168) ON İKİNCİ SÖZ/ BİRİNCİ, İKİNCİ ESAS DERS – 1

168) ON İKİNCİ SÖZ/ BİRİNCİ, İKİNCİ ESAS DERS – 1

ADAD

Hulusi Bey

ON İKİNCİ SÖZ/ BİRİNCİ, İKİNCİ ESAS DERS – 1

Ashabım birer nücum misalidir. Hangisine iktida ederseniz, hidayet bulursunuz. O hadistir, o da var. Ashaba çok hürmet etmemiz lazım. Çünkü Peygamber Aleyhisselatu Vesselamın doğrudan doğruya sohbetine mazhar olmuşlar onlar. Bu şerefe veliler ne kadar çalışsalar eremiyorlar. Veliler, en büyük veliler de o şerefe nail olamıyorlar. Bir beş dakika onun sohbetinde bulunan Hind’e Çin’e gidip muallim oluyor. Beş dakikada insan ikmal-i tahsil edebilir mi? İşte sahabeler de sohbet-i nebeviyeden gelen böyle bir kuvve-i maneviye var. Beş dakikada muallim oluyor. Muallim öyle bir muallim ki profesör. Ya. Nereye gitse hürmet görüyor. Müşkülleri hallediyor.

-:

ON İKİNCİ SÖZ

Hulusi Bey: Peki.

-:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا

            [Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmalen müvazenesi, hem hikmet-i Kur’aniyenin

Hulusi Bey: Şimdi bir daha söyle onu.

-: Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmalen müvazenesi,

(Sözler Shf: 130 )

Hulusi Bey: Kısaca.

-: Karşılaştırılması.

Hulusi Bey: Bakalım hangisi daha ehemmiyetlidir. Kur’an, Kur’an ne tavsiye ediyor. Yani Cenab-ı Hak bizden ne istiyor, felsefenin bize gösterdiği istikamet nedir?

وَاللّٰهُ يَدْعُٓوا اِلٰى دَارِ السَّلاَمِۜ

Felsefe nereye çağırıyor bizi? Dünyaya davet ediyor.

-: Hem hikmet-i Kur’aniyenin insanın hayat-ı şahsiyesine ve hayat-ı içtimaiyesine verdiği ders-i terbiyenin gayet kısa bir fezlekesi,

 Hem hikmet-i Kur’aniyenin insanın hayat-ı şahsiyesine ve hayat-ı içtimaiyesine verdiği ders-i terbiyenin gayet kısa bir fezlekesi, hem Kur’anın sair kelimat-ı İlahiyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüchaniyetine bir işarettir.

Hulusi Bey: Yani şimdi okuyacağımız ders, şu maddeleri. Şimdi denir ya hatip efendi, söz söyleyecek zat kürsüye çıktı mı yüksek yere, konumuz diyor şudur. Konu. Yani size anlatacağım meseleler şundan, şundan ibarettir diye bir şey söylüyor. İşte bu zat da, Üstadımız da bugün dinleyeceğiniz dersin mahiyeti, hakikati budur. Eğer dinlemek iktidarınız varsa, zahmet olmazsa dinleyin. Öyle mi diyelim? Eğer faide umuyorsanız dinleyin. Şimdi işin doğrusuna bakarsan, ben cevap vereyim. Şimdiye kadar senin tavsiye ettiğin derslerde faideden başka bir şey görmedik. Onun için her halde bu dersinden de mutlak hiç şüphemiz yok ki yine faide göreceğiz. Öyle ise emrin başım üzerine, sizin söylediğiniz, bize vereceğiniz dersi, canımızla, başımızla beraber olarak dinleyeceğiz inşâallah. Cenab-ı Hak tesirini halk eylesin.

-: Âmin.

Hulusi Bey: Buyur.

-: Hem Kur’anın sair kelimat-ı İlahiyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüchaniyetine bir işarettir.

Hulusi Bey: O da en sonunda olacak şey. Yani Cenab-ı Hakkın peygamberlere inzal ettiği kitaplar var. Fakat bunların içerisinde en camii, en mukaddesi, en sonkisi hangisidir?

-: Kur’andır.

Hulusi Bey: Kur’andır. İşte bu nasıl oluyor ki en son geldiği halde bütün kelimat-ı ilahiyeye rüçhaniyeti var, üstünlüğü var. Evet,  işi hocadan, yerinden dinlemek daha iyi. Bizim ezbere söylememizdense onun söylemesini dinleyelim, istifade etmeye çalışalım.  Buyur.

-: İşte bu sözde “Dört Esas” vardır.

             BİRİNCİ ESAS: Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dûrbîniyle bak:

Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dûrbîniyle bak:

Hulusi Bey: Bakalım.

-: Bir zaman, hem dindar, hem gayet san’atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur’an-ı Hakîm’i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste bir yazı ile yazsın.

Bir zaman, hem dindar, hem gayet san’atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur’an-ı Hakîm’i, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste bir yazı ile yazsın. O mu’ciz-nüma kamete, hârika bir libas giydirilsin. İşte o Nakkaş Zât, Kur’anı pek acib bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri, yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü’lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altun ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi.

Hulusi Bey: Beğenirdi. Okumasını bilen de bilmeyen de. Şimdi bunun bir hatırasını söyleyeyim. Bende çok acib devirler yaşadık. 1928 senesi de yeni hurufat kabul edildi. Bizde dağ talimgâhında bir Alman mütehassıs var. Dağ talimgâh kumandanlığı levhamız vardı, yani eskimez yazı ile yazılmış. Kur’an hurufatı ile. Dağ talimgâh kumandanlığı. Bir de İstanbul’a giden bir arkadaşla yeni hurufatla Dağ Talimgâh Kumandanlığı levhası geldi. Hikâye dinler gibi dinleyin belki hatırınızda bir şey kalır. Çünkü bir ecnebinin ağzından çıkan sözün bu cihette biraz ehemmiyeti var. Getirdi iki levhayı da, o mütehassısa verdik. Bu eskisi bu yenisi. Bak ibret verici bir mesele ha. Hala hatırımda bak, 928 şimdi kaç?

-: Yetmiş altı.

Hulusi Bey: Yani kırk sekiz sene geçmiş. Baktı o eski, eskimez yazıyla yazılana baktı ne dedi? Bu güzel dedi. Okuma bilmiyor. Okuma bilmediği halde bu güzel dedi. Şimdi ötekini gösterdik, ona ne dese beğenirsiniz? Şimdi çirkin demedi de, bu modern dedi. Bu modern yani yeni moda bir şey. Yeni uydurma bir şey demek istemedi de, onu beceremedi bu modern. Hristiyan olduğu halde, Hristiyan olduğu halde Kur’an hattı ile yazılan şeye ne diyor? Güzel diyor. Dedirten var, dedirten. İşte okumasını bilen de bilmeyen de Kur’an hattına karşı ne diyor? Bu güzel demeye mecbur oluyor. Ötekine işte siyaset iktizası. Başınızı yesin mi desin ya, Allah canınızı alsın mı desin? Olmaz değil mi yakışmaz. Ettiğinizi bulasın mı desin, o da olmaz. Ve hulasa ne dese zülfüyâra dokunur. Onu öyle bir şey demeyeceğiz de ne diyeceğiz. Bu güzeldir Kur’an hattı güzeldir. Fakat beriki de ne yapalım, başımıza geldi çekiyoruz. Günah bizden, topuz sizden. Günah bizden topuz onlardan. Evet.

-: Bahusus ehl-i hakikatın nazarına o surî güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.

Hulusi Bey: İstiğrak halindesin galiba?

-: Dinliyorum ben abi.

Hulusi Bey: İstiğrak halin mi? Peki.

-: Bahusus ehl-i hakikatın nazarına o surî güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.

Hulusi Bey: Açmak mı istiyorsunuz, açık mı var? Açmayın aman. Hasta etmeyin cemaati.

-: Kapalı soğuk geliyor da.

-: Sonra o Hâkim, şu musanna’ ve murassa’ Kur’anı, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi.

Hulusi Bey: Ne kadar şu Dağ talimgâh kumandanlığı meselesi ne kadar meseleye mütabık geliyor. Fe Subhanallah, bir ecnebiye, bir de?

-: Müslüman

-: Bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi.  Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: “Her biriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.” Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitab te’lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder.

feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünki o ecnebî adam, arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat

Hulusi Bey: Şimdi bakın. Ben bundan bir ay kadar evvel, birkaç ay evvel birine dedim ki, o da yüksek tahsil görmüş bir gence dedim şimdi şunlar size bir nakış gibi geliyor değil mi? Bilmiyor hiç. Hakikatte de öyle değil mi? Ne bilsin, okumamış efendim. Nasıl bilecek. Bunun bir mana ifade ettiğini nerden bilecek? Ne kadar sukut etmişiz muhteremler. Yaa. Yani bizi kevser çeşmesinin başından böyle kaldırmışlar, susuz bir çöle götürmüş burada hayatınızı temin edin. O vaziyettir. E burada da bedeviler yaşıyor siz niye yaşamıyorsunuz? Ya. Şimdi mademki Kur’an kitab-ı mukaddesimizdir. Öyle ise ona bir yabancı gibi kalmayalım. Hele feylesofluğu orada kalsın. Bir yabancı gibi kalmayalım. Ne yapalım? Kur’an’ı okuyalım. Bak kurs açılmış. Şeyde hutbede söylendi. Bugün kâğıtları da dağıtıyorlardı gördüm. Müftülük kütüphanesinde akşamları ders var. Boş vakitlerde istifade edip, boş vakitlerinizde oraya gidin bir. İkincisi: İşte size kestirme yoldan, Kur’an’ın ehemmiyetini, içindeki mukaddes manaları ders veren bir eser bir ikram-ı ilahi bir lütf-u ilahi, olarak bize sunulmuş vaziyette. Fırsat buldukça bu derslere rağbet edin, ifade ettikleri manaları anlamaya çalışın. Başka din kardaşlarına da bunu tavsiye edin, faidelerinden bahsedin. Başka bir şey oldu mu duyuruluyor. Bu akşam mesela Halk Eğitim Merkezinde bir zat gelmiş bir konferans verecektir dendi mi oraya gidiliyor.  Peki, o konferansı değil, siz hakiki, bir Kur’ani, imani bir dersi birkaç kişi toplayıp aranızda okusanız. Her zaman mümkün olmazsa, boş zamanınız da, vazifemizin müsaade ettiği, yorgun olmadığınız zamanda bunu yapsanız ne ziyan edersiniz? Hem mademki “Hayrun nas, men yenfeun nas” buyrulmuş. Öyle ise insanlara. İnsanların hayırlısı kimmiş? İnsanlara faideli olanmış. Bugün insan dediğimiz aramızda bulunan kendilerinin isimleriyle, ocakları yetiştikleri mahal itibariyle bir İslam diyarında, İslam ailesinden gelmiş bugün adı da kuş adı olmuş İslam adından da uzaklaşmış. Şöyle bir vaziyette. Bu adama kaybettiği adını, kaybettiği imanını, muhtaç olduğu gıdayı temin edecek, iman derslerini, Kur’an derslerini vermek için şöyle bir işaretle, iyice böyle gösterici bir şeyle gece olursa aydınlıkla ama efendim yasakmış. Doğru. İhtiyat etmekte lazımmış. Çünkü adeta biz cenk meydanındayız, kâfirlerin elinde bulunuyormuşuz gibi. Bu zamana kadar böyle bir hayat geçirildi. Şey etmeyin hayatımız buydu. İrtihali büyük. Yine bir hikâye söyleyeceğim. O inkılap mı, ihtilal mi hani bir şey oldu ya. Malatya’da bir vaiz, biraz da bilgisi var. Tutmuş bir eser yazmış. Eserde nasıl olmuş orada bulunan bir binbaşının eline geçmiş. Vazifesi de değil. Binbaşı bu vaiz efendiyi çağırıyor. Bunu sen mi yazdın? Evet. Burada bak şurada bir tabir var. Tabirde neymiş? Bir yerden almış. Mesela Risale-i Nurun filan şeysinde, bunun müellifi Bediüzzaman Said Nursi denilen zattır. Oraya yazmış. Bu kitabı neşredemezsin. Vazifesi de değil ha. Fakat imansızlıkta Cenab-ı Hak eğer bir adamı imansızlık yoluna sevk ederse onu hidayete getirmek de zordur. Bundan bahsetmeyeceksin. Efendim içinde ecnebi profesörlerinden de bahsetmişim. Ben onu bunu bilmem bunun isminden bahsetmeyeceksin. Rica ederim. Bir Müslüman memleketinde Müslüman ordusunun bir binbaşısı, bir din adamına, vazifedar bir memuruna bu tarzda hitap etmesi memleketin ağlanacak bir hali değil de nedir? Böyle vicdanınıza bırakıyorum işi. Bu gibi hayatlar geçti. Bu yaşayışlar, emin olun ecnebi esaretinde bile ecnebi bile bunu Müslümana layık görmez. Daha başka bir şeye kıyas etmeyin. Çok fırtınalı zamanlar geçirdik. Bizi takip eden neslimiz de bir şey öğrenmeye, birisi bir hakkı söylemeye korkuyordu ki belk hoca efendisi görürde ondan böyle bir şey işitir. Hıı! Sen filanın oğlu musun, filanın torunu musun? Eee, siz bilmem nesiniz? Gerici. Allah hayırla ıslah etsin.

-: Âmin

Hulusi Bey: Islahları kabil değilse vücutlarını kaldırsın.

-: Âmin

Hulusi Bey: Ama ne derseniz deyin. Elbette saklayacak değilim de söyleyeceğim. Ya nerde söyleyeceğim? İşten burda söyleyeceğim. Neyse. Hacı Mehmed’in dediği gibi “Neyse hayırlısı”

-: Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir,

Hulusi Bey: Kimyagerdir.

PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız!

Bir önceki yazımız olan 167) ONBİRİNCİ SÖZ’DEN DERS başlıklı makalemizde 11.söz ve ONBİRİNCİ SÖZ hakkında bilgiler verilmektedir.