
Hulusi Bey
OTUZBİRİNCİ SÖZ/ÜÇÜNCÜ ESAS (Mİ’RAC) DERS – 2
Hulusi Bey: Söyleyin bakayım.
-: Bize Rabbımızı tarif eden,
Hulusi Bey: Üç büyük külli muarrif var. Birisi: kitab-ı kâinat, ikincisi Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselam. Üçüncüsü Kur’anı Azimişşan. İşte ikinci burhan-ı natiki, tanımalıyız diyerek. Onu bize tarif ediyor. En güzel bir surette gösterici ve tarif edici kimdir? Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselam. Sıfatlarıyla, esmasıyla, şuunatıyla, efaliyle o zat göstermiştir, tarif etmiştir. Hem Sâni’-i Âlem’in nihayet-i cemalde olan kemal-i san’atı üzerine nazar-ı dikkatleri çekmek ve teşhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine o zâttır. Nihayet-i cemal’deki kemal-ı sanatı üzerine. Herkesin dikkat-ı nazarını çekmek, teşhir etmek istemesine mukabil. Kim nazar-ı dikkati celbetti, kim teşhir etti? Yine Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselam. Hem âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdaniyetini ilân etmek istemesine mukabil, Kesret tabakaları, şu mahlûkatın çokluğu arasında birliğini ilan etmek istemesine mukabil, tevhidin en a’zamî bir derecede bütün meratib-i tevhidi ilân eden yine bizzarure o zâttır. Hem O’da bir memurdur. Bunu da yapan O’dur. Şimdi hakikatte bize her şeyin hakikatini gösteren ve kendisini kolaylıkla bulmak için içimizden birini tam muallim yaparak, tam bir rehber ve mürşid yaparak, şu zaif beşere, aciz insan güruhuna gönderen ne istiyor bizden? Her birimizden, yani hem insanlardan, hem hayvanlardan, hem nebatattan nedir gayesi? Bunların hepsinde görünen kendisi. Şimdi sen, ben, biz, her birimiz bize sorulsa seni yaratan kim?
-: Allah
Hulusi Bey: O kadar da gevşeksiniz yani yahu. Öyle bir gür sesiniz çıkmalı. Allah. Seni rızıklandıran kim?
-: Allah (C.C.)
Hulusi Bey: Senin yaşamanı, beslenmeni sağlayan kim, temin eden kim?
-: Allah (C.C.)
Hulusi Bey: Seni korktuklarından esirgeyen, umduklarına yetiştiren kim?
-: Allah (C.C.)
Hulusi Bey: İşte bak, nasıl. Demek ki bak sana Allah dedirten, sen O’nun Allah demenle diyorsun ki: Benim halıkım bir, benim sani’im bir, benim malikim bir, beni rızıklandıran bir, benim hafizim bir, beni hesapsız nimetleriyle besleyen bir. Artık diğer esmayı bunun üzerine düşün. Seni zaman zaman acıktıran yine O. Seni o açlığını gidermek için hesapsız yenecek maddeleri yapıp yakıştırıp ağzına kadar getiren yine O. Böyle bir Allah sevilmeye layık mıdır?
-: Amenna ve saddakna.
Hulusi Bey: Hele bir gün şiddet-i hararet basmış, bir yoldasın, yolun üzerinde, aranızda da bir damla su yok. Birden bire yolunuzun üzerinde, bir tanesi selendi “ İleride su var.” O ne kadar sevinç hissedersin? Nihayet o suyun başına düldülünle mi gidiyorsun, motosikletle mi gidiyordun, hangi motorlu vasıta ile gidiyorsun? Trenle mi gidiyorsun? Oraya gitmek, can atacaksın, oraya geldin mi oh elhamdülillah. Hayatımız, kavuştuk suya. Bu kadar zayıfız ha. Susadığımız zaman su, acıktığımız zaman yiyecek, üşüdüğümüz zaman kürk mürk, sıcak nefesimizi kestiği zaman soğuk meşrubat. Buz fabrikası ihtiyaç oldu, hararetimizi söndürmek. Her şeyi hazırlayan, bu zamana göre de en mükemmel yiyeceği, içeceği ve bunların bozulmadan muhafazasını temin edecek kapları, mahfazaları, sandukçaları ihzar eden, ettiren yine O. Bunu Arçelik yapmış, ötekini de Karaçelik yapmış, ötekini de bilmem kim yapmış. Yahu ah efendi bunların hepsi perde, yapan yaptıran O. Onun kafasını bu ihtiyacı göstererek bu işe hizmet ettiren O. Evet onları koymuş, bakalım ki biz, bu kadar önümüze çalı, çırpı, diken serpilmiş olduğu halde halıkımızdan başkasını tanıyor muyuz, biz minneti ona mı yapıyoruz? Denemedir bu. Çok vasıtaları koymuş. Yani maksada ermek için çok şeyleri orta yere koymuş, biz onları kendimize rab tanıyacak kadar düşük bir seviyede olacak mıyız? Yoksa kalbimize iman nuru hakkıyla yerleşmişse onun ışığı altında ebede kadar yolumuzda dikenler serpilse, muzır hayvanlar, haşarat doldursa, bütün bunları tereddütsüz onun koyduğu manilerdir. Onun izni olmadan ne bir diken bana zarar verir, ne bir haşere, ne bir canavar bana musallat olabilir. Beni Hafiz-i Rahimim muhafaza buyurur. Ben ondan şaşmam diye bilecek kadar selabet-i iman lazım. Kuvvet-i iman lazım.
Hem şu saray-ı âlemin Sâni’i, gayet hârika mu’cizelerle ve gayet kıymetdar cevahirle dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir etmesi ve onlarla kemalâtını tarif ve bildirmek istemesine mukabil, en a’zamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici. Kimdir?
-: Yine O zat.
Hulusi Bey: Yine bilbedahe o zâttır. Hem şu kâinatın Sâni’i, şu kâinatı enva’-ı acaib ve zînetlerle süslendirmek suretinde yapması ve şuurlu mahlûkatını seyre tenezzühe, ibrete ve tefekküre girmeleri için ona dâhil etmesi, mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalarını, kıymetlerini, o ehl-i temaşa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melaikelere Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, bilbedahe yine o zâttır. Yani Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselam. Burada bir tabire girişeceğim. Ruhanîlere ve melaikelere sözü de geçti. Biliyorsunuz ki melaikeler Cenab-ı Hakkın bildirmediğini bilebilirler mi? Onların makamları sabittir, mutidirler. Ne emrolunmuşsa onu yaparlar, asla isyan etmezler. Galizdirler, şeditdirler. Fakat biz hep derslerimizde okuyoruz.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَليمُ الْحَكيمُ
Kimin sözüdür bu? Kur’anın kelamıdır amma, melaikelerin sözü.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا
Senin bildirdiğinden madasını biz bilemeyiz ki.
اِنَّكَ اَنْتَ الْعَليمُ الْحَكيمُ
Ancak sen, âlim mübalağa ile ilim sahibi ve Hakim-i Mutlak’sın.
Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîm’i. Hâkim-i Hakîm’i, hem Hâkimi hem de hikmetle tasarruf eden. Şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını. Nedir bu âlemde bu tahavvülât. Tahavvülât var mı, tebeddülat var mı? Şimdi gündüz, önümüz ne? Gece. Şimdi yaz, önümüz ne? Kış. Evet, bu tebeddülat, tahavvülât acaba niye, neden böyle oluyor? İşte bu veçhesiyle anlaşılmaz bir muamma. Bu bir muğlak tılsımdır. Bildirilmeseydi bilebilir miydik? Bilemezdik, Halık’ı tanımasaydık. Bütün işler onun kudret elinden çıkıyor. Mutasarruf-u Hakiki odur, Mün’im-i Hakiki odur. Bunu böyle kuvvetli ders almasaydık, imkânı mı var ki? Biz işi, zahar onlarda insan. Neden tabiat diyor, neden esbaba saplanmış, neden azmış sapmış da hidayet yolunu bulamamış? Kelle, kulak yerinde. Tahsil desen tamam. İman desen mafiş. Ya, gel buna şaş. Her şeyi var, imanı yok. Onun için bilemiyor, bulamıyor. Allah o zümreden etmemiş bizi, elhamdulillah ya Rabbi. Bizi onlardan halk etseydin bizim halimiz nice olurdu? Kim çekip çevirip bizi bu hidayet yoluna, İslam nuruna, iman, tevhid, hidayet yoluna kim getirebilirdi? İçimizde yaşayanlar, bak ha. Üstü başı pis içerisinden. Necis içerisinde yuvarlanan hemşeri dediğimiz heriflere bak. O saç sakal biri birine karışmış vaziyetteki habisin sözünü dinler. Ama üniversite mezunları da var. Profesör payesini çıkanlar da var. Neye yaramış? Onda bir kolaylık var. İşte beşerin bir kısmı şu kısa ömürdeki kolaylığa hevesleniyor. Bir kısım Bolşevik olur, komünist olur, bir kısmı böyle sapıkların peşine düşer. Namazım kılınmış, orucun otuz günü yok. On gün yeter, o da Hazreti Hüseyin’nin Kerbala’da şehit olduğu Muharrem ayının işte on günü yeter. Bi fetva vermiş, onları ağır yükten kurtarmış, kolay tarafına bakıyorlar. Onun arkasında sanki bir nas gibi bunlar bir haşa sümme haşa peygambermiş gibi. Bak onu bu azgınlıktan, sapıklıktan üniversite mezunu olması kurtarabiliyor mu?
-: Hayır.
Hulusi Bey: Ha. Öyle ise o Yahudi, o Hristiyan daha var daha çok akıllıları var, ileri gidenleri var. Dün geçti, sofestai denilen bir zümre var. Her şeyin vücudunu kendi vücudlarını da inkâr edip büsbütün akıldan istifa edenlerde var. Sorsan, efendi tahsiliniz? Diyecek Fransa’da da tahsil ettim ben. Neydi o? Sorbon darül fununu mezunuyum. E, Almanya’da da yaptım, Londra’da da. Ooooo. Amerika’ya yolum vardı orayı da pislettim, kirlettim. Tamam. Neye yaradın? Tevhide girememişsin, Allah’ı tanıyamamışsın. Bu ilim, ilm-i nafi midir sorarım? Bu ilim, bir sürü de taraftar, yardakçı, alkışlayanları da var, bunlar selameti bulabilirler mi? Şimdi biz bunları tenkit etmek değil de, bizi Cenab-ı Hak esirgemiş de onlardan etmediğini düşünerek ne kadar Halik-i Rahimimizin hakkımızdaki merhametinin şümülünü düşünüp. Ya Rabbi! Erhamürrahiminsin. Bütün zerrat-ı vucudiyemizle bunu kabul ediyoruz.
لآَاِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ
Bizi elhamdülillah tevhid dinini gösteren, irşad eden ancak sensin Ya Rabbi. Senden başka hiçbir kuvvet, bizi çekip çevirip bu hidayet yoluna getirmemiştir, getiremez vesselam.
Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdaniyetini ilân etmek istemesine mukabil, -tevhidin en a’zamî bir derecede- bütün meratib-i tevhidi ilân eden yine bizzarure o zâttır.
Hem Sahib-i Âlem’in nihayet derecede âsârındaki cemalin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemalinin güzelliklerini ve hüsnünün latifelerini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en şaşaalı bir surette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu saray-ı âlemin Sâni’i, gayet hârika mu’cizelerle ve gayet kıymetdar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir etmesi ve onlarla kemalâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en a’zamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici yine bilbedahe Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselamdır.
Hem şu kâinatın Sâni’i, şu kâinatı enva’-ı acaib ve zînetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyre, tenezzühe, ibrete, tefekküre girmeleri için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalarını, kıymetlerini, o ehl-i temaşa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melaikeye Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, bilbedahe yine o zâttır.
Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîm’i, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın “Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?” olan şu üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh, en açık bir surette ve en a’zamî bir derecede hakaik-i Kur’aniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammayı halleden, yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu âlemin Sâni’-i Zülcelal’i, bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuurlara tanıttırmasını ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlardan marziyatı ve arzu-yu İlahiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmek istemesine mukabil, en a’lâ ve ekmel bir surette, Kur’an vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedahe Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselamdır.
Hem Rabb-ül Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden âlemi içine alacak bir istidat genişliği verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden.
İbadet-i Külliyeye müheyya.
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ
Ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden, hazırladı. Hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtela olduğundan, bir rehber vasıtasıyla, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en a’zam bir derece, en eblağ bir surette, Kur’an vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe Hazreti Muhammed Sallallahu Aleyhi Vessellem.
İşte mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezaifi en a’zamî bir derecede, en ekmel bir surette îfa eden zât; elbette o mi’rac-ı azam ile Kab-ı Kavseyn’e çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanın hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacak.
Sâbian:
Az kaldı, birinci müşkülü bitirmeye.
Bilmüşahede şu masnuatta ki gayet güzel tahsinat ve nihayet derecede süslü tezyinat var. Ve bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâni’inde gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin bulunduğunu gösteriyor.
Hem irade-i tahsin var, hem de kasd-ı tezyin var, maksadı demek.
Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o Sâni’de san’atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet bulunduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi’ ve letaif-i san’atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri “Mâşâallah” deyip istihsan eden, bilbedahe o san’atperver ve o san’atını çok seven Sâni’in nazarında en ziyade mahbub, o olacaktır.
İşte masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine ve mevcudatı ışıklandıran letaif ve kemalâta karşı: “Sübhanallah, Mâşâallah, Allahü Ekber” diyerek semavatı çınlattıran ve Kur’anın nağamatıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren yine bilmüşahede Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselamdır.
İşte böyle bir zât ki: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca bütün ümmetin işlediği hasenatının bir misli, onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salavatı, onun manevî kemalâtına imdad veren ve risaletinde gördüğü vezaifin netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlahiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mi’rac merdiveniyle Cennet’e, Sidret-ül Münteha’ya, Arş’a ve Kab-ı Kavseyn’e kadar gitmek, ayn-ı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir. Aleyhi ve ala alihi ve ashabihi salavatullahi ala nebiyina ve aleyhim ecmain.
PDF Dosyasını İndirmek İçin Tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 158) OTUZBİRİNCİ SÖZ/ÜÇÜNCÜ ESAS (Mİ’RAC) DERS - 1 başlıklı makalemizde OTUZBİRİNCİ SÖZ/ÜÇÜNCÜ ESAS. (Mİ’RAÇ) hakkında bilgiler verilmektedir.