169) ON İKİNCİ SÖZ/ BİRİNCİ, İKİNCİ ESAS DERS – 2

169) ON İKİNCİ SÖZ/ BİRİNCİ, İKİNCİ ESAS DERS – 2

ADAD

Hulusi Bey

ON İKİNCİ SÖZ/ BİRİNCİ, İKİNCİ ESAS DERS – 2

-: Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir,

Hulusi Bey: Kimyagerdir.

-: Güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı.

            Amma müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakîm’dir.

Hulusi Bey: Ah, ah.

-: İşte bu hakperest zât, ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği mes’elelerinden daha âlî, daha galî, daha latif, daha şerif, daha nâfi’, daha câmi’… Çünki nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı. Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîşan’a takdim ettiler. O Hâkim, evvelâ

Hulusi Bey: Şimdi bu eserler, bu eserler şimdi dinleyin meseleye bakın. Bu toplanma yerimiz var ya.  İsrafil aleyhisselam ilahi iradeyle boruyu çalacak. Toplanacak mıyız? Haşir, mahşer meydanına toplanacağız. Hâkim-i Zülcelal bu harfleri böyle değiştirip bu şekle sokup şey edenin, o şeyinden o kitabınan, ötekini kıyas etmek için herhangi bir müfessirin yazdığı kıymetli eserini onu da şey edecek ikisini de “Sen bunu niye icad ettin, niye aslını bu kadar değiştirdin?” Yok, yok mu yav bir sual günü yok mu, söylemeyelim mi, hani söylemeyelim mi yani? Bir sual günü var mı, yok mu?

-: Var, var.

Hulusi Bey: Bu dinin, bu şeriatın bir sahib-i hakikisi yok mu?

-: Var efendim, var.

Hulusi Bey: Sual yeri burada değil orada olmayacak mı?

-: Olacak.

Hulusi Bey: Ceza ve mükâfatın mahalli ora mı, bura mı?

-: Orası.

Hulusi Bey: Gerisini söyleme, üst tarafını düşün. Hadi.

-: Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîşan’a takdim ettiler. O Hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki:

Hulusi Bey: Ha başına çaldı.

-: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki o menba-ı hakaik olan Kur’anı, manasız nukuş zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini başına vurdu,

Hulusi Bey: Hâkim-i Hakîm de.

-: O Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı. Sonra öteki hakperest

Hulusi Bey: Şimdi bu orda olursa bunu huzurundan çıkarmak değil cehenneme sokacak. O öyle ya. Ne kadar ondan şekva edecekse. Be hınzır. Bizi Kur’an’ımızdan mahrum ettiniz onun nukuşundan bilmem nesinden bizi mahrum ettin. Hâlbuki Kur’anın yalnız temaşası bile göze nur verir, kalbe sürur verir. Yalnız bakması bile.

-: Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki: Gayet güzel ve nâfi’ bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir te’liftir.

Hulusi Bey: Maşaallah, bârekâllah.

-: “Âferin, bârekâllah” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak; her bir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “On altun verilsin” irade etti.

Hulusi Bey: Bu da neye işaret? En az Kur’ani hurufatın en azı, bir harfe on hasene verir. On sevap. Bir harfine on sevap verir, berikine bilmem ki ne verilir. Ne faide, okuduğumuz, okuttuğumuz ahan. Bu mübarek manaları taşıyan eserin vaziyetine bak. E okuyamıyoruz. Bak yüksek tahsil görmüş bir zat, bunu bülbül gibi okuyor. Fakat öteki yazıyı, bunu Kur’an hurufatıyla yazsak, ayetleri neyse bir dereceye kadar. Meraklıdır o da bunun bir hususiyeti var, merakı var. Yoksa hem yüksek tahsile gitsin, hem de bunu ikisini bir arada yapsın hakikaten zorlaşmış. İşte kardaşım! Bir kale, bir müstahkem mevki, dışardan mı kolayca zapt edilir yoksa içerisinden mi? İslamiyet, iman binası içindekilerinin hıyanetine uğramış.

-: Eğer temsili fehmettin ise bak,

Hulusi Bey: E şimdi derdi söyledin, dermanı söylemedin diye akla bir şey gelir belki. Vallahim, en şey teşhisi koymaktır. Bize bir vesile olarak bu mübarek eserler verilmiştir. Elimizden geldiği kadar da Kur’an hurufatına merak edip, Kur’an hurufatıyla yazılmış eserlerden istifade edip, dilimizi alıştıralım, gözümüzü alıştıralım. Dediğim gibi gözümüze nur, kalbimize sürur verecek şey Kur’an hurufatı. Başta Kur’an’ı Kerim, ehadis-i nebeviye yazılı olan o kitaplar. Amma şimdi onları bulmak da zorlaşmış. O kadar zararımız var ki o zararı yeniden elde etmek adeta, yaydan çıkan oku arkasından gidip tutup getirmek kadar zorlaşmış. Amma bir kaide var. Zararın neresinden dönülürse ne derler? Kârdır. Zararı anladık mı geri döneceğiz. O zaman ne derler doktor bey, insana ne derler? Geri döne ne diyorlar? Mürteci, geri kafalı. “Can cananın olsun da ne derlerse desinler.” Canan bir arkadaş geldi. Öyle söylerdi. Şair-i şehiri desti bi emani koca püsküllü Muzaffer efendi paşa liman.

-: Böyle bahisler iyi olmuyor dediği için …

Hulusi Bey: Ben bu vaziyetin içinde yaşadım. E, şey etmeyin. Üstad daima bizim iyi taraflarımızı, yaptığımız işlerin iyiliğini şey ederdi, biz de şükrederdik. Bana karşı da hususi bir şeysi vardı. Mesela eserlerde benim ismim az geçer. Başında der ya malum talebesi onun gibi istemezdi hiç beni ismimin geçmesini. Çünkü askerdim. Orduya karşı hususi bir şeysi vardı. Orduda bulunmamızın da … Bir gün böyle o Şamlı Tevfik filan hep oturuyoruz. Ben buna kahraman diyorum, niçin diyorum biliyor musun? Bu zabıt …………Ben hiç çekinmeden resmi elbiseden. Hâlbuki şey var, bundan dolayı Cenab-ı Hakkın inayetine sığınmamız lazım. İşte yine hizmete devam, dualarımızla Cenab-ı Hakkın rahmetine iltica ettik. Cenab-ı Hak da nerde bulunduksa büsbütün bir kafirdir normalde canım.. Öylelerinle çalıştık ki e bize karşı, mesela o paşa, ben yüzbaşı, binbaşı gayet saygıdaydı. Dairesine gitsem ayağa kalkar. E bunların hiçbirisi şeyden gelmiyor. Bu Cenab-ı Hakkın bir lütfu. Biz böyle biliyoruz.

-: Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatın yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur’an ise, şu musanna’ kâinattır.

Amma o müzeyyen Kur’an ise, şu musanna’ kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelî’dir. Ve o iki adam ise, birisi yani ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemasıdır.

Hulusi Bey: Birisi?

-: Birisi yani ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemasıdır. Diğeri, Kur’an ve şakirdleridir. Evet, Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir

Evet, Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkan’dır ki; şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem her biri birer harf-i manidar olan mevcudata “mana-yı harfî” nazarıyla, yani onlara Sâni’ hesabına bakar, “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemaline delalet ediyor” der.

Hulusi Bey: Şimdi mesleğimize göre edebiyattır. Bu mesela baharı tavsif et. Bahardaki güzelliği kendi kendine gelmiş, esbabı da hepsi ona musahhar vaziyette tasavvur ederek baharın güzelliğini kâğıt üzerine yazıp aferin, maşallah, barekallah dedirtisiniz. Mesleğinizde o. Şimdi ama baharın tavsifini, birde haşir risalesinin, başka yere gitme, orda ki baharın gelmesiyle haşrin vukuunun da mümkün olduğunu ispat eden, orda ki güzel misaller, suretler var,  hakikatler var, işaretler var. Buralardan bahseden yazı da işte Risale-i Nur gibi bir imani ve Kur’ani bir yazıdır. Şimdi onu sen öyle yaparsın ya yani yapmazsın demiyorum. Sen çünkü dersini oradan almışsın. Zevahiri kurtarmak için profesörü dinledi. Fakat manevi üstadı olan Kur’anın üstadını imani tahkiki dersinin muallimini de canı gönülden dinledi. Evet, şimdi bir tek edebiyat noktasında maddi güzellikten bahsetmek, bir de onun ifade etmek istediği bize tertip etmek istediği baharın mesela ağaçlara su yürümesi, tomurcukların ekmesi çıkması, çiçeklerin açılması çağalaların gelmesi zamanla meyvelerin gidip sonra menşe-i çekirdek ondan meyve ve meyvenin içerisinde de çekirdek. Buraya kadar götüren bütün güzellikleri böyle bir iman ve Kur’an dersinden alınca onu tavsif ederse. İşte imanlı bir şey, bir zat, bir öğretmen işi buraya kadar götürür. Fakat ondan daha … yanında da daha ileri gidemez. Orada da yutkunur. Allah şerlerinden emin etsin. Âmin. İmanı bütün, hayatlarını iman ve Kur’ana vakfetmiş vaziyette olan, çeşitli makam, rütbe ve vazife bulunan zatların adedini Allah çoğaltsın. Âmin. Onların düşmanları bizim de düşmanımızdır. Allah onları şan-ı ulûhiyetine yakışır bir surette terbiye etsin. Âmin. Bizim Cehennemi bekleyecek vaktimiz yok, burada cezalarını versin inşâallah. Âmin. Ağızları, burunları üfelensin. Âmin.

-: Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder.

Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder.

Hulusi Bey: Bu kadar şikâyetçi haşir meydanında bu feylesofvari düşünenlerin yakasına yapışırsa. Allah da zaten bunlara merhamet nazarıyla bakmayacağını bugün okuduğumuz hadiste de gösteriyor. Bu adamın oradaki feci vaziyetine kim merhamet edebilir, Allah ki merhamet etmezse?  İnsaniyet itibarıyla acınır. Fakat müstahaktır demekten de başka da elimizde bir şey yok. Ya sebebi? Onlar da diyecekle ki Ya Rabbi! Bizi bu hal-i-perişaniyete getiren başımızda ki küberamızdır. Sure-i Secde de geçer ha. Bizim küberamızdır, evvela onların belasını ver. Peki, öyle ise haydi onlarda sizde beraber doğru cehennem. Cehennemin kapısını açtık. Hacı Ağa sen de kürekle karıştır.

Neyse oku.

PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız!

 

Bir önceki yazımız olan 168) ON İKİNCİ SÖZ/ BİRİNCİ, İKİNCİ ESAS DERS - 1 başlıklı makalemizde ON İKİNCİ SÖZ ve ON İKİNCİ SÖZ/ BİRİNCİ/ İKİNCİ ESAS hakkında bilgiler verilmektedir.