180) ONALTINCI LEM’A / HATİMEDEKİ SUALLERE CEVAPLAR DERS – 2

180) ONALTINCI LEM’A / HATİMEDEKİ SUALLERE CEVAPLAR DERS – 2

ADAD

Hulusi Bey

ONALTINCI LEM’A / HATİMEDEKİ SUALLERE CEVAPLAR DERS – 2

-: Çünki telakkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi’ hüccet hükmüne geçer.

Çünki telakkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi’ hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid’a da deseler, bid’a-i hasene nev’inde dâhildir. Çünki vesile-i salavattır.

            Re’fet Bey mektubunda diyor: “Bu mes’ele ihvanlar beyninde medar-ı münakaşa olmuş.”

Hulusi Bey: Ne?

-: İhvanlar beyninde medar-ı münakaşa olmuş.” Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki: İnşikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdavele-i efkâr suretinde niza’sız mübahaseye alışsınlar.

Hulusi Bey: Şimdi bakın, biz böyle bir mübahase belki başınızdan geçmemiştir. Fakat bizim söylediğimiz hikâye ki canlı tarih, böyle bir hadise zuhur etmiş bu memlekette bir zamanda. O emaneti Kurşunlu camiden çalan Afganistan’a da gitmiş orda elinde yakalanmış. Ve nihayet o elden ele kemal-i ta’zimle yerine kadar getirilmiş. Buradan karşılayıcılar Bağdat’a kadar gitmişler. O zaman Bağdat, Osmanlı hükümeti dâhilinde. Ordan almış tekbirlerle, tehlillerle konak konak. Böyle çok itina ile oraya getirmişler. Muayene de görmüş. Doktorlar hazır. Bu işi bilenler muayene etmişler. Tahlil. Peygambere ait olduğunu bu tecrübe ile anladıktan sonra yerine konulmuş. Şimdi daha artık münakaşasına lüzum yok. Mademki selef körü körüne böyle ümmeti bir şeye teşvik etmemişler. Her halde itimat etmişler ondan sonra Ramazan-ı Şerifte, Leyle-i Kadirde filan, bu emanetlerin açılması oluyor her yerde. Onları ziyaret ediliyor. Şimdi bizim ne üstümüze lazım ki acaba o dur, değildir diye münakaşa edelim. Ve bunu söz konusu yapalım. Hiç bunun lüzumu yoktur. Burda ne yazılıyor, kasideler okunuyor, salavat-ı şerifeler getiriliyor. Orda o teharikle hücum ediliyor oraya. Bir mübarek kıldır şişe içeresinde, öpmek için ziyaret için bu parçalanma yapılıyor. Onun bir mübarek kılı ziyaret için böyle olursa onun ne kadar Allah indinde kadri o vaziyeti görenlere yeter ha. Bundan iyi ders olmaz. Bir kılına böyle ezilse, sıkılsa, bilmem ne olsa, yine oraya can atıyor ki ziyaret edeyim diyor. Niye başka şeylere böyle rağbet yok, candan yok. Evet, işte bize tavsiyesi de bu, dinlediniz burdan. Üstad da diyor işte kardaşlarıma tavsiye ederim ki bu gibi şeyleri nifaka, şikaka sebebiyet verecek bu gibi münakaşaları yapmasınlar. Hiç olmazsa vesilelik cihetine baksınlar. Madem yapılan şey bid’a da olsa bid’a-i hasenedir. Bununla bize sevap kazandırılıyor. Salavat-ı şerife okuyoruz, Peygamber aleyhisselam’ı hoşnut ediyoruz. Bunun hiç kaçınılacak bir ciheti yoktur. Buyur.

-:

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz sıddık Senirkent’li kardeşlerim İbrahim, Şükrü, Hâfız Bekir, Hâfız Hüseyin, Hâfız Receb Efendiler!

            Hâfız Tevfik ile gönderdiğiniz üç mes’eleye mülhidler eskiden beri ilişiyorlar.

                 Birincisi: حَتَّى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ

Hulusi Bey: حَتَّى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ

Evet, Sure-i Kehf’in nihayetine doğru

-: Ayetinin ifade ettiği zahir manasına göre: Güneş’in, hararetli ve çamurlu bir çeşme suyunda gurub ettiğini görmüş, diyor.

             İkincisi: Sedd-i Zülkarneyn nerededir?

             Üçüncüsü: Âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) geleceğine ve Deccal’ı öldüreceğine dairdir.

            Bu suallerin cevabları uzundur. Yalnız muhtasar bir işaretle deriz ki: Âyât-ı Kur’aniye, üslûb-u Arabiye üzerine ve zahir nazara göre umumun anlayacağı bir tarzda ifade ettiği için, çok defa teşbih ve temsil suretinde beyan ediyor.

         İşte تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ yani Güneş’in, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Muhit-i Garbî’nin sahilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde gurub ettiğini Zülkarneyn görmüş.

Güneş’in, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Muhit-i Garbî’nin

Hulusi Bey: İşte şeyde ayet bu

حَتّٰٓى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِنْدَهَا قَوْمًۜا قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ اِمَّٓا اَنْ تُعَذِّبَ وَاِمَّٓا اَنْ تَتَّخِذَ ف۪يهِمْ حُسْنًا

Bakalım buradaki şeyi nedir. Ta ki şemsin gurub ettiği mahalle vardı. Anda şemsi güya bir sıcak siyah çamurlu pınar içine gurub eder buldu. Ve O mahalde bir kavim buldu ki anlara nasın denir putperestler. Libasları hayvan derisi ve taamları deniz hayvanlarının lahmi idi. Biz ya Zülkarney eğer o kavm islama gelmezler ise dilersen katleyle azab et. Yahut onların hakkında hüsnü muamele ve irşadı ittihaz et. Muhayyersin dedik. Zülkarney dedi ki amma o kimse ki nefsine zülümle küfür üzere musır ola. Biz ona azab-ı dünya ki katildir. Onunla Azap ederiz, sonra ol kıyamette rabbisi tarafından red olunup Hak Teâla onu işitilmemiş şedid azap ile azap eder. Ve amma o ki mü’min olup ameli-i salih işleye onun için dünya ve ahirette ahsen-i ceza vardır. Biz ona emrimizden asan olanı söyleriz. Evet.

-: Güneş’in, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Muhit-i Garbî’nin sahilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde gurub ettiğini Zülkarneyn görmüş.  Yani: Zahir nazarda Bahr-i Muhit-i Garbî’nin sevahilinde, yazın şiddet-i hararetiyle etrafındaki bataklık hararetlenmiş, tebahhur ettiği bir zamanda o buhar arkasında büyük bir çeşme havzası suretinde uzaktan Zülkarneyn’e görünen Bahr-i Muhit’in bir kısmında Güneş’in zahirî gurubunu görmüş.

Hulusi Bey: Şimdi, deniz seyahati yapanlar bilirler. Denizde ayın, güneşin doğuşu da vardır, batışı da vardır. O çıkması böyle bir balon çıkar gibi sudan. Birden bire farkında olmadan yav bu mu oluyor dersin insan hayret eder. Ondan sonra da batışı da öyle. Kendisinden evvel gölgesi batar. Ondan sonra yavaş yavaş nazardan büsbütün çekilir gider. Yani göz aldatır insanı. Göz aldatır. Sonra o bizim gözümüze görünen yer midir battığı yer? Biz şimdi burda nerde görüyoruz? Şu batıda bir yerde, güneşin battığını açık havada gördük. Peki, Ankara’ya git uzağa gitme. Ankara’da yine açık hava güneş batmış mıdır? Burda battığı zaman orda batmış mıdır?

-: Batmaz.

Hulusi Bey: İstanbul’da?

-: Daha geç.

Hulusi Bey: İspanya’da, Fransa’da hıı daha

-: Almanya’da daha geç.

Hulusi Bey: Şimdi, onun için buradaki bizim görüşümüz şurdan gidiyor. Bu dağın arkasında sanki orda bir kuyu var da oraya giriyor gibi, hâlbuki ne kuyusu. Yok, olması yok, nazarımızdan kayboluyor. Burda kaybolduktan sonra öbür lambalar yanıyor. Cenab-ı Hak memleketini öyle yapmış ki; Güneşi nazarımızdan aldığı zaman da öteki elektrik lambalarını hemen yakıyor bizi karanlıkta koymuyor. Yıldızlar gündüzün niye görünmüyor? Başka yere mi gitmişler gündüz olduğu zaman? Onun ziyası göstermiyor. Vakta ki gurub oldu, biz gölgede kaldık, bizim gölgeden kalışımızla, karanlığa düşüşümüzle Cenab-ı Hak bizim lambalarımızı orda gösteriyor ki yıldızlar hakikaten sönmemişler, batmamışlar, yok olmamışlar yerli yerinde duruyorlar. Her akşam gördüğümüz, hele bazı burç dediğimiz mesela şimdi ki tabiriyle söyleyeyim mi? Büyükayı, Küçükayı ne ise. Kutup yıldızı yine orda duruyor. Bunların böyle Ayı’ya mayı’ya çok şeyi var. Kendilerini her halde ona benzetiyorlar. Babalarını da ondan biliyorlar, biz onun evladıyız diyorlar. Onun için getirmiş gökteki yıldızı da Büyükayı, Küçükayı. Fe Subhanallah. Başka bir ad bulamamışlar. Ayıya neresi benziyor ha. Yedi tane yıldız’ı, ayı denilen şey. Bu sokaklarda gezdirip bazen def çalıp oynattıkları ayı ya benziyor mu? Bu niye büyük, herhalde onların ecdadını öyle tevehhüm ediyorlar. Onu da yerde ve onun bunun maskarası gülünç vesilesi olmaya hoşuna gitmiyor, onu yüceltiyorlar.  Ecdadını o yukarı makamlarda görmek istiyorlar. Dübbü ekber, dübbü asgar. Kim koymuşsa neyse bize kadar da gelmiş. Biz de onu dübb diye okumuşuz. Şimdikilerde ayı diye okuyor. Bu daha Türkçe olmuş.

-: Dübb’ün manası?

Hulusi Bey: Dübb ayı demek. Şimdi Türkçeleşince ayı’yı da herkes anlasın ki babasını filan iyi tanıyor. Şimdi kişi babasına çeker, peki. Bunlar da ona çekiyor mu? Ahan bugün ki şeyler hakikaten babalarını gölgede bırakıyorlar. Haşarat, haşarat. Bu nasıl okuma bu nasıl yüksek tahsildir. Benim buna aklım ermiyor ha, bilen varsa beni tenvir edin. Okumaya gidiyor orda muharebe ediyorlar, cenazesi bilmem ordan kaçırılıyor, burdan kaçırılıyor memleketine götürülüyor. Ötekiler komaya giriyor bilmem ne oluyor. Bu yüksek tahsil bu mu?

-: Öyle yetiştiriliyor efendim

Hulusi Bey: Fe Subhanallah, Fe Subhanallah. Peki, yüksek tahsil, insan tahsil, ilim, insan mı eder, hayvan mı eder? Bu tahsile gidiyor, vahşi canavar oluyor. Bu tahsil değildir canım. Buna tahsil süsü vermekte doğru değildir kanaatimce. Başka bir şey olur. İlim insanı edip eder, mütevazı eder. Bilgili adam mütevazı olur. Herkeslen görüşür, herkesten. Gönlü alçaktır. Bakarsın o çocuktan konuşuyor, Üstad Hazretlerini gördün mü, bir çocuk gelir yanına onunla konuşur. Ondan sonra hadis-i nebeviye ye bakıyoruz, çocuklan çocuklaşın diyor. Çocukla çocuklaşın, bize tavsiye ediyor. Dün çocuğa ünsiyet vereceksin, senin onun halinden anladığını bilmesidir. Yoksa hep kukkuru ku, kukkuru ku mu? Hep sabah horozu mu? Velhasıl insan olmak, insan olmak kolay değil. İnsan olmak isteyen kime benzemeli? Said Ağa kime benzemeli?

-: Peygamberimizin sünnetine

Hulusi Bey: Ha, tamam ona benzemeli ona benzemekle onun sünnetiyle hareket etmek. Tamam. En iyi insan diye numune göster bir tane dese kimi gösteririz, hiç çekinmeden deriz ki Hazreti Muhammed aleyhisselatu vesselamdır. Biz de iyi insan olmak istiyoruz. Yani Cenab-ı Hak bizim hilkatimizi mükemmel ve mükerrem bir mahlûk olarak yaratmış. Biz bu yaratılmaya layık olduğumuzu ne ile göstereceğiz? İnsana benzer ahlakımızla göstereceğiz. “Eddebenî rabbî fe ahsene te’dibi” Cenab-ı Hak o habib-i zi şanın sünnetine tam ittiba eden kullardan eylesin cümlemizi.

-: Zahir nazarda Bahr-i Muhit-i Garbî’nin sevahilinde, yazın şiddet-i hararetiyle etrafındaki bataklık hararetlenmiş, tebahhur ettiği bir zamanda

Hulusi Bey: Tebahhur

-: Tebahhur ettiği bir zamanda o buhar arkasında büyük bir çeşme havzası suretinde uzaktan Zülkarneyn’e görünen Bahr-i Muhit’in bir kısmında Güneş’in zahirî gurubunu görmüş. Veya volkanlı, taş ve toprak ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında yeni açılmış ateşli gözünde, semavatın gözü olan Güneş’in gizlendiğini görmüş.

Volkanlar.

Hulusi Bey: İşte bir yanardağ bakmış, karşıda bir yanardağ var, Güneş de tam batmak üzere. Onunda gözü yeni açmış, lavlar saçıyor böyle yukarıya doğru. O vaziyeti görmüş odur. Bize o lazım değil. Fakat hakikat nedir? Göze bu şekilde görünmüş. Yoksa biz deniz seyahatini niye misal getirdik? Denizde güneşin batması, doğması insana acib bir şekilde görünüyor mu, görünmüyor mu? Böyle karada otururken, etrafta böyle deniz yokken, bize adeta …. geliyor normal görünüyor. Fakat orada o vaziyet değil. Çünkü altı parlak. Güneşin parlaklığı var. Sonra bir şey daha var, yine fennidir. Güneşin ziyası arza ne kadar zamanda vasıl olur? Okuyanlar söylesin.

-: Sekiz dakika.

Hulusi Bey: Sekiz dakikada vasıl oluyor. Demek ki böyle baktığımız zamanda güneşi görmemiz, eğer güneşin batmasına sekiz dakika varsa hakikaten güneş ne olmuştur?

-: Batmıştır.

Hulusi Bey: Batmıştır. Battıktan sonrada görünür mü?

-: Görünür.

Hulusi Bey: Batması için ziyası geliyor. Madem biz ziyasını görüyoruz. Sekiz dakika varken batıyor.

-: Bizim gördüğümüz sekiz dakika evvelki halidir.

Hulusi Bey: Tamam. Sekiz dakika evvelki vaziyetidir. Onun için de ufuktan kaybolduğu zaman da akşamın vakti girmiştir. Tüm mezhep imamları ayrı ayrı düşünmüşler. Mesela şafiye göre güneş ufuktan çekildi mi akşamın vakti girdi. Mezheb-i Hanifiye göre, güneşin battığı yerdeki kızıllık kayboldu mu akşamın vakti girdi. Yatsının vakti, yine batıda güneşin battığı yerde hâsıl olan beyazlık, kırmızılık gidip de yerini beyazlık alırsa şafiye göre yatsının vakti girdi. Hanefiye göre beyazlık gidip yerini karanlık basarsa o zaman yatsının vakti girdi olur. Haaa. Onlar mezheplerin içtihatlarıdır. Hepsi de haktır ve gerçektir. Hangi mezhebin yolu ile gidiyorsa ona göre amel eder. Mezhebin vaziyetini de söylersin. İçtihad eden isabet ederse içtihad sevabı olarak bir sevap alır. İsabet etmezse bir sevap, ederse iki sevap alır. İçtihad eden içtihadında isabet ederse o zaman iki sevap alır, etmezse içtihad sevabını alır.

-: Herkes içtihad yapabilir mi?

Hulusi Bey: Ne?

 -: Herkes içtihad yapabilir mi?

Hulusi Bey: O hale gelmek lazım. Niye çıkamıyor. Ben de içtihad yaparım diyor, değil mi? Şimdi onu sormuyor, diyor içtihad kapısı kapalı mı, açık mı? Açıktır ama altı mani vardır diye, o da o bahiste mufassalan anlatılıyor, anlamak isteyene. Onun istediği içtihad, öyle kolaylık olsun ki Müslümanlık o zamana kadar ne yapmış ne yapana rastlamış. Mesela ayakkabısıyla haşa huzurdan tavlaya girer gibi girsin. Altına iskemleyi atsın otursun. Canı istediği zaman ciğarasını, nargilesini de içsin. Biz köy kahvesi mi açıyoruz? İbadethane böyle mi? Eğer erbab-ı keyften ise eline sazını alsın çalsın. Genç kızlar da ilerde ince sesleri ile nağme yapsınlar. Bu senin dediğin kilisedir. Bunu mu istiyorsun? Müslümanların mabedinde bu şeyler yoktur. İçtihad namıyla kasr-ı İslamiyet’ten ne, tahribat yapmak istiyorsun. Allah senin gibileri Kahr ismiyle kahretsin. Âmin. O çeşit düşünenleri. Bunlar milleti ferahlatacak değil, büsbütün çileden çıkaracak sakim şeyleri getirip bunları meşru vaziyetine bırakacak. Onların hakkından Allah gele. Ne dersin Hacı Nuri bunları sana teslim edeyim bunları?

-: Gelir, gelir.

Hulusi Bey: Gelir, gelir ne gelir?

-: Hakkından gelir.

Hulusi Bey: Sen gelirse git dersin onun yanına mı?

-:         Evet, Kur’an-ı Hakîm’in mu’cizane belâgat-ı ifadesi bu cümle ile çok mesaili ders veriyor. Evvelâ:

PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız!

Bir önceki yazımız olan 179) ONALTINCI LEM’A / HATİMEDEKİ SUALLERE CEVAPLAR DERS - 1 başlıklı makalemizde 16.lem'a ve ONALTINCI LEM’A / HATİME hakkında bilgiler verilmektedir.