9. MEKTUP VE 20. LEM’A DERS-2
-: Onları söyleyip ve cemiyeti firihte edüp der idi ki “Muhammed, Ád ü Semûd kıssalarını söylerse, ben size İsfendiyâr u Rüstem hikâyelerini söylerim!” demekle Kureyş
Hulusi Bey: Nerde âyet altmış dört, şurda herhalde? Okuyalım:
-:
وَاسْتَفْزِزْ مَنِ اسْتَطَعْتَ مِنْهُمْ بِصَوْتِكَ وَاَجْلِبْ عَلَيْهِمْ بِخَيْلِكَ وَرَجِلِكَ وَشَارِكْهُمْ فِى اْلاَمْوَالِ وَاْلاَوْلاَدِ وَعِدْهُمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ اِلاَّ غُرُورًا
Hulusi Bey: “Ve ol zürriyyetten kudretin yetiştiği kimseyi şununla tahrik ve fesada, savtinle tahrik ve fesâda davetle bi-karar eyle! Kim diyor bunu? Ve onların üzerine süvari ve piyade avenelerinden vesvese ve igvâ için cem‘ eyle! Ve onların emval-ü evladlarında şirket eyle; yani mallarında haramla cem etmek ya riba ile vermek ya ‘ma’siyyete sarf etmek’ gibi evlatlarında zinadan hâsıl olmak vesair gibi ortaklık etmek! Ve onlara putlardan şefâat talebi ya ‘te’hír-i tevbe’ ya ‘inkâr-ı ba’s’ gibi va‘de-i bâtıla ver. Hâlbuki Şeytanın va‘di, ancak hatayı sevap suretinde göstermektir.”
Şimdi şu iki ayetin tefsiri münasebetiyle bir hulâsayı şöyle söylemek istiyorum. Cenâb-ı Hak “Kur’ân’ı Kerim”de buyuruyor ki:
وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍ
“Aradığımız her şey Kur’an’da var mıdır?” derlerse ne diyeceğiz? Vardır. Fakat, “Herkes her zaman aradığı şeyi Kur’ân’da bulabilir mi?” derlerse… Bulamaz. Çünkü, bazısı sarahaten bazısı işareten bazısı remzen bazısı delâleten haber verir. Ehil olmak lazım. Ehil olmak da hem sarahatini bilecek, hem işaretini, hem remzini, hem delâletini bilecek ki, Kur’an’da onun, o meselenin bulunduğuna inansın. Elhamdülillâh, bu hakikatleri bize elimizde, başımızda taşımak da olsa, canımızla bir tuttuğumuz şu Kur’ân’ın hakikatli tefsiri şu fesad-ı ümmet zamanının tam vaktine yetişmiş. Şu ümmet-i merhumeye İlahi bir imdâd hazinesi yetiştiren Kur’an’ın hakikatli tefsiri dediğimiz Risâle-i Nurlar, bütün müşkillerimizi hallediyor. Şu zamanda aradığımız her şeyi Kur’an’da bulmaya bizi kolaylaştırıyor.
Demek ki, Risâle-i Nûr ile iştigal edersek, bu âyetleri şeysini orada sarahate yakın bir ifadeyle bulacağız. Daha biz eğer onu bulamamışsak, daha görememişsek, Risâle-i Nur ile iştigalimiz zayıftır, her tarafını bilmek ihtiyacındayız. Okuyoruz. Bakın bugün İhlas Risalesini biraz daha okuyacağız. O başında söylediği şeylerin bugün başka türlü bir inkişafı hâsıl oldu. Onu burada tekrar edelim ve ders olarak yine ona başlayacağız. Meselâ, “İhlas’ın, yani la ekall on beş günde bir okunmasını tavsiye ettiği ihlas dersinin ehemmiyetine işaret eden, bugün Allah’ın lütfuyla bazı manalar yeni yeni kalbimize tulû‘ etti. O da “İhlas risalesinin içinde geçen şeyleri hakikatleri bulacağın yerler vardır. Nerde bulursun? Yine Risale-i Nurun eczalarında. Nereden çıktı? Okurken. İhlastır, ihlastır, ihlastır derken, sonun da en kısa bir tarik-ı hakikatten bahsediyor. En kısa tarik-ı hakikati Üstad bize ders olarak yazmış mı? Var mı? Onu burada beraber okumak lâzım. Böyle bir mana çıktı. Şimdi onu okuduk, yine okuruz. Fakat orada, “En kerametli, bir vesile-i makasıd” tabiri de var. “Dokuzuncu Mektub’ta mıydı, ikram ve keramet bahsi? O kerameti okuyacaksın fakat burada da ikram ile keramet hakkındaki dersi de yine o ihlas risalesinin başında ihlası vasfederken ihlas. İhlas, ihlas diyor amma en kerametli bir vesile-i makasıt ihlastır. Keramet hakkında, ikram hakkında derslerimizde bahis var mı? Var. Öyleyse buyurun.
-:Baştan mı alalım?
Hulusi Bey: Oradan başından.
-:
DOKUZUNCU MEKTUP
بِسْمهِ سُبْحَانَهُ
وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
(Yine o hâlis talebesine gönderdiği mektubun bir parçasıdır.)
Saniyen: Neşr-i envâr-ı Kur’aniyedeki muvaffakıyetin ve gayretin ve şevkin, bir ikram-ı İlahîdir,
Hulusi Bey: Neşr-i envâr-ı Kur’âniyyedeki muvaffakıyyetin ve gayretin şevkin, bir ikram-ı İlâhîdir,
-: Neşr-i envâr-ı Kur’aniyedeki muvaffakıyetin ve gayretin ve şevkin, bir ikram-ı İlahîdir, belki bir keramet-i Kur ‘aniyedir, bir inayet-i Rabbaniyedir.
Hulusi Bey: Hakkımızda inayet-i İlahiye devam ediyor mu?
-: Evet.
-: Sizi tebrik ediyorum. Keramet ve ikram ve inayetin bahsi geldiği münasebetiyle, keramet ve ikramın bir farkını söyleyeceğim. Şöyle ki:
Hulusi Bey: Bir farkını
-: Kerametin izharı, zaruret olmadan zarardır.
Hulusi Bey: Kerameti açığa vurmak, mecburiyet olmadan, zaruret olmadan zarardır. Hiç bir şey değil, yanındakine, “Ben kalbimde böyle tutmuştum, efendinin yanına gittim; kalbimdekini bilmesin mi?” O senin de kulağına gitti mi? Mesela: Misalinde olduğu gibi. Şimdi Abdülkadir’i söyle, medh et, böyle kabarır.
-: İkramın izharı ise, bir tahdis-i nimettir. Eğer keramet ile müşerref olan bir şahıs, bilerek harika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi bâki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir.
Hulusi Bey: İstidraç, bu mekr-i ilahi ha, mekr-i İlahi!
-:Efendi, istidrâcda, her istediği oluyor değil mi?
Hulusi Bey: Ne?
-: İstidrâcda, her istediği oluyor değil mi?
Hulusi Bey: Cenâb-ı Hak, bazı kimseleri istidrâc sureti ile onun şeysini, netice itibarıyla istidadı vardır. Fakat ona, nefsine çok güvenmek hissini tam telkin etmek için isabet eder.
Şimdi bir zât bizim alay kumandanımızdı. Kafkas cephesindeyken Binbaşıydı. Hangi muharebeye girdiyse, muhakkak muvaffak oluyordu. Tabi bizde âdet ya, kaleyi fethedene, kime verirler şerefi? Kumandana. Hâlbuki, o işte o kadar kan dökenler var, bilmem ne var, aferin alay kumandanına!
Mübarek Üstâd bunların hepsine işaret etmiştir. Şimdi muvaffakiyetin sırrını nerede bulacağız? İhlâsta bulacağız. İhlâs birimizin malı değildir ki? Biz derslerimizde muvaffak oluyorsak, yani evimize döndüğümüz zaman, “Oh Elhamdülillâh, bu akşamki sohbetten istifade ettim” diyorsak; bu cemaatin bu işte bulunmasından dolayı, Cenâb-ı Hakk’ın hakkımızda istisnasız hepimize rahmeti vardır da, ondan. İşte böyle dersen, o zaman belki bu rahmet ve inayet devam eder. Eğer böyle olmaz canım. Ben orda bulundum, ben biliyorum, en ihlaslı benim. Meselâ, Efendi de öyle diyor. Onun nefsi de ona diyor: “Sen kendini küçük görme; bunların içerisinde senin bulunmandır ki, şu rahmete vesile oluyor!” Onu biz diyelim, fakat o demesin. Biz ayırt etmek cihetiyle değil, birleşmek cihetiyle söyleyeceğiz. Diyeceğiz hepimiz: “Biz bir şey üzerinde, bir fikir üzerinde ittifak ettik. Cenâb-ı Hak hakkımızda, eğer bu amelimiz hayırlıysa bize rahmet edecek, merhamet edecek, inayet edecek, yardım edecek.”
Evet, inayet devam ediyor, rahmet devam ediyorsa, öyleyse bu iş bizim şahsiyet-i maneviyemizindir, kimse temellük edemez. Anlatabildim mi? Yani, kimse bu muvaffakıyeti kendisine, “Ba tapu, bu iş benimdir” diye sahip çıkmaya hakkı yoktur. Ne ise buyur.
Yani bugün de ikindi dersimizde “İhlâs Risalesinin o başındaki ihlâsı vasfeden kısmını okuduğumuz zaman birden bu tulû‘ etti. Bende yani, düşünce eseri değil ha! Dedim, “Şu en kısa bir tarik-i hakikat ihlâstır’ diyor.” Bunu söyle bakalım. Nerde Mustafa efendi?
-: Burada efendim!
Hulusi Bey: Mustafa Efendi şunu bize izah et. Onu dedikten sonra hatırıma Üstâd’ın O Zeyl var ya, Zeyl. Tarikat “Kur’an’dan istifade ettiğim en kısa bir tarik-i hakikat” diye yazdığı şey var ya, onu hatırlattı Cenâb-ı Hak. Benim hatırlamam değil, bana hatırlatan Allah. Ondan sordum, cevabını Allah lütfetti. Ondan sonra orayı açtık, orayı sen okudun değil mi Mustafa Efendi? Orayı sen okudun. Buldun, okudun, biz de istifade ettik. İşte, “İhlâs risâlesini 15 günde bir la ekall 15 günde bir okuyun.” demesinin bir hikmeti daha elhamdülillâh bugünkü ikindi dersinde başka surette inkişaf etti. Onlardan biri de nedir? “En kerametli bir vesile-i makasıd ihlâstır.” sözü. Bunun üzerine şu mektubu Dokuzuncu Mektubu hatıra getirdi Cenâb-ı Hak. Onu şimdi okuyoruz.
-: Eğer bilmeyerek harika bir emre mazhar olursa, meselâ birisinin kalbinde bir sual var, intak-ı bilhak nev’inden ona muvafık bir cevap verir; sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve “Beni benden ziyade terbiye eden bir hâfızım vardır.” der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız bir keramettir;
Hulusi Bey: Şimdi onu öyle dedikten sonar, yine ihlâsa geçecek. İkrama geçecek. Evet.
-: ihfasına mükellef değil, fakat fahr için kasden izharına çalışmamalı.
Hulusi Bey: Fahr için, övünmek için, övünmen için açığa vurmak. Kasten. Canım yahu acaib bir şey oldu, ne oldu? Geçen gün arkadaşla konuşurken, onun da aklında böyle bir endişesi varmış. Birden bire benim söylediğim bir söz çıktı ağzından; meğer onun içinde böyle bir kuruntusu varmış, o sözüm onun içindeki üzüntüyü, kuruntuyu bertaraf etti. Kendisi de açığa vurdu. “Yav, Allah senden râzı olsun!” dedi. “Benim içimde böyle bir düşünce vardı herhangi bir meseleden dolayı, senin bu sözün bendeki o üzüntüyü giderdi.” Bu kere iyi ama hoca efendi mesela aynı şeyi söyleye bilse. Kemal onu çok amiyane söyledin yahu. Artık bu hocayada bu kadar olmaz kabaramazsın kel Fatma. Bu çok amiyane oldu.
-: Çünki onda zahiren insanın kesbinin bir medhali bulunduğundan, nefsine nisbet edebilir. Amma ikram ise; o, kerametin selâmetli olan ikinci nev’inden daha selâmetli, bence daha âlidir. İzharı, tahdis-i nimettir. Kesbin medhali yoktur, nefsi onu kendine isnad etmez.
Hulusi Bey: Kendisine mâl etmez. Ben bunu itiraf ediyorum, en yaşlınız, en tecrübeliniz olmak itibarıyla şu işte, acâib, acâib sualler karşısında kalmışımdır, böyle cemaat hâlinde. Benim o suallere cevap vermeye şahsen bilgim kâfi değildir. Fakat o cemaatteki ihlaslı bir vazıyet var ya, o ihlâsa merhameten Cenâb-ı Hak bana o zatın sualine muvafık cevap verdirmeye iktidar verdiğini defalarca tecrübe etmişim ve bunu elhamdülillâh kendime değil, o cemaatin şahsiyet-i maneviyesinden biliyorum. Acâib, acâib suallerle, beklemediğim, düşünmediğim, bilemeyeceğim suallerle karşı karşıya kalmışım. O cemaatin huzurunu muhafaza, onun Allah’ın rahmetini cezb etmeye bir vesile olan şahsiyet-i maneviyesine gelen feyzden istifade etmişim. Benim bu kadar anlatabiliyorum yani. Anlıyorum ki, meselâ şu cemaatin içerisinde bir zât ve ya bir kaç zât var ki, çok ihlaslı insanlar, kendilerini belli etmiyorlar, belki kendileri de bilmiyorlar. Fakat onların ihlâslarını Cenâb-ı Hak zayi etmiyor. Sual ve cevap mevkiinde olan kimse, ümidinin fevkinde bir feyze mazhar oluyor. Umumun faydasına yarayacak sözleri, Cenâb-ı Hak onun lisanından söyletiyor. İtiraf ediyorum. Benim malım değil, belki cemaatin malıdır. Yani, bende ne kadar hoşunuza giden hâli görürseniz, o cemaate aittir. Samimi olarak itiraf ediyorum. Cemaatin ehemmiyeti var. Yeter ki böyle bir cemaate Cenâb-ı Hak, bizi lâyık gördüğünün, şakirlerinden olalım. Evet, bitti mi?
-: İşte kardeşim; hem senin hakkında, hem benim hakkımda, bahusus Kur’an hakkındaki hizmetimizde eskiden beri gördüğüm ve yazdığım ihsanat-ı İlahiye bir ikramdır; izharı, tahdis-i nimettir. Onun için sana karşı tahdis-i nimet nev’inden ikimizin hizmetimize ait muvaffakıyâtı yazıyorum. Biliyordum ki sende fahr değil, şükür damarını tahrik ediyor.
Salisen:
Hulusi Bey: Yeter. Ben yine ihlas.
-:
Bu Lem’a lâakal her on beş günde bir defa okunmalı.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ ٭ وَ قُومُوا لِلّٰهِ قَانِتِينَ ٭ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا ٭ وَلاَ تَشْتَرُوا بِآيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً
Sadakallahül azim
Ey ahiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz: Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, (ihlastır) en büyük bir kuvvet,
Hulusi Bey: Dur dur şimdi Şu Dünyada. Öyle demedi mi?
-: Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde
Hulusi Bey: Şimdi uhrevî midir hizmetimiz? Yani, mükâfatımızı Cenâb-ı Hak nerde verecek? İnanıyoruz, ahirete imanımız var mı? Sahib-i salahiyet bir zât, bize müjde edecek bir vazife sahibi mi? Bu zât hakkındaki kanaatimiz nasıl? Bize imanı muhafaza, imani hizmet mükâfatının ahirette verileceğini müjdeleyen Zâta itimadımız var mı?
-; Var, Sonsuz..
Hulusi Bey: Her sözüne de inanıyoruz, bu sözüne de güveniyoruz, inanıyoruz. Hiç şüphemiz yok. Peki, böyle bir şeye inanan nedir? Hususen uhrevi hizmetlerde en mühim bir esas ihlastır. Biz mademki, ahireti dünyamıza tercih ettik; Allah bizim mükâfatımızı verecektir, inanıyoruz. Bu hizmete dileyerek mi girdik yoksa ihsan-ı ilahi tarafından bize verildi mi? Onun için bizi mahrum etmediği o kapıya yönelmiş vaziyetindeyiz. En mühim esas
-; İhlastır.
Hulusi Bey: Buna dayanılmazsa uhrevi hizmetten böyle bir sağlam esasa bağlanmazsa çürük bir temelle bu iş durmaz. Ahiret kaim oldu mu? Haşir meydanı toplandı mı? Meydanı haşre cem olduk mu? Şimdi burada meydan-ı haşir mi bu? Sıcak bir odada, buradan çıktıktan sonra herkes evceğizine gidecek istirahat edeceği yere gidip yatacak. Fakat öyle bir günün geleceğine inananlardan mıyız? İşte o gün bize faide verecek esaslı bir mesele var. O da nedir? İhlastır. Bu hizmetimizi Allah rızası için yapmak. Tamam, peki ikinci,
-: en büyük bir kuvvet: İhlastır.
Hulusi Bey: En büyük kuvvet ihlas. Kuvvete ihtiyacımız var. En büyük bir kuvvet ihlastır. Şimdi bir işi yapmak için birkaç kişi birleşse. Mesela: Bir ağırlık var orta yerde bir insan değil, üç insan değil, belki on insanın yardımıyla ancak o taş yerinden oynatılacak vaziyette olursa on kişi toplanıp hepsi Allah için kuvvetini oraya toplarsa bir araya toplarsa, mesela o taşı kaldırmak için o taşın altına bir ağaç, iki ağaç, üç ağaç neyse uzatıldı üzerine de o taş yuvarlandı ondan sonra haydi bakalım arkadaşlar şimdi bu taşı buradan kaldıracağız yüz metre ötede bir yere götüreceğiz. On kişi aynı kuvveti yani nesi varsa sarf ederse o taş gider. Yoksa kim bilecek canım şimdi. Hıh böyle yaparım. Yani ıkınır gibi bir vaziyet yaparım. Fakat hiçbir dirhemde kuvvet sarf etmem. İhlaslı olursan o ağırlık kalkar. İhlaslı olmazsan zahiri vaziyette kaldırıyor. Efendim kaldırıyorum. Ama hiç terlemiyor, umurunda değil. O ağırlığın kaldırılması o işe girenlerin kuvvetleri bir meselede toplamaları ile olur.
PDF Dosyasını okumak için tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 29) 9. MEKTUP VE 20. LEM’A DERS-1 başlıklı makalemizde 9.mektup hakkında bilgiler verilmektedir.