-: Senin vazifen fahr değil, şükürdür.

Hulusi Bey: İşte senin deyince herkes kendi nefsini düşünsün. Biz iftiharen övüneceğiz ki bak işte böyle bir cemaate gidiyoruz. İftihar edelim. Bunlar bizim sözümüz değil. Ne diyeceğiz? Elhamdülillah. Ya Rabbi sana şükür, bütün ömrüm boşa gidiyordu, sen lütfettin, şu ömürden bir iki saatlik zamanı şu mübarek İmanî ve Kur’anî dersleri dinlemekle beni meşgul ettin deyip O’na şükretmemiz lazım. Evet.

-: Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacalettir.

Hulusi Bey: Ya herkes sana desin Hasan Ağa böyle, Mehmet Efendi böyle, bilmem ne bey böyle. Bunun için, desinler için, bunlar nereye kadar devam eder? Çok çok devam etse ne zaman ki vefat etti, hepsi sarılır ve unutulur. Ondan sonra dostlarından ciddi, samimi, ihlaslı dostlarından başka hepsi ne kadar çürük tarafları varsa hepsini dile dolarlar, davul olur çalarlar, âleme rezil ederler. Hâlbuki kendileri de rezil olur. Kendileri de rezil olur, senin dostuna karşı halin bu, demek ki bize karşı dostluk taslıyorsun, biz ölürsek bizim için de böyle söylersin. Yine tekrar ediyorum, Cenab-ı Hak Habibine layık gördüğü ahlak-ı haseneyi azıcık da bize nasip etsin.

-: Âmin. Âmin.

Hulusi Bey: Azıcık da bize nasip etsin. Âmin.

أدبني ربي فأحسن تأديبي

Eddebenî Rabbî fe ahsene tedibi”

Buyuruyor Cenab-ı Peygamber (s.a.v.). Beni, Rabbim güzel bir surette edeplendirdi. Biz de temenni ediyoruz ki, ya Rabbi biz de onun ümmetiyiz, bizi şefaatine layık kıl. Bizi ona bahşettiğin edepten hissedar et. Âmin.

-: Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir.

Hulusi Bey: Senin hakkın medih değil. Herkes beni methede, bu değil.

-:  İstiğfardır, nedamettir.

Hulusi Bey: İstiğfar. Şimdiye kadar bu işle meşgul olmadığım zaman ki ne kadar boşa verdiğin ömrün var, onları nereye verdin, nereye sarf ettin? Hiç, boşa gitti. Ondan dolayı ne yapman lazım? İstiğfar etmek, istiğfarı da anlattık ikindi dersinde. İstiğfar demek, hem afüv hem boş geçmiş olan zamanı ibadetle, selahatle geçmiş gibi sevaba çevirmesi için Cenab-ı Hak’tan niyaz etmek demektir. Ya Rabbi bizi mağfiret et deyince hem kusurumuzu affet, hem de o kusurlu geçen ömrümüzü senin rızana muvafık amellerle geçirmişçesine bizi sevaplı olan kullarına dâhil et.

-:  Âmin.

Hulusi Bey: Sevap işlemiş gibi, sanki onlar boşa gitmemiş de hepsi Allah’ın rızasında ibadet, taatle, amal-i saliha ile geçmiş gibi et ya Rabbi.

-:  Senin kemalin hodbinlik değil, hüdabinliktedir.

Hulusi Bey: Yani kendini görmek değil ya. Hacı Ağa sen olmasan bizim halimiz yaş. E buna ne derler, riyakarlık derler değil mi? Hacı da zaten onun için boynunu bükmüş zavallı

-:  Allah bizi o zümreden etmesin.

Hulusi Bey: Ya, ya Hacı Nuri sen nasılsın?

-:  Hamdolsun.

Hulusi Bey: Seninki hepsinden iyi. Verdiğine şükür. Ya vermezse?

-:  Gene hamdolsun

Hulusi Bey: Vermezse de hamdolsun

-:  Hamdolsun

Hulusi Bey: İşi anlamış. Çünkü çok borcu var.

-:  Çok büyük çok büyük..

Hulusi Bey: Çok borcu var. Kul borcu değil bu, Allah borcu. Fakat hangisi çetindir?

-:  Rabbim borçlu koymaya.

Hulusi Bey: Dur hele dur. Kul borcu mu çetindir, Allah borcu mu?

-:  Kul borcu çetindir.

Hulusi Bey: Kul borcu çetindir. Doğru, çünkü Allah affedicidir, affı sever. Bazen belli olmaz, mesela bir gece namazında iki rekât namaz kılar, yalvarır, gözünün pınarından da birer damla yaş gelir. Hacıyı bir de bakarsın ki affetti gitti.

-:  He inşallah

Hulusi Bey: Yâ. Ama gene hep bana değil mi, keseri sen yap. Sen nalın yap nalın, takunya diyorlar ya, takunya yaparsan iyi olur.

-:  Kimse almaz

Hulusi Bey: Yongası sana kalır, öteki tarafı satarsın, para kazanırsın.

-:  Evet, sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin.

Hulusi Bey: Hah.

-:  İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız.

Hulusi Bey: İyi dikkat et ha! Hayrı kabul etmek?

-:  Şerre merci olmak için yaratılmışsınız.

Hulusi Bey: Demek ki bir şer gelirse kimden diyeceğiz? Havale mi edeceğiz? Şer bizden. Hayrı kabul, gelmiş, kabul edeceğiz. Kim getirdi, hayır kimdendi?

-:  Allah’tan

Hulusi Bey: Allah’tan. Allah’tan gelmiş, alerre’si vel-ayn. E şer gelirse? Havale. Kime? Birisine veririz canım, boş duran birisine veririz. Öyle mi?

-:  Hayır.

Hulusi Bey: Ne yaparız? Şerre merci, bu benim suçum, ben işledim. Onu öyle bilirsen, kime diyeyim ki benim işlediğim suçtan dolayı beni affet? Suçları bağışlayan, o ömrü yele veren kimsenin, ömrünü ibadetle geçirmişçesine sevaplı bir vaziyete çevirmeye gücü yeten, vaat eden kim ise ona.

-:  Allah

Hulusi Bey: Kimdir o?

-:  Allah

Hulusi Bey: İşte Allah. Ya Rabbi bizi hem affet, hem kusurlu geçen zamanımızı ibadât, taatle senin rızana muvafık olarak doldurmuş, iyiliklerle doldurmuş olanların arasına bizi kat.

-:  Âmin!

Hulusi Bey: İstersen süpürgeyle kat, neyle katarsan kat.

-:  Âmin!

-:  İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yani fail ve mastar değilsiniz.

Hulusi Bey: Belki?

-:  Belki münfail ve mahalsiniz.

Hulusi Bey: Yani her şeyden müteessir olacak bir yaradılışınız var. Soğuktan müteessir oluruz, sıcaktan müteessir oluruz. İyi sözden, hoşumuza giden şeyden bir teessür duyarız; kötü sözden, canımızı sıkacak bir şeyden bir teessür duyarız. Hepsi teessür içerisindedir. Fakat birisi nefsin hoşuna giden teessürdür; diğeri de nefsin hoşlanmadığı, ciro edecek yer aradığı hoşlanmaktır, müteessir olmaktır. Evet.

-:  Yalnız bir tesiriniz var

Hulusi Bey: Hah

-:  O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir surette kabul etmemenizden şerre sebep olmanızdır. Hem siz birer perde yaratılmışsınız.

Hulusi Bey: Hayr-ı mutlaktan gelen?

-:  Hayrı. Yalnız bir tesiriniz var, o da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir surette kabul etmemenizden şerre sebep olmanızdır.

Hulusi Bey: Yani onu güzel bir surette

PDF Dosyasını İndirmek için Tıklayınız!

 

Bir önceki yazımız olan 122) ONUNCU SÖZ 5.HAKİKAT VE 20. MEKTUB/ 1. MAKAM 4. KELİMEDEN DERS - 3 başlıklı makalemizde 10.söz ve 20.mektub hakkında bilgiler verilmektedir.