183) YİRMİNCİ MEKTUB/İKİNCİ MAKAM DOKUZUNCU VE ONUNCU KELİMELER DERS – 2

183) YİRMİNCİ MEKTUB/İKİNCİ MAKAM DOKUZUNCU VE ONUNCU KELİMELER DERS – 2

ADAD

Hulusi Bey

YİRMİNCİ MEKTUB/İKİNCİ MAKAM DOKUZUNCU VE ONUNCU KELİMELER DERS – 2

-: Elhasıl: Nasılki eşyada, meselâ hayvanattaki ehemmiyetli azanın, esasat ve netaic itibariyle birbirlerine benzeyişleri ve tevafukları ve birtek sikke-i vahdet izhar etmeleri, nasıl kat’î olarak delalet ediyor ki; umum hayvanatın Sâni’i birdir, Vâhid’dir, Ehad’dir. Öyle de: O hayvanatın ayrı ayrı teşahhusları ve sîmalarındaki başka başka hikmetli taayyün ve temeyyüzleri delalet eder ki; onların Sâni’-i Vâhid’i, fâil-i muhtardır ve iradelidir; istediğini yapar, istemediğini yapmaz; kasd ve irade ile işler. Madem ilm-i İlahîye ve irade-i Rabbaniyeye mevcudat adedince, belki mevcudatın şuunatı adedince delalet ve şehadet vardır. Elbette bir kısım feylesofların irade-i İlahiyeyi nefy ve bir kısım ehl-i bid’atın kaderi inkâr ve bir kısım ehl-i dalaletin, cüz’iyata adem-i ıttılaını iddia etmeleri ve tabiiyyunun, bir kısım mevcudatı tabiat ve esbaba isnad etmeleri; mevcudat adedince muzaaf bir yalancılıktır ve mevcudatın şuunatı adedince muzaaf bir dalalet divaneliğidir.

Hulusi Bey: O mevcudatın değişik halleri adedince, değişik halleri adedince.

-: Adedince muzaaf bir dalalet divaneliğidir. Çünki hadsiz şehadet-i sadıkayı tekzib eden, hadsiz bir yalancılık işlemiş olur.

            İşte, meşiet-i İlahiye ile vücuda gelen işlerde; “İnşâallah İnşâallah” yerinde, bilerek “tabiî tabiî” demek, ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et…

Hulusi Bey: Bu alışkanlık da terk edilmez bir şey ha. Aynı şeyi Üstad’ın yanında ihtar ettiği halde yapmışım. Yine tabii demişim. Kardaşım tabii deme, tabii deme. Alıştığını insan kolay kolay bırakamaz. Sevk-i İlahide de.

-: ONUNCU KELİME: وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ Yani: Hiçbir şey ona ağır gelemez. Daire-i imkânda ne kadar eşya var, o eşyaya gayet kolay vücud giydirebilir. Ve o derece ona kolay ve rahattır ki:

اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا

Hulusi Bey:  اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

-: Sırrıyla, güya yalnız emreder, yapılır. Nasılki gayet mahir bir san’atkâr; ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makina gibi işler. Ve o sür’at ve mehareti ifade için denilir ki: O iş ve san’at, ona o kadar müsahhardır ki; güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor; san’atlar vücuda geliyor. Öyle de: Kadîr-i Zülcelal’in kudretine karşı eşyanın nihayet derecede müsahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve sühuletle iş gördüğüne işareten,

اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

ferman eder. Şu hakikat-ı uzmanın hadsiz esrarından beş sırrını beş nüktede beyan edeceğiz:

                 Birincisi: Kudret-i İlahiyeye nisbeten en büyük şey, en küçük şey kadar kolaydır. Bir nev’in umum efradıyla icadı, bir ferd kadar külfetsiz ve rahattır. Cennet’i halketmek, bir bahar kadar kolaydır. Bir baharı icad etmek, bir çiçek kadar rahattır. Şu sırrı izah ve isbat eden haşre dair Onuncu Söz’ün âhirinde, hem melaike ve beka-i ruh ve haşre dair Yirmidokuzuncu Söz’de haşir mes’elesinde, İkinci Esas’ın beyanında zikredilen “nuraniyet sırrı”, “şeffafiyet sırrı”, “mukabele sırrı”, “müvazene sırrı”, “intizam sırrı”, “itaat sırrı”, “tecerrüd sırrı” altı temsil ile isbat edilerek gösterilmiştir ki: Kudret-i İlahiyeye nisbeten yıldızlar, zerreler gibi kolaydır; hadsiz efrad bir ferd kadar külfetsiz ve rahatça icad edilir.

Hulusi Bey: Yani, zerreleri nasıl tasarruf ediyorsa, yıldızları da öyle tasarrufu altında tutan var. Onlar kendi kendilerine mi dolanıyorlar? Dolandıran var. Hem de intizamlı bir hareket yapıyorlar. Evet.

-: Madem o iki Söz’de bu altı sır isbat edilmiş, onlara havale ederek burada kısa keseriz.

                 İkincisi: Kudret-i İlahiyeye nisbeten herşey müsavi olduğuna delil-i katı’ ve bürhan-ı satı’ şudur ki: Hayvanat ve nebatatın icadında, gözümüzle görüyoruz, hadsiz bir sehavet ve kesret içinde, nihayet derecede bir itkan, bir hüsn-ü san’at bulunuyor.

Hulusi Bey: Evet.

-: Hem nihayet derecede karışıklık ve ihtilat içinde, nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik görünüyor. Hem nihayet derecede mebzuliyet ve vüs’at içinde, nihayet derecede san’atça kıymetdarlık ve hilkatça güzellik bulunuyor. Hem nihayet derecede san’atkârane bir surette, çok cihazata ve çok zamana muhtaç olmakla beraber; gayet derecede sühuletle ve sür’atle icad ediliyor. Âdeta birden ve hiçten o mu’cizat-ı san’at vücuda geliyor.

         İşte bilmüşahede her mevsimde rûy-i zeminde gördüğümüz bu faaliyet-i kudret, kat’iyyen delalet eder ki: Şu ef’alin menba’ı olan kudrete nisbeten; en büyük şey, en küçük şey kadar kolaydır ve hadsiz efradın icadı ve idareleri, bir ferd kadar rahatça icad ve idare edilir.

Hulusi Bey: Şey geçmemiş mi, şu ayetten bahsetmiyor mu?

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍۜ

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍۜ

Sizin halkınızda, ba’sinizde, bir nefsin halkı gibi ba’si gibi kudretimize kolaydır.

وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَد۪يرٌۙ

Bir insanı halk eden bütün insanları da halk eden O. Bir hayatlıyı hayata mazhar eden, bütün hayatlıları hayata kavuşturan Ondan başkası değildir.

-: Üçüncüsü: Şu kâinatta, şu görünen tasarrufat ve ef’al ile hükmeden Sâni’-i Kadîr’in kudretine nisbeten, en büyük küll en küçük cüz’ kadar kolay gelir. Efradça kesretli bir küllînin icadı, bir tek cüz’înin icadı kadar sühuletlidir. Ve en âdi bir cüz’îde, en yüksek bir kıymet-i san’at gösterilebilir. Şu hakikatın sırr-ı hikmeti üç menba’dan çıkar:

Evvelâ: İmdad-ı vâhidiyetten.

Sâniyen: Yüsr-ü vahdetten.

Sâlisen: Tecelli-i ehadiyetten.

Hulusi Bey: Bir daha söyle. İmdad-ı vâhidiyet

-: Sâniyen: Yüsr-ü vahdetten.

Hulusi Bey: Bir daha, bir daha.

-: Evvelâ: İmdad-ı vâhidiyetten.

Hulusi Bey: Bir.

-: Sâniyen: Yüsr-ü vahdetten.

Hulusi Bey: Yüsr-ü vahdet de kolaylıktan. Hı.

-: Sâlisen: Tecelli-i ehadiyetten.

Hulusi Bey: Tecelli-i ehadiyetten.

-: Birinci menba’ olan

Hulusi Bey: Üç şey var neydi? İmdad-ı

-: İmdad-ı vahdetten.

Hulusi Bey: Vahidiyyet. Yüsrü

-: Yüsr-ü vahdetten.

Hulusi Bey: Sonra. Üçüncüsü Tecelli-i

-: Vahidiyyet

Hulusi Bey: Tecelli-i ehadiyet.

-: Birinci menba’ olan imdad-ı vâhidiyet: Yani herşey ve bütün eşya, bir tek zâtın mülkü olsa; o vakit vâhidiyet cihetiyle herbir şey’in arkasında, bütün eşyanın kuvvetini tahşid edebilir. Ve bütün eşya, birtek şey gibi kolayca idare edilir. Şu sırrı, şöyle bir temsil ile fehme takrib için deriz; meselâ: Nasılki bir memleketin tek bir padişahı bulunsa, o padişah o vahdet-i saltanat kanunu cihetiyle, herbir neferin arkasında bir ordu kuvvet-i maneviyesini tahşid edebilir.. ve edebildiği için; o tek nefer, bir şahı esir edebilir.

Hulusi Bey: Bir şahı

-: Şahı esir edebilir ve şahın fevkinde padişahı namına hükmedebilir. Hem o padişah, vâhidiyet-i saltanat sırrıyla, bir neferi ve bir memuru istihdam ve idare ettiği gibi, bütün orduyu ve bütün memurlarını idare edebilir. Güya vâhidiyet-i saltanat sırrıyla herkesi, herşey’i, bir ferdin imdadına gönderebilir. Ve herbir ferdi, bütün efrad kadar bir kuvvete istinad edebilir; yani ondan meded alabilir. Eğer o vâhidiyet-i saltanat ipi çözülse ve başıbozukluğa dönse; o vakit herbir nefer, hadsiz bir kuvveti birden kaybedip, yüksek bir makam-ı nüfuzdan sukut eder, âdi bir adam makamına gelir. Ve onların idare ve istihdamları, efrad adedince müşkilât peyda eder.

Aynen öyle de: وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى şu kâinatın Sâni’i, Vâhid olduğundan; herbir şeye karşı, bütün eşyaya müteveccih olan esmayı tahşid eder. Ve nihayetsiz bir san’atla, kıymetdar bir surette icad eder. Lüzum olsa, bütün eşya ile birtek şey’e bakar, baktırır, meded verir ve kuvvetli yapar. Ve bütün eşyayı dahi o vâhidiyet sırrıyla; birtek şey gibi icad eder, tasarruf eder, idare eder.

            İşte, şu imdad-ı vâhidiyet sırrıyladır ki; şu kâinatta nihayet derecede mebzuliyet ve ucuzluk içinde, nihayet derecede san’atça ve kıymetçe yüksek ve âlî bir keyfiyet görünüyor.

Hulusi Bey: İmdad-ı vâhidiyet ondan sonra Yüsr-ü vahdet, Tecelli-i ehadiyet. Evet.

                 İkinci menba’ olan yüsr-ü vahdet: Yani birlik usûlüyle bir merkezde, bir elden, bir kanunla olan işler; gayet derecede kolaylık veriyor. Müteaddid merkezlere, müteaddid kanuna, müteaddid ellere dağılsa müşkilât peyda eder. Meselâ: Nasılki bir ordunun bütün neferatının bir merkezden, bir kanunla, bir kumandan-ı a’zam emriyle esasat-ı techiziyeleri yapılsa; birtek nefer kadar kolay olur. Eğer ayrı ayrı fabrikalarda, ayrı ayrı merkezlerde techizatları yapılsa; bir ordunun techizine lâzım olan bütün askerî fabrikalar, birtek neferin techizatı için lâzım gelir. Demek eğer vahdete istinad edilse; bir ordu, bir nefer kadar kolay olur. Eğer vahdet olmazsa; bir nefer, bir ordu kadar techizin esasatı cihetinde müşkilât peyda eder. Hem bir ağacın meyvelerine -vahdet noktasında- bir merkeze, bir kanuna, bir köke istinaden madde-i hayatiye verilse; binler meyveler, tek bir meyve gibi kolay olur. Eğer herbir meyve

Hulusi Bey: Hele şu mübarek dut. O kökünden alıyor ne alıyorsa. Fakat alıyor diyoruz, konuşma bu tarzda ama o her bir meyveye devamlı bir surette. Yani çıkmış çıkacak, olmuş olacak ne kadar dut olacaksa o sene hepsinin hepsine lazım olan yaşama suyu nerden gidiyor? Kökten gidiyor. Havası nerden geliyor? Havadan veriliyor. Harareti nerden yetiştiriliyor? Güneşten yetiştiriliyor. Güneş bir, hava bir, su bir bunların hepsi de birindir. Onda tesahub eden, ona malikiyet dava eden de bir Allah’tır. İşte bir ağaca böyle yardım ettirir. Yüsr-ü vahdet. Eğer o bir tek Allah olmazsa, şimdi hâşâ hâşâ dedikten sonra olmaz. Mesela, üç Allah kabul etsen birisi suya, birisi güneşe, birisi de havaya. Birbirlerine ihtiyaç muhtaç olur Allah. Allah dediğin ihtiyaçtan beridir, noksan olur. Demek ki kendi iktidarı ile o en uzak dalın en ince dalcığında bir dut’a muhtaç olduğu suyu o kargacık, burgacık yollardan ulaştıran kimse, onu orada hararetiyle, onu orada havası ile yaşatan, ısıtan, geliştiren, olgunlaştıran da ondan başkası değildir. Evet.

-: Eğer herbir meyve, ayrı ayrı merkeze rabtedilse ve ayrı ayrı yerden mevadd-ı hayatiyeleri gönderilse; herbir meyve, bütün ağaç kadar müşkilât peyda eder. Çünki bütün ağaca lâzım olan mevadd-ı hayatiye, herbir meyve için dahi lâzımdır.

         İşte şu iki temsil gibi, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى şu kâinatın Sâni’i, Vâhid-i Ehad olduğu için, vahdetle iş görür ve vahdetle iş gördüğü için, bütün eşya birtek şey kadar kolay olur. Hem birtek şeyi, san’atça bütün eşya kadar kıymetli yapabilir. Ve hadsiz efradı, gayet kıymetdar bir surette icad ederek;

Hulusi Bey: Buldun mu?

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ * وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَل۪ينَ * وَالْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ٭

تَقَبَّلْ مِنَّا وَاشْفِ مَرْضٰينَا وَارْحَمْ جَم۪يعَ مَوْتَانَا وَاغْفِرْ ذُنُوبَنَا وَذُنُوبَ وَالِدِينَا يَارَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَان۪ى صَغ۪يرًا٭ اَللّٰهُمَّ سَلِّمْنَا وَسَلِّمْ د۪ينَنَا وَلاَ تَسْلُبْ وَقْتَ النَّزْعِ ا۪يمَانَنَا وَلاَ تُسَلِّطْ عَلَيْنَا بِذُنُوبِنَا مَنْ لاَ يَخَافُكَ وَلاَ يَرْ حَمُنَا وَارْزُقْنَا خَيْرَىِ الدُّنْيَا وَاْلاَخِرَةِ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ٭

Lillahil Fatiha

PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız!

Bir önceki yazımız olan 182) YİRMİNCİ MEKTUB/İKİNCİ MAKAM DOKUZUNCU KELİME DERS - 1 başlıklı makalemizde 20.mektup 2.makam hakkında bilgiler verilmektedir.