Mubah: İşlemesinde sevap terkinde günah olmayan şeylerdir. Oturmak, kalkmaktır.
Altıncı mükellefiyet Haram: Allahu Teâla Hazretlerinin işlemekten delil-i kat-i ile ayettir, nehyetmiş olduğu şeylerdir. Anaya, babaya asi olmak. Nehak yere adam öldürmek. Domuz eti yemek, şarap içmek, zina etmek gibi. Haramı işleyen cehennem azabına layık olur. Haram olan şeylerden birine helal diyen neuzu billah, haram olan şeylerden birine helal diyen neuzu billah kâfir olur.
Mekruh: Delil-i zanni ile nehyolunan şeylerdir. At eti yemek, tütün içmek gibi. Ben buradakini okuyorum. Neme lazım, vebali yazanın boynuna.
-: Demek tütün içmek at eti yemek gibi bir şeydir efendim.
-: At eti tütün kadar mı günah?
Hulusi Bey: Hacı Hafız efendi hoş geldin.
-: Selamun Aleyküm.
Hulusi Bey: Emsile de yasara, yensuru vardı. Dedim hele bi çekeyim, baktım unutmuşum. Nasara yensuruyu da unutmuşum. Nasara, yensurun, nasran, nasirun. Buyrun buyrun oruç musun? Oruç değilseniz, oruçsan zorlamayız. Bizim köylü eeeyy.
Cemaate de tembih ettik mektubu aldık. Eehhh.
Mekruh iki kısımdır.
-: Evet efendim.
Hulusi Bey: Birisi deveye binmek. (Gülüşme) Herkes hacca gider ama bu. İki kısımdır. Tahrimi, tenzihi. Kerahat-i tahrimiye vacibleri terk etmek. Kerahat-i tahrimiye harama, kerahat-i tenzihiye helale yakındır. Bazı ulama sünnet-i muekkedelerin terkini de Kerahat-i tahrimiyeden saymışlardır.
Kerahat-i tenzihiye, Hacı Said Ağa!
-: Efendim.
Hulusi Bey: Dinle. Sünnetleri terk etmek. Evet diyorsun, yani memnun olmuyorsun. Mekruhu işleyen azaba layık olmaz, lakin şefaatten mahrum olmaya layık olur. Gözü kesen yapsın.
Geldi sekizincisidir ki müfsittir. Namaz, oruç vesair amelleri bozan şeylerdir. Bizim rüştiyeyi askeriyede ilmihal kitabımız. Vesiletü’n necat. Bütün dini bilgimiz bundan ibaret. Çay önüme gelir Üstad da aklıma gelir. Böyle bir bardaktan kendisi almıştı. Ayaklı bardaktan da bana vermişti. Benim öyle gözüm ufak şeylerden doymazdı ya. Hem konuşuyoruz, hem de çay içiyoruz. Çayı da kendi yaptı. Hani ben zabitim. Zabit hiç şey yapabilir mi? Kendisi yaptı hizmetçileri yoktu. Çağırdı, seslendi filan etti kimse yok. Hepsi bir tarafa gitmişler. Çayı kendisi yaptı. O dediğim iki bardağa da koydu. Başladık içmeye. Ben dibinde artırmak adet etmişim, yine öyle bıraktım. Latifeyi her veçhiyle severdi. “Kardeşim dedi sen sünnet bilmez?” Neyse aldım bitirdim. İşte o sünnet bilmez bir hatıra olarak kaldı. Sen sünnet bilmez. Yani sünnetlemiyorsun demek istiyor, bitirmiyorsun.
Hem bizim Bekir Bey’de diyor ki peki ya bu nedir diyor. Sen ya bir yudum, ya üç yudum alıyorsun ondan sonra sağındakine veriyorsun, bu nedir?
Bu da “Sürül mümini şifaün” Hadis-i Nebevi ile sabit olan bir mes’eledir. Yok, bende haşa diyecek değilim yani. Elhamdülillah imanda şekkimiz yok. İman şek götürür mü?
-: Haşa.
Hulusi Bey: Tereddüt, acaba ben mü’min sayılır mıyım? Onda şek yok. Bu da mademki böyle kabul ediyor. “Sürül mümini şifaün” öyle ise bu şifa şeyinden hepsi istifade etsin. Ben diyorum o ki; peki bir yudumda sizin içtiğinizden bana verin. Onu da vermiyorlar. Şimdi zat-ı aliniz fetva verin bu işe, bu caiz mi?
Hafız Abdullah Nazırlı: Efendim! Şimdi hepsi birer yudum verseler, bitiremezsiniz.
Hulusi Bey: Yani mesela kendisi vermiyor ki bir yudum içeyim. Benim içtiğim teberrük oluyor. Bu olmadı.
Bekir Deveci: Hacı Efendi güzel söyledi efendim.
Hulusi Bey: Ne dedi?
Bekir Deveci: Herkes bir yudum verse dedi bu kadar eder. Sen nasıl içeceksin dedi.
Hafız Abdullah Nazırlı: Bir demlik olur.
Hulusi Bey: Bitirdin mi?
-: Yine Ebu Hüreyre Radiyallahu anh’den rivayete göre Resulullah Sallallahu Aleyhi Vessellem şöyle buyurmuştur:
Bir kimse helal kazancından “ki, Allah ancak tayyib olanı kabul eder.” Bir hurma miktarı tasadduk ederse, Allah o sadakayı kabul eder, sonra onu sizden birinizin tayını büyüttüğü gibi ihtimamla sadaka sahibi için büyütür.
Hulusi Bey: Büyütür. Yani hurmanın bir parçası da büyür mü? Cenab-ı Hak razı olursa büyütür. Sevabını büyütür. Dilerse hurmayı da büyütür. Evet.
-: Hatta dağ gibi olur.
Hulusi Bey: Ne?
-: Dağ gibi.
Hulusi Bey: Dağ gibi. Evet.
-: Tamam.
Hulusi Bey: Ee, bitti mi?
-: Yine Ebu Hüreyre Radiyallahu anh’den Peygamber Aleyhisselam’ın şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
Adamın biri çölde giderken: Filancanın bahçesini sula, diye buluttan bir ses işitti,
Hulusi Bey: Allah Allah..
-: Sonra bulut Harre’ye (karataşlı bir yere) saptı. Suyunu boşalttı. Derken suyollarından biri o suyun hepsini topladı.
Hulusi Bey: Ne?
-: Suyollarından biri o suyun hepsini topladı. Bu adam suyu takip etti. Bu sırada bahçesin de bulunan bir adamın çapasıyla o suyu öteye, beriye çevirdiğini gördü ve:
“Ey Allah’ın kulu! İsmin nedir?” diye sordu.
İsmim filancadır dedi ve buluttan işittiği ismi söyledi. Bunun üzerine o da ona.
“Ey Allah’ın kulu! Benim ismimi ne için soruyorsun?” dedi o da:
“Ben şu suyu yağdıran buluttan isminizi anarak filancanın bahçesini sula, dediğini duydum.”
“Bu lütfa ne ile mazhar oldun?” deyince:
“Mademki soruyorsun, anlatacağım: Bahçenin verimini hesab edip üçte birini tasadduk eder, üçte birini aile efradımla ben yerim, üçte birini de tohumluk yaparım” dedi.
Hulusi Bey: Üçe ayırıyor, birisini tasadduk ediyor, birisini çoluk çocuğuyla yiyiyor, birisini de
-: Tohumluk.
Hulusi Bey: Tohumluk ediyor. Yani bağ sahiplerine bir düstur. E bitti mi?
-: Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Cimrilik eden, kendisini müstağni gören, güzel kelimeyi (şehadet kelimesini) yalanlayan kimseye, güçlüğe götüren yolları kolaylarız; helak olduğunda
Hulusi Bey: Nereye giden yolları?
-: Güçlüğe
Hulusi Bey: Hı?
-: Güçlüğe
Hulusi Bey: Güçlüğe giden yolları kolaylatırız. Eee.
-: Helak olduğunda onun malı fayda vermez.
-: Sonu anlaşılmadı.
-: Helak olduğunda onun malı fayda vermez.
-: Baştan oku.
-: “Cimrilik eden, kendisini müstağni gören, güzel kelimeyi (şehadet kelimesini) yalanlayan kimseye, güçlüğe götüren yolları kolaylarız; helak olduğunda onun malı fayda vermez.
Hulusi Bey: Anlaşılmadı mı?
-: Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Cimrilik eden,
Hulusi Bey: Nekes, nekes. Pinti, ha.
-: Kendisini müstağni gören,
Hulusi Bey: Kendisini lüzum yok.
-: Küzel kelimeyi (şehadet kelimesini) yalanlayan kimseye,
Hulusi Bey: Onu da yalanlıyor. Onu münciye olarak kabul etmiyor. Haşa. Eee.
-: Güçlüğe götüren yolları kolaylarız;
Hulusi Bey: Biz onu güçlüğe giden yolları kolaylatırız, açarız yolunu. Dikenli yollara kolay kolay gitsin. Eee.
-: Helak olduğunda onun malı fayda vermez.
Hulusi Bey: وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍۙ Bitti? Peki.
-: (Gençler ezber okuyor)
“Ey insan!
Hulusi Bey: Bana diyor, ha.
-: Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir. O emanetin mâliki, herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerim’dir. O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ senin için muhafaza etsin, zayi’ olmasın. İleride mühim bir fiat sana verecek.
(Lem’alar Shf: 119)
Hulusi Bey: Sesli söyle,
Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et. Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızk olarak gönderiyor ve senin tâkatın yetmediği şeylerden seni muhafaza eder.
Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû’ etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!
(Mesnevi-i Nuriye Shf: 130 )
Bana ızdırab veren, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cem’iyetin bünyesi buna dayanamaz, çünki düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cem’iyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da, iman kalesinin istikbali selâmette olsa!
(Tarihçe-i Hayat Shf: 628 )
Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cem’iyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harblerde bir câni gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men’etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.
(Tarihçe-i Hayat Shf: 629 )
Birtek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhâssa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun!
(Şualar Shf: 497 )
Bana: “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim; karşımda müdhiş bir yangın var.. alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müdhiş yangın karşısında bu küçük hâdise, bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler… “
(Tarihçe-i Hayat Shf: 13 )
Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn demeli ve ona yalvarmalı…
(Sözler Shf: 29 )
-: İhlası kıran ikinci mani: Hubb-u câhtan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ü şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celbetmekle enaniyeti okşamak ve nefs-i emmareye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi “şirk-i hafî” tabir edilen riyakârlığa, hodfüruşluğa kapı açar, ihlası zedeler.
Ey kardeşlerim! Kur’an-ı Hakîm’in hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı; şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip (Haşiye) onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek” olduğundan, mabeynimizde bu nevi hubb-u câhtan gelen rekabet tesir etmemek gerektir.
{(Haşiye): Evet bahtiyar odur ki; kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.},
Çünki mesleğimize bütün bütün münafîdir. Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir;
Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir; o büyük şeref-i manevîyi, şahsî, hodfüruşane, rekabetkârane, cüz’î bir şerefe ve şöhrete feda etmek; Risale-i Nur şakirdlerinden yüz derece uzak olduğu ümidindeyim.
Evet, Risale-i Nur şakirdlerinin kalbi, aklı, ruhu; böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmare bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye
(Lem’alar Shf:165 )
Hulusi Bey: Yani, Risale-i Nur şakirdiyim benim nefs-i emmarem yoktur demeye hakkımız yok. Herkeste nefs-i emmare var.
-: Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir. Bir derece hükmünü; kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risale-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefs ve heva ve hiss ve vehim bazan aldatıyorlar. Onun için, bazan şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefs ve heva ve hiss ve vehme bakıyor;
Bu şiddet, nefs ve heva ve hiss ve vehme bakıyor.
Hulusi Bey: Ha, şimdi doğru oldu.
-: İhtiyatlı davranınız.
Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdud makamlar bulunurdu. O makama müteaddid istidadlar namzed olurdu. Gıbtakârane bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder. Pederane, mürşidane mesleklerdeki gıbtakârane hırs-ı sevab ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil: Ehl-i tarîkatın o kadar mühim ve azîm kemalâtları ve menfaatleri içindeki ihtilafatın ve rekabetin verdiği vahim neticelerdir ki; onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.
Üçüncü Mani: Korku ve tama’dır. Bu mani diğer bir kısım manilerle beraber Hücumat-ı Sitte’de tamamıyla izah edildiğinden ona havale edip, Cenab-ı Erhamürrâhimîn’den bütün esma-i hüsnasını şefaatçı yapıp niyaz ediyoruz ki: “Bizleri ihlas-ı tâmme muvaffak eylesin… Âmîn…”
Hulusi Bey:
اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ سُورَةِ اْلاِخْلاَصِ اِجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ آمِينَ آمِينَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 162) FIKIH-İ TERİMLER HAKKINDA, İHLASI KIRAN İKİNCİ, ÜÇÜNCÜ MANİ VE KONUŞAN YALNIZ HAKİKATTIR. DERS - 1 başlıklı makalemizi de okumanızı öneririz.