
Hulusi Bey
Hulusi Bey: Konuşan Yalnız Hakikattır. Onu da oku bakalım. Ağır ağır oku.
-: Risale-i Nur’da isbat edilmiştir ki: Bazan zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır; başına bir felâket gelir; hapse de mahkûm olur; zindana da atılır. Bu sebeb haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebebden dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felâkete sürer. Bu adalet-i İlahînin bir nevi tecellisidir.
(Emirdağ Lahikası-2 Shf:78)
(Tarihçe-i Hayat Shf:685 – 687 )
Ben şimdi düşünüyorum. Yirmisekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sevkediliyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk ettiremiyorlar. Çünki hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı mes’eleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor; beni tazyik ediyor; türlü türlü işkencelere maruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmisekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı, esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar.
Onlar bu ittihamı kasden mi yaptılar, yoksa bir vehme mi kapıldılar? İster kasıd, ister vehim olsun; benim böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını kemal-i kat’iyyetle yakînen ve vicdanen biliyorum ya.. Dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor ya.. Hattâ beni bu suçla ittiham edenler de biliyor ya.. O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve masum olduğum halde böyle devamlı bir zulme ve muannid bir işkenceye maruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval adalet-i İlahiyeye muhalif düşmez mi?
Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevablarını bulamıyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakikî sebebini şimdi bildim. Ben kemal-i teessürle söylerim ki: Benim suçum, hizmet-i Kur’aniyemi maddî manevî terakkiyatıma, kemalâta âlet yapmakmış.
Hulusi Bey: Bi daha söyle.
-: Benim suçum: Hizmet-i Kur’aniyemi maddî ve manevî terakkiyatıma, kemalâtıma âlet yapmakmış.
Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum ki:
Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma, azabdan, Cehennem’den kurtulmaklığıma, hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma manevî gayet kuvvetli manialar beni men’ ediyordu. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bıraktı. Herkes hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri, a’mal-i sâliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak herkesin meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiç bir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben bu ahvalden men’ ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.
Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi. Çünki bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi’ olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bu tarzda; yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadçı dalaleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat da bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî, dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir.
Hulusi Bey: Maddî ve manevî, dini ve uhrevi. Hiçbir maksada feda edilmeyeceğini bilmekle husule gelir.
-: Yoksa komitecilik ve cem’iyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük manevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünki imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs dehasıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şübhesi kalır.
Allah’a binlerce şükür olsun ki, yirmisekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında, kader-i İlahî ihtiyarım haricinde, dini hiç bir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor,
Hulusi Bey: Beşerin zalimane eliyle, Öyle mi?
-: Evet.
-: Beşerin zalimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın! diyor, iman hakikatını kendi şahsına âlet yapma; tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun!
İşte Nur Risaleleri’nin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değil. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitablar daha beligane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur: Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-ı imaniyedir. Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmisekiz sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hakkımı helâl ettim.
-: Biz etmiyoruz.
-: Âdil kadere de derim ki:
Hulusi Bey: Âdil kadere
-: Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî manevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük manevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı.
Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüzbinlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.
Bize işkence edenler bilmeyerek, kader-i İlahînin sırlarına derin tecellilerine akıl erdiremeyerek, bizim davamıza, hakikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir.
Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medreset-üz Zehra’nın Risale-i Nur Talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.
Said Nursî
Hulusi Bey: Umumun imanı için Hizmet-i imaniyeye çalışmak için Cenab-ı Hak, o musibetlerle onun arkasından boyuna bu zalımları sevk etmiş. Ben ne zaman, diyor: şahsım için mesela bazı evradı okumaya, namaz kılmaya bir şeyle meşgul olursam zalımlar gelir müdahale eder. Onun zamanı mı? Senin vazifen hakikat- imaniyeyi, hakikat-ı Kur’aniyeyi izhar etmektir. Amme’nin hukuku meydanda, o tehlike geçiriyor. Onlara hizmet sana vazife olarak verilmiştir. O vazifeni yap, kader-i ilahinin hükmüne karışma. Dilediğine hidayet eder, dilediğini dalalette bırakır. Sen vazifeni yap. Orda çok acib misalleri var ya. Mesela herkes aç iken sen iştiha ile yemek yiyebilir misin? Herkes aç, sokaklarda hep böyle dilenciler girmiş. “Acım, acım susuzum, susuzum” diye bağırıyorlar sende iştihayla, insanda iştiha kalır mı? Şimdi bu mesele ekmek su gibi değil. Bu mesele iman meselesi. İman tehlikede, herkes manen imanını tehlikeden kurtaracak bir çare, yani bize ümit verecek ümitsizliğe düştük, çaresizliğe düştük bir zat yok mu ki bize Kur’an’dan alacağı bazı şifalı dersleri bize versin de bizi feraha kavuştursun diye bekleyen bir zat, beklenilen bir zaman. Böyle bir zamanda insan, ben şu zaman geldi bunda ibadet edeyim ki ahiretime faideli olsun. Bu bile bak şahsi, biz şimdi ne diyoruz? Bu akşam kandildir, şöyle yapalım böyle yapalım, bu akşam şu, bu bizim için böyle. Fakat onun için umumun menfaatine olan şeyleri şahsi manevi menfaatler üzerine de ne yapmak, tercih etmek lazım geliyor. İşte bunu da biz yapabilirsek bizim için de faideli. Çünkü mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Ne yapalım işte, bize hazır verilmiş bir nimet. Bu nimeti, böyle bir araya gelip kendi yaralarımıza merhem olacak bu ilaçları kullanırsak, hep bir arada. Çünki bir yerde hep hastalar oturmuş kimisi başım diyor, kimisi dizim diyor, kimisi karnım diyor. Herkes bir yerinden şikâyetçi. Bunların üzerinde umum hastalara şifa olacak, evet bu Kur’anı mu’ciz-ül beyanın tiryak gibi, iksir gibi olan ayetlerinden alınmış şu zamanın, şu asrın muzdarib insanlarına, elemli bir hayat geçiren hastalıklı insanlarına mahz-ı şifa olarak bu dersler veriliyor. Şimdi bu dersleri hep beraber okumak. Yani hepimizin bir ağrısı var. Hepimizin bir sızısı var. Bu derslerde hepimizin ağrısına, sızısına mahz-ı şifa olacak bir vaziyette tercübelerde yapıldı. Öyle ise o mübarek gecelerde yahut günün bir kısmında bir araya gelerek o mübarek şifalı derslerden bir parça istifade etmek suretiyle hem kendimizi teselli etmiş hem bizim gibi olan kardaşlarımıza faideli olmuş oluruz. İşte bu niyetimizle inşâallah me’cur oluruz. Eeeyy. Akşam dersimiz olduğu için biraz kısa keseceğiz.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ * وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَل۪ينَ * وَالْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
Ömrümüz bitti terhis olacağız. O dünyadan müfarakat zamanımızda o kelime-i münciyeyi şeksiz, şüphesiz bir surette, inanarak, yani lisanımız söylerken kalbimiz tasdik ederek hayata veda etmek, hatm-i enfasa muvaffak olmak rabbim cümlemize müyesser eyleye. Âmin. Buyurun o kelime-i mübarekeyi.
اَشْهَدُ اَنْ لآَ اِلٰهَ اِلاّٰ اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدٌ عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ
Burada bizi kendi lütfu, keremi ile bir araya getirip şu mübarek dersleri dinleten Erhamürrahimin’den niyaz ediyoruz ki: Burada bizden esirgemediği bu lütfu ahirette de sevgili habibinin liva-ül hamd adlı sancağı altında haşr-ü cem eyleyip bu surette bizi tesrir eyleye. Âmin. Âmin Âmin. Hesap ve kitabımızı kolayca yapıp, evet Cennât-i aliye’tine idhal edeceği zümreye idhal eyleye. Âmin. Cemal-i bâ-kemal-i ilahisini müşahede etmek suretiyle de hakkımızdaki nimetlerini itmam eyleye. Âmin.
Lillah-il Fatiha.
PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 163) FIKIH-İ TERİMLER HAKKINDA, İHLASI KIRAN İKİNCİ, ÜÇÜNCÜ MANİ VE KONUŞAN YALNIZ HAKİKATTIR. DERS - 2 başlıklı makalemizde İhlas hakkında bilgiler verilmektedir.