199) YİRMİYEDİNCİ SÖZÜN ZEYLİ DERS-1

199) YİRMİYEDİNCİ SÖZÜN ZEYLİ DERS-1

ADAD

Hulusi Bey

YİRMİYEDİNCİ SÖZÜN ZEYLİ DERS-1

Hulusi Bey: Bir mukaddes kitabımız var. O mukaddes kitabı ki Kelamullahtır. Eksiksiz olarak Allah peygamberlere, bilhassa son peygamberi habib-i zişanımız sallallahu aleyhi veselleme Cibril-i Emin, Namus-u Ekber vasıtasıyla tebliğ buyurmuş. Eksik yoktur onda. Şurayı da unutmuştur diyecek hiç kimse çıkamaz. Her şey yerli yerinde. İlahi fermanda kusur olamaz. Eksik yeri yoktur. Her şey içinde vardır. Amma herkes her şeyi her zaman içinde bütün açıklığıyla göremez. Çünkü her şey başka suretlerle görünür. Kimisinde sarahat var. Onu inkâra mecal yok, herkes evet diyor. Bu böyledir. Kimisi işaretle, kimisi remizle, her birisi bir suretle beyan edilmek suretiyle ezelden ebede kadar hem olmuş, hem olacak şeylerin beyan edilmiştir. Hiçbir şey eksik noksan bırakılmamıştır. Gel gelelim, bu mukaddes kitaptaki hakikatleri herkes anlayamıyor. Herkes o işaretleri, o remizleri, o sarahatleri ayan beyan gösteremiyor. Müfessirler beyan etmişler. Asırlarına yetecek kadar, o hazineden aldığı cevherleri, aldıkları cevherleri göstermişler. Şu yirminci medeniyet asrı denilen içinde bulunduğumuz asra nesi kalmış? Bu asırda da Kur’anın bir şeyi hüküm fermandır. O da sırr-ı i’cazıdır. Ne demek istiyoruz?  Sırr-ı i’cazı demek, Kur’an mucizedir, fakat aşikâr olmamıştır, gizli kalmış. İ’cazı da vardır. Bu asrın hususiyetine bakan ve bu asırda yaşayan ehl-i imanı, ehl-i islam’ı bu asrın tehlikelerinden koruyan kısımları var. İşte Lillahilhamd, bu asrı yaşayanlardan bulunuyoruz. Bu mukaddes kitabın şu asra bakan sırr-ı i’cazını Cenab-ı Hak bir abd-i mahsusuna “Kur’anın sırr-ı i’cazını beyan et” diye ferman buyurdu. Ama manevi bir tarzda. Peygamber aleyhissalatu vesselamın her asırda bu ümmete o asrın iktizasına göre imanlarını tecdid edecek bir zatı Cenab-ı Hak müceddid olarak gönderir. Peygamberin bu tebşirine Üstad Hazretleri vesile olmuş. Risale-i Nur bu sırr-ı i’cazı içinde aşikâre göstermiş. Dost ve düşman onu okuyanlar, evet tamamen bu asrın umulmaz yaralarına tiryak gibi, iksir gibi deva bu Kur’an’ın sırr-ı i’cazını gösteren eserlerde vardır diyorlar. İnsaf ile mütalaa eden her çağda ki tahsilli zümre, evet diyorlar bihakkın tam yerinde derdimize deva olacak bizi bu fırtınalı asrın tahrib edici tesirinden koruyacak, Kur’an’ın şimdiye kadar açılmamış gayet müessir hem koruyucu, hem şifa verici ilaçlarını, tiryaklarını, iksirlerini Cenab-ı Hak Kur’an’dan tereşşuh eden sızan şu mübarek eserlerle bu asrın ehl-i imanına, ehl-i islamına kemal-ı merhametinden bir zatın lisanıyla, kalemsiz bir zatın lisanıyla ikram etmiş, ihsan etmiş, in’am etmiş. Elhamdülillah, biz de o zümredeniz. Evet, merakı olanlar, tetkik edenler, şu kırk, elli sene içerisinde bunu katiyen kabul ederler ve bu iddianın boş bir iddia, bir dava olduğunu katiyen söyleyemezler. Çünkü insafları vardır, imanları vardır. Elbette diyecekler ki; hakikaten bu eserler, bu asrın yaralarına tam tedavi edici, hem şifa verici, hem koruyucu paha biçilmez ilaçlardır.

اَسْتَع۪يذُ بِااللّٰهِ٭ وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ

ayetini, sanki bize o eserin muhtelif yerlerindeki beyanat. Hem de bizim anlayacağımız ha şimdiki kuşdilince değil. Biraz daha evvel ki Müslümanların konuşmasına, biraz tahsili olanların anlayacağı şekilde ifade edilmiş, kaleme alınmış. Bu eserler bizi tatmin ediyor. Ve bütün ruhumuzla diyoruz ki: El Hak Kur’an,

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍ

ayetinin sırrına mazhardır. Var mı şüpheniz? 

-: Yok

Hulusi Bey: Yoktur. Peki, mesele tamam, okunacak bir şeyiniz varsa okuyun.

-: Sual: Deniliyor ki: Sahabeler Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı gördüler, sonra iman ettiler. Biz ise görmeden iman ettik. Öyle ise, imanımız daha kavîdir. Hem, kuvvet-i imanımıza delalet eden rivayet var?

             Elcevab:

(Sözler Shf: 494)

Hulusi Bey: Onu anlat ha. Rivayet deyince yani. Ajans rivayeti mi, televizyon rivayeti mi?

-: Efendim bir hadis-i şerifte.

Hulusi Bey: Ha. İşte bir hadis. Rivayet dediği bir hadise dayanarak onu söylüyor.

-: Bu şey mi acaba Efendim! Ümmetimin âlimleri ben-i İsrail peygamberleri gibidir.

Hulusi Bey: Yok, yok o değil. “Beni görmeden iman eden. Son zamanda gelecek ümmetim var, onların imanları benimle beraber, bu hazır bulunanların imanından daha kuvvetlidir.” gibi, o gelecekleri okşayıcı, şevke getirici bir emirleri var.

-: Elcevab: Sahabeler o zamanda, efkâr-ı âmme-i âlem hakaik-i İslâmiyeye muarız ve muhalif iken; -sahabeler- yalnız suret-i insaniyede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görüp, bazan mu’cizesiz olarak, öyle bir iman getirmişler ki; bütün efkâr-ı âmme-i âlem, onların imanlarını sarsmıyordu. Şübhe değil, bazısına vesvese de vermezdi. Sizler iseniz kendi imanınızı, sahabelerin imanlarıyla müvazene ediyorsunuz. Bütün efkâr-ı âmme-i İslâmiye, imanınıza kuvvet ve sened olduğu halde; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şecere-i tûbâ-i nübüvvetinin çekirdeği olan beşeriyeti ve suret-i cismaniyesini değil, belki umum envâr-ı İslâmiye ve hakaik-i Kur’aniye ile nurani muhteşem şahs-ı manevîsini bin mu’cizat ile muhat olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve şübheye düşen imanınız nerede? Bütün âlem-i küfrün ve Nasara ve Yehud’un ve feylesofların hücumlarına karşı sarsılmayan sahabelerin imanları nerede? Hem, sahabelerin kuvvet-i imanlarını gösteren ve imanlarının tereşşuhatı olan şiddet-i takvaları ve kemal-i salahatları nerede? Ey müddei! Senin şiddet-i za’fından, feraizi tamamıyla senden göstermeyen sönük imanın nerede? Amma hadîste vârid olan ki, “Âhirzamanda beni görmeyen ve iman getiren, daha ziyade makbuldür” mealindeki rivayet, hususî fazilete dairdir. Has bazı eşhas hakkındadır. Bahsimiz ise, fazilet-i külliye ve ekseriyet itibariyledir.

İkinci Sual:

-: Devam edelim mi Efendim?

Hulusi Bey: Ya. Nettin yoruldun mu?

-: Hayır.

-: Diyorlar ki: Ehl-i velayet ve ashab-ı kemalât, dünyayı terketmişler. Hattâ hadîste var ki: “Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.” Hâlbuki

Hulusi Bey: Arapçasını da söyle.

-: “Hubbud-dünya re’sü külli hatietin.”

Hulusi Bey: Hatietin. Evet.

-: Hadîste var ki: “Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.” Halbuki sahabeler dünyaya pek çok girmişler; terk-i dünya değil, belki bir kısım sahabe, o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle sahabelerin en ednasına, en büyük bir veli kadar kıymeti var, diyorsunuz?

   Elcevab: Otuzikinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet kat’î isbat edilmiştir ki: Dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esma-i İlahiyeye mukabil olan yüzünü sevmek; sebeb-i noksaniyet değil, belki medar-ı kemaldir.

-: Onu bir tekrar buyur.

-: Dünyanın âhirete bakan yüzüyle,

Suali de bir daha okuyayım mı?

-: Evet.

Hulusi Bey: Yani dünyanın üç yüzü var. Birisi ahirete bakıyor, ikincisi esma-i İlahiye ye bakıyor, bu yüzler güzeldir. Üçüncü yüzü insanın hevesatına bakıyor, o da çirkindir. Bunu söylemek istiyor.

-: Dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esma-i İlahiyeye mukabil olan yüzünü sevmek; sebeb-i noksaniyet değil, belki medar-ı kemaldir ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir.

Hulusi Bey: Yani dünyaya dalmışlar diyor ya. Şimdi ehl-i medeniyetten daha fazla dünyaya dalmışlar. Neden böyle diyorsunuz? Onlar dünyayı terk etmemişler, bilakis dünyaya dalmışlar görünüyorlar. Hal vaziyet böyle gösteriyor. İşte demek ki dünyanın üç yüzünden ikisiyle bu işleri tutuyorlar. Birisi esma-i ilahiyeye nazır olan yüzü, diğeri de ahirete bakan yüzü. “Ed-dünya mezra’atül-âhira;” üçüncü yüze hiç ehemmiyet vermemişler. Üçüncü yüz de insanın hevesatına bakan yüz. Evet, ona hiç ehemmiyet vermemişler.

-: O iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudatı, esma-i İlahiyenin âyinesi görüp, müştakane temaşa edip bakmışlar. Fena-i dünya ise, fâni yüzüdür ki, insanın hevesatına bakar.

             Üçüncü Sual: Tarîkatlar, hakikatların yollarıdır. Tarîkatların içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübra iddia olunan tarîk-ı Nakşbendî hakkında, o tarîkatın kahramanlarından ve imamlarından bazıları esasını böyle tarif etmişler. Demişler ki:

دَرْ طَرِيقِ نَقْشِبَنْدِى لاَزِمْ آمَدْ چَارْ تَرْكْ

تَرْكِ دُنْيَا تَرْكِ عُقْبَى تَرْكِ هَسْتِى تَرْكِ تَرْكْ

Yani, tarîk-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım. Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakikî yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir.

Hulusi Bey: Ben bunu da bıraktım, bunu da bıraktım bunu da.

-: Tarîk-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım.

Hulusi Bey: Orayı tekrar et. Evet.

-: Tarîk-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım. Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakikî yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir.

Hulusi Bey: تَرْكِ هَسْتِى Vücudunu unutmak, o mana veriyor. Ondan sonra تَرْكِ تَرْكْ O terk ettiklerini de hiç düşünmemek. Belki bunlar yokmuş gibi, hiç onlarla meşgul olmamak. Bırakmış ama bıraktığını da bırakacak. Bende şu vardı onu bıraktım. Beriki vardı onu da bıraktım, onu da bıraktım. Bunu da düşünmeyecek. Evet.

-: Demek hakikî marifetullah ve kemalât-ı insaniye terk-i masiva ile olur?

Hulusi Bey: Haaaa. Terk terk terk ne oldu? Allah’ın gayrısını bırakmak. Allah üzerinde durmak. Nesinde, zatında mı? Nesinde duracağız?

-: Esmasında Efendim.

Hulusi Bey: Allah’ın rızasında duracağız. Allah’ın rızasını kazanmaya bakacağız. Ke-ennehu Hacı Sabrı gibi.

-: Efendi! Nefis buna razı olmuyor ne yapalım.

Hulusi Bey: Nefis razı olmuyorsa sen muhalefet et. Nefis razı olmuyor, sen de ona çok acıyorsun değil mi Hacı? Sende onun nazına dayanamıyorsun. Onun için peki ağlama diyorsun sana süte de vereyim, yem de vereyim, birazda oynatayım. Nereye gidiyorsun Hoca Efendi!

-: Efendim! O dünyanın üç yüzüyle alakalı bahsi de eğer isterseniz okuyayım.

Hulusi Bey: Eğer bildiğin yerse, şeyde otuz ikinci sözdür?

-: Evet.

Hulusi Bey: O uzun olur, uzun. Hele sen oraya devam et. Onu biliyorlar maşallah hepsi, hafız olmuştur. Öyle değil mi?

-: İnşaallah.

Hulusi Bey:  İnşâallah he. Seninki de iyi. Öyle ise başa al. Hocamıza da maşaallah. Hoca da çürük tahtaya basmıyor ha. Tam ortasından gidiyor. Ne o tarafa, ne bu tarafa diyor maşaallah.

-: Tarîk-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım. Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakikî yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakikî marifetullah ve kemalât-ı insaniye terk-i masiva ile olur?

Elcevab:

Hulusi Bey: Bunlar terki, terki, terki hulasası ne oldu? Terk-i masiva. Allah’ın gayrısını terk eder. Niye? Niye öyle?

-: Kemalat.

Hulusi Bey: Hakiki kemalat ancak o şekilde elde edilebilir.

-: Deniyor, bir sual.

             Elcevab: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı;

Hulusi Bey: Kalb!

-: Evet.

PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayın!

Bir önceki yazımız olan 198) ENE BAHSİ İLE ALAKALI MEVZULAR DERS - 2 başlıklı makalemizde ene bahisleri hakkında bilgiler verilmektedir.