203) HÜVE NÜKTESİ DERS – 1

203) HÜVE NÜKTESİ DERS – 1

ADAD

Hulusi Bey

HÜVE NÜKTESİ DERS – 1

Hulusi Bey:

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَيْنِ الْعِناَيَةِ كَنْز ِالْهِداَيَةِ اِماَمِ الْحَضْرَةِ اَمِينِ الْمَمْلَكَةِ طِراَزِ الْحُلَلِ ناَصِرِالْمِلَلِ تاَجِ الشَّرِيعَةِ سُلْطاَنِ الطَّرِيقَةِ بُرْهاَنِ الْحَقِيقَةِ زَيْنِ الْقِياَمَةِ شَمْسِ الشَّرِيعَةِ شَفِيعِ اْلاُمَّةِ عاَلِى الْهِمَّةِ كاَشِفِ الْغُمَّةِ يَوْمَ الْقِياَمَةِ سِراَجِ الْعاَلَمِينَ.

اَللّٰهُ عاَصِمُهُ وَ جِبْرِيلَ عَلَيْهِ السَّلاَمُ خاَدِمُهُ وَالْبُرَاقُ مَرْكَبُهُ وَقاَبُ قَوْسَيْنِ مَقاَمُهُ وَالْمَعْبُودُ مَقْصُودُهُ شَمْسُ الضُّحَى بَدْرُ الدُّجَى نُورِ الْهُدَى خَيْرِالْوَرَى اِماَمِ الْمُتَّقِينَ اَصْفَى اْلاَصْفِيَآءِ مُحَمَّدِنِ الْمُصْطَفَى صَلَّى اللّٰهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ قِبْلَةِ الْعاَرِفِينَ وَكَعْبَةِ الطَّآئِفِينَ وَحَبِيبِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَعَلَى اَلِهِ وَاَصْحاَبِهِ وَ عِتْرَتِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ وَسَلِّمْ تَسْلِيماً كَثِيراً ياَ رَبَّ الْعاَلَمِينَ اَمِينَ.  

-:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ٭

BU KİTAB MEMNÛ’ OLAN HALLERİ MUHTEVİDİR.

Hulusi Bey: Dersin neden bahsediyor ki?

-: Gıybetin haram olduğuna.

Hulusi Bey: Ha ha.

GIYBETİN HARAM OLDUĞUNA VE LİSANI MUHAFAZAYA DAİR AYET VE HADİSLER.

Allahu Teâla şöyle buyuruyor:

“Biriniz diğerini gıybet etmesin, sizden biri ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Elbette bundan ikrah edersiniz. O halde Allah’tan korkunuz,

Hulusi Bey: Ayeti okumadın amma. Peki, tamam, bitir orayı.

-: Allah tevbeleri kabul eder, çok esirger.”

قال الله تعالى : وَلاَ يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًۜا اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخ۪يهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ تَوَّابٌ رَح۪يمٌ

٭صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظ۪يمُ٭

قال الله تعالى : وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولـئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً

Cenab-ı Hak buyuruyor:

“İyice bilmediğin bir şeyi söyleme, arkasına düşme! Çünkü kulak, göz, kalb bunların hepsi yaptıklarından mes’uldür.”

Hulusi Bey: Senin yerin çok dar oldu galiba?

-: İyi.

-:

قال الله تعالى : مَا يَلْفِظُ مِن قَوْلٍ إِلَّا لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ

Hulusi Bey: Sure?

-: Sure elli, Kaf suresi. Ayet onsekiz.

Hulusi Bey: Kaf, Kaf.

-: Allahu Teâla buyuruyor:

“İnsan; iyi, fena hiçbir söz söylemez ki, yanında onu zabt ve tesbit için amade bir murakıb bulunmasın.”

Hulusi Bey: Amade, hazır.

-: Ebu Hureyre radiyallahu anh’den rivayete göre, Nebiyy-i Muhterem sallallahu teala aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allahu Teâla’ya ve ahiret gününe iman eden kimse, hayır söylesin veyahut sussun.”

Ebu Musa radiyallahu anh’den, söyle dediği rivayet olunmuştur.

Ya Resulallah, hangi Müslümanlar daha faziletlidir? Diye sordum. Resulu-i Ekrem:

“Elinden ve dilinden Müslümanların salim kaldığı kimsedir.” Buyurdu.

Hulusi Bey: Salim. Kaçıncı ayetti o? مَا يَلْفِظُ

-: Elli. Ayet onsekiz.

Ya Resulallah, hangi Müslümanlar daha faziletlidir? diye sordum. Resulu-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:

“Elinden ve dilinden Müslümanların salim kaldığı kimsedir.” buyurdu.

Hulusi Bey: Onsekizinci mi?

-: Evet.

Hulusi Bey:

 مَا يَلْفِظُ مِن قَوْلٍ إِلَّا لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ ٭صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظ۪يمُ٭

İnsan bir kelam telaffuz ederken, o iki melek hayır ve şer ona müterakkıb tahririne hazırlardır. Lakin denildi ki hasenatı yazan melek, seyyiatı yazan melek üzere nazırdır. O âdemden hasenat sudurunda derakap yerine o tahrir eder. Seyyiat zuhurunda ona memur solunda ki meleğe şayet tevbe edip deyip yedi saat tehir ettirir.

Yedi saat tehir ettirir. İşitin mi pehlivan?

-: İşittim.

Hulusi Bey: Yani, insanın sağında, solunda birer melek var. Bunlar sağdaki hasenatı yazıyor, soldaki seyyiatı yazıyor. Hasenatı yazan melek, soldakinin üzerine nazırdır. Hasenat zuhurunda hemen yazar o, sağdaki. Soldaki bir kötülük zuhur ederse, o yazmak isterse diğeri derki yedi saat bekle, belki tövbe eder. Yedi saati nerden çıkardılar, onu da bilmiyorum. Herhalde kitaplardan bulmuşlardır. Buyur, peki devam et.

-: Sehl b. Sa’d radiyallahu anh’den rivayete göre, Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz:

“Her kim dilini ve tenasül uzvunu (şerden) korumayı bana temin ederse,

Hulusi Bey: Bir daha söyle.

-: “Her kim dilini ve tenasül uzvunu (şerden) korumayı bana temin ederse, bende ona Cennet’i tekeffül ederim” buyurmuştur.”

Hulusi Bey: Sen tekeffül ediyor musun Cennet’i? Hı?

-: Peygamberimiz ediyor.

Hulusi Bey: Peygamberin sözünü naklediyorsun, tamam.

-: Ebu Hureyre radiyallahu anh’in Resul-i Ekrem Efendimiz’den şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivayet edilmiştir:

“Bir insan manasını düşünmeden bir söz söyleyiverir ki, o yüzden Cehennem’in şark ile garb arasındaki mesafeden daha uzak bir yerine düşer.”

“Bir insan manasını düşünmeden bir söz söyleyiverir ki, o yüzden Cehennem’in şark ile garb arasındaki mesafeden daha uzak bir yerine düşer.”

Hulusi Bey: E, bitti mi?

-: Daha uzun sürüyor Efendim.

Hulusi Bey: Dur oralara gitme sen nerede isen orayı oku. Burayı mı okuyordun?

-: Evet. Üç tane oldu.

Hulusi Bey: Oğlum şimdi sen nereye kadar okudun?

-: Buraya kadar.

Hulusi Bey: Burayı okudun mu?

-: Evet.

Hulusi Bey: Burayı?

-: Hayır.

Hulusi Bey: Oku onu da.

-: Yine Ebu Hüreyre Hazretleri Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Bir kul Allah’ın rızasına muvafık olan bir sözü, kendisine ehemmiyet vermeyerek söyleyiverir ki, Cenab-ı Hak o söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Bir kul da vardır ki, Allah’ın gazabını mucib bir sözü mübalatsızca söyleyiverir ki, Allah o fena söz sebebiyle, o kimseyi Cehennemin dibine indirir.”

Hulusi Bey: Vay, vay, vay.

-: “Bir kul Allah’ın rızasına muvafık olan bir sözü, kendisine ehemmiyet vermeyerek söyleyiverir ki, Cenab-ı Hak o söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Bir kul da vardır ki, Allah’ın gazabını mucib bir sözü mübalatsızca söyleyiverir ki, Allah o fena söz sebebiyle, o kimseyi Cehennemin dibine indirir.”

Hulusi Bey: Şu halde ne yapmalı? Ne yapalım?

-: Söyleyeceğimiz sözü mübalatsız söyleyelim.

Hulusi Bey: Ne, bala mı batıralım?

-: Mübalatsızca söyleyiverir, o yüzden.

Hulusi Bey: Ne demek? Mübalatayı bul bakayım. Nerde o bizim yedi buçukluk nerde? Yedi buçukluk lügat. Sen bırakma işini de, bundan oynamaya vaktimiz yok. Bekir Bey, mübalatsız. Ne kadar acınacak duruma gelmişiz ya.

Mübalat: Kayırmak, dostluk etmek ve dikkat ve mülahaze etmek. Dikkatsiz, dikkatsiz. Mübalatsız demek, dikkatsiz.

-: Kayırmak. Dikkat etmek. İtina göstermek.

Hulusi Bey: İşte yapmazsa onu, kayırmıyor, kendini kayırmıyor daha. Netice, bir söz insanın ağzından çıkar ki, Cennete götürür. Bir söz ağzından çıkar ki Cehennemin ta dibine de attırır. Şimdi “Kelâmın fıdda ise sükûtun olsun zeheb, kemal ehli, kemâlâtı sükûtla buldular hep

Sen yerini işaretle.

-:

Hüve Nüktesi

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

         Çok aziz ve sıddık kardeşlerim;

         Kardeşlerim لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ deki هُوَ lafzında yalnız maddî cihette bir seyahat-ı hayaliye-i fikriyede hava sahifesinin mütalaasıyla âni bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde; meslek-i imaniyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde sühuletli bulunmasını ve şirk ve dalaletin mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, mümteni’ binler muhal bulunduğunu müşahede ettim. Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi beyan edeceğim.

         Evet, nasılki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında eğer tabiata, esbaba havale edilse lâzımgelir ki; ya o kabda

Hulusi Bey: Bir dakka. Bu hüve nüktesinin neşri, bilhassa imansız zümreyi öyle perişan etmiştir ki, hem Üstad’a, hem eserlerine karşı, yani mahvedici bir hücuma yeltendiren bir vaziyet olmuştur. Çünkü senelerce imanı tahrib etmek için çabaları boşuna gitmiş. Onlar imanı tamamıyla yok etmek istediklerini, belki hedeflerine ha ha vasıl olmuşlar gibi zannettikleri zaman, böyle bir eserin neşredilmesi onların hayallerini alt üst etmiş. Çünkü burada görülecek ya. Hava zerratının dahi acib i’cazkar bir vaziyeti var. Cenab-ı Hak onları çok şaşıracak bir tarzda istihdam ediyor, istimal ediyor. Hava zerratını. Ezcümle o hava zerratı, hava dâhilinde ki sesleri hem alırlar, hem aldıkları anda o hava âlemine ta en uzak zerresine kadar onu eksiksiz ulaştırırlar. Ondan sonra yine içlerinde de o aldıkları aynen kalır. Üç suretle harika bir vaziyet gösteriyorlar. Bir hava zerresinde böyle bir harika, acaba şunları halk eden ve bunlara bu harikulade işleri gördüren bir zatın vücubuna, vücuduna delalet etmez mi, yoksa eder mi? Etmesi lazım. İşte onları bütün bütün çıldırtan bu hadise oldu. Çünkü artık hava dâhilindeki zerrelerin, bu harika vaziyeti, o hava zerratının hesabımı var? Onlar o zerrat adedince tevhide delalet ediyorlar Allah’ı gösteriyorlar. Onların programı ise küfür yolu, şirk yolu, Allah’ı terk yolu olduğundan senelerce bu yıkma yolunda yaptıkları, gösterdikleri hainine vaziyetleri hiçe çıkmış, emeğiniz boşa gitti. Yanıldınız, aldatamadınız, Kur’an’ın nurunu, imanın nurunu söndürmeye muvaffak olamadınız ve olamayacaksınız şeysini bu surette onlara telkin etmiştir. Hüve nüktesi çok harika bir vaziyeti var, çok harika. Onun için ehemmiyetine mütenasib bir vaziyette dinlemek lazım.

-: Evet, nasılki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında eğer tabiata, esbaba havale edilse lâzımgelir ki; ya o kabda küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince manevî makineler, fabrikalar bulunsun veyahut o parçacık topraktaki her bir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hasiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin;

Hulusi Bey: Yapmalarını.

-: Evet.

Evet, nasılki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında eğer tabiata, esbaba havale edilse lâzımgelir ki; ya o kabda küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince manevî makineler, fabrikalar bulunsun veyahut o parçacık topraktaki herbir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hasiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin; âdeta bir ilah gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun.

Hulusi Bey: Şimdi bir saksı söylüyorum. Saksıyı bilmeyen var mı? Toprak kap yahut teneke kap içerisine toprak konulur. Onun içine de içine de çiçek tohumu serpilmiş. O saksıda bu sene ektiğimiz çiçekler, çeşitli çiçekler o topraktan çıkıyor. Ama toprağa biz bide ilavemiz var, ne yapıyoruz? Su da veriyoruz. Sonra havasız yerde de bırakmıyoruz. Havaya da, hararete de olan ihtiyacını temin ediyoruz. Üst tarafı bakıyoruz ki mesela o saksıya yüz çeşit çiçek ekmişsek yüzü de o toprağın içerisinden çıkıp hizmete giriyorlar. Şimdi işte toprak, Cenab-ı Hakkın bir unsuru. Bu arzda yarattığı toprak unsuru. O da zerrattan terekküp eder. Demek toprak zerreleri o çiçeklerin hepsini hepsini bir seneye mahsus olmak üzere meydana çıkaracak toprağın içerisinde çürütmeyecek bir vaziyet var bunlarda. Peki, daha, havasız yerde hiçbir şey olmadığına göre. O toprağın içinde işleyen ordan çıkan çiçeklerin yapraklarında, çiçeklerinde, kendi gövdelerinde işleyen yine hava zerratı da var. Sonra susuz da olmuyor. Suyu da veriyoruz. Bir de hararet var. İşte dört unsur, bunların hepsinin zerratı o kadar ya diyeceğiz ki, o kadar mahir usta vaziyetleri var ki her bir zerre ne yapacağını biliyor. Çiçekleri nasıl yetiştireceğini beceriyor ve onları çıkarıyor. Sanki zerreler değil de fabrikalar olmuş. Toprağın içerisinde, havanın içinde, ziyanın içinde, hararetin içerisinde fabrikalar kurulmuşçasına oraya koyduğumuz tohumlar çiçek vaziyetini alıyor, neşroluyor. Vücutları olmayan şeyler, biz ölmemişiz diriyiz diye oradan çıkıp kendilerini gösteriyorlar. Eğer buna bir nöbetle koysak o toprağın içerisinden birkaç sene mütemadiyen böyle çiçek almak imkânı olur mu? Mevsimi, çiçeği biter tohumunu alır saklarız ertesi sene yine mevsiminde o saksıya ekeriz. Münavebe ile o toprak burada da şey var. Yani, bir kuvveti var onu bitirdi, paydos öyle de değil. Onun şeyi, kuvveti de tükenmiyor. Demek onun kuvvetine bi yardım eden de var. Sonra bu toprağın suyu zerratına bu mahareti ya kendilerine mal edeceğiz yahut her şeyin Halikına, O’nun kudretine, ilmine havale edeceğiz. Hangisini akıl ve din kabul eder? Elbette onlara değil, belki onların haliklerine bir dayanmaları var ki, o da onların muhtaç oldukları şeyleri kuvveti de yardımı da onlara gösteriyor. Toprağın içerisinde çürüyüp mahvolmuyorlar o netice meydana çıkıyor. Şimdi, onların bekleyip bekleyip bu kadar emek çeksinler, tabiatı aşılamaya çalışsınlar, tabii tabii diye diye. Her sözün başında efendim “Tabiiiii bu böyle olması lazım.” Hangi tabiat senin başına çalınsın. Bak yarım asır, çabaladın amma netice imanlının imanından bir zerreyi değiştiremedin kanaati yine sapa sağlam duruyor. Öyle ise buyurun bir kelime-i şahadet getirelim.

اَشْهَدُ اَنْ  لآَ اِلٰهَ اِلاّٰ اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ

Hadi!

-: Aynen öyle de: Emr ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın her bir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan هُوَ lafzındaki havada; küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin veyahut o هُوَ deki havanın belki unsur-u havanın her bir parçasının her bir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar manevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun

PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız!

Bir önceki yazımız olan 202) YİRMİSEKİZİNCİ SÖZ DERS-4 başlıklı makalemizde YİRMİSEKİZİNCİ SÖZ hakkında bilgiler verilmektedir.