بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ٭ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ تَعَالَى وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz ve Muhterem Kardeşim.
Manzarası güzel ikametgâhınızdan, daire-i rüyetinize giren ve her biri Hâlıklarının esmasının mezheri, medarı ve aynası olduklarını lisan-ı halleri ile beyan eden her mahlûk, her memlük ve her masnu ile birlikte manevi letaifinizin, tefekkür, tezekkür ve tesebbüh halinin bir ifadesi demek olan latif yazınızı, bende o daireye girerek zamanın fevkine çıkarak yazıldığı yerdeki hâli kisveye bürünerek zevk etmek istedim. Başımı ihtiyarsız etrafıma çevirdim. Sükûnetli ve şehirden hariç münzevi dairemizden etraftaki bağlara, ağaçlara, dağlara, taşlara, semadaki büyük ve muvazzaf memur olan şemse, sahibi tarafından tek tük götürülen develere, uçuşan ve ötüşen kuşlara, burnuma, kulağıma, yüzüme, elime, ayağıma ara sıra konan sineklere, gâh latif, hafif, gâh mutedil, gâh sert ve haşin esen rüzgâra, bilhassa bahçedeki bir kaç çam ağacının dal ve yapraklarından çıkan seslere, azalarıma baktım. Görmediklerimi de düşündüm.
اَسْتَع۪يذُ بِااللّٰهِ٭ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا{ }
Fermanından bir zerreyi anlar gibi oldum. Her bir şeyin lisan-ı halleri ile esma-i Hüsna adedince Hâlıkın vahdaniyetine şehadet ettiklerini hissettim ve dedim;
Fesuphanallah, Vahdaniyetin bu kadar hadsiz delilleri var iken, bu zamanın insanlarına ne olmuş ki, kör ve sağır olup, bu kadar hadsiz şehadete ve tesbihata lakayd kalıyorlar. Ve derd-i maişet ile sarhoş olmak yüzünden, hoş ve rahat ve bütün ibadetleri cami bir farize olan namaza karşı, tenbel davranıyorlar. Veya büsbütün dünyaya hasr-ı nazar edip, ebedi olarak bu fani âlemde kalacaklarmış gibi kendilerini lâyemut sanıyorlar. Veya bu fani âlemin arkasındaki, ebedi âlemi hiç düşünmeden, hayvandan çok aşağı düşüyorlar.
لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ
Hitabına manen muhatab, mükerrem bir benî âdem, ahsen-i takvimde bir insanı kâmil, bir mü’min-i muhakkik olmak gibi a’lâ-yı illiyyine namzetliğinden, esfel-i safiline ihtiyarlarıyla sukut ediyorlar. Döndüm, nefsime baktım. Gözlerini kapamış, kulaklarını tıkamış, bendeki bu halin geçmesini, sabırsızlıkla bekliyor gibi gördüm ve dedim:
Ey Nefis! Yaş elliyi geçeli birkaç sene oldu. Aile, hatta akraba içinde en yaşlı erkek sen kaldın. Komşulardan, hemşehrilerden, memleketin her yerinden, dünyanın bütün sakinlerinden, milyonlarla insanlar bu âlemden gittiler. Bu muhaceret, akıntı kesilmeden devam ediyor. Son sür’atle giden bir şimendifere benzeyen, üzerinde yaşadığımız şu arz, her çeşit sakinlerini, bir nevi istasyon, iskele veya bekleme yeri olan, kabirlerine atarak, iterek, boşaltarak, yoluna devam ediyor. Trenin vagonlarına büyük harflerle şöyle yazılmış. “EBEDİ ÂLEMİN İSTASYONLARINA GİDER!” Yolcuların boyunlarına nereye indirilecekleri, ne zaman indirilecekleri, ne halde indirilecekleri yazılı yaftalar takılmış.
Ey basireti kapanmış!
Dünya işleri ile gözü perdelenmiş!
Hevesat ile tul-i emel ile ubudiyet ve taatte gaflete dalmış olan biçare nefis!
UYAN, GÖZÜNÜ AÇ, HAKİKATİ GÖR!
Bak, başın nerede ise kabrin duvarına, ağacına, taşına çarpacak. Bak, atılacağın çukur, gözle görünecek kadar yaklaştı. O zaman uyanmak bir faide vermez. Seni Cenab-ı Hak, hadsiz nimetlerine nail etti. İmani ve Kur’ani hizmette istihdam ve böylelikle en büyük nimeti ile seni taltif buyurdu. Bu kadar hadsiz nimetlere karşı, Rabbının huzuruna ne ile gidiyorsun? Feraizi bile ciddiyetle ifaya gayretin yok. Hâlâ medhe düşkünsün. En küçük bir kusuru üzerine almak istemezsin. Her arzun derhal yerine getirilmeli, her isteğin, haram, helal düşünülmeden verilmeli, ölümü unutmalı, hoşa gidecek şeylere, aç kurt gibi saldırmaya devam etmektesin.
Ey Nefis! Her fenalığa muvaffak oldun, Lillahilhamd yalnız bir şeye muvaffak olamadın. O da ekser nas, seni iyi bilirler. Ben aksini iddia ediyorum. Senin iyi olmaya asla niyetin yoktur. Ne kadar suret-i Haktan görünürsen görün, sen mekkarsın, gaddarsın. Sana itaat eder gibi hallerim, seninle ittifak eden ahir zaman fitnelerinin şerlerine mukavemet edemediğimden, ihtiyarsız zuhura geliyor. Kalb, ruh vesair letaifim, sana asla muti değildirler. Rabbimden daimi niyazım şudur:
Ya Rabbi, ben nefsimi ıslaha muktedir değilim, sen bana öyle kuvvet ver ki, onu ıslaha muvaffak olayım. Huzuruna nihayetsiz acz ve fakrımla, fakat hâlis ve nihayetsiz rahmetine muhtaç, müflis bir abd olarak geleyim.
Ey benim dertlerimi dinleyen aziz kardeşim!
Keşf erbabına göre, Hâlıkın bir ilan levhası demek olan ve bir nevi yazar bozar tahtaya benzeyen levh-i mahfuza nazarınız yetişse idi, bu biçare kardeşinizin şaki olduğunu sizde görür ve o zaman: “Heyhat, ben bunu bir insan zannediyordum.” derdiniz. Ben maalesef, işte öyle bir şaki olduğumu hissediyorum. Dünyada şakiyi tarife kalkarsak, ne deriz? Yol kesen, gasp eden, baş kesen, ev yıkan………ilahir değil mi?
İşte sana bir yol kesen: başta akıl, kalb, ruh, sır gibi manevi cihazlarım âh ü enin ettikleri halde, onların yolunu nefsim keser. Haydi, bu tarafa geliniz diyerek, isteğine göre götürüyor.
İşte bir gasıb: o letaifin kazançlarını, nefsim hevaya sarf ettiriyor.
İşte bir baş kesen: o letaifi, nefsim adeta işlemez ve başları kesilmiş hale getiriyor.
İşte bir ev yıkan: Hane-i vücudumu, nefsim nursuz bir viraneye çevirerek, ebedi saadet hanemi yıkmak istiyor.
Nazarım, levh-i mahfuza yetişmekten çok uzak. Fakat lütf-u Hak’la bu acınacak halimi hissediyorum. Amma başka bir Rab yok ki, ona iltica edeyim, ondan istimdat edeyim, onun bab-ı rahmetini dâk edeyim. İster istemez bu kapıyı niyaz ile fizâr ile çalmaya devam edeceğim.
Eğer hatırınıza gelirse ki: Yahu sen neler yazıyorsun? Bu yazılarla (kendine) verdiğin numara, birbirine zıt değil mi?
Kardeşim: Evvelen, bilmek başka, yapabilmek başka olduğu gibi,
هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلَى خَطَرٍ عَظِيمٍ٭
Hükmünce, bilmek kâfi değil, yapabilmek lazım. Hatta yapabilmek de kâfi değil, garazsız, ivazsız, tam hâlis ubudiyet, maksut ve matluptur. Yani, ben bir abdim ve vazifem; Seyyidimin emri ve izni dairesinde işlemek. Ben ücretimi peşinen almış bir ameleyim. Vazifem; Malikimin emirlerini kayıtsız, şartsız yapmak. Ben muvazzaf bir memurum, vazifem; Hâlıkımın mülkünde, vazifelerimi unutmadan, memuriyetimi istikametle ifaya çalışmaktır.
Saniyen: Cenab-ı Hak hakkı her ağızdan söyletebilir. Her kalemden yazdırabilir. İntak-ı bilhakkın çok misalleri var. Meşhur İbrahim Hakkı Hazretleri ’de:
“Her söyleyeni dinle,
Ol söyledeni anla,
Hoş eyle kabül canla.”
Demekle, bu hakikata güzel bir işaret yapıyor. Seyyiatımızdan mes’ulüz. Hasenattaki hissemiz pek azdır. Onun için bizden sudûr eden iyiliklerde, Rabbimizin in’am ve ihsanını görüp, O’na şükür edeceğiz. Seyyiat ve mesaibde, nefsimizin kusurunu anlamaya çalışarak, Rabbimize istiğfar ve ilticada bulunacağız.
Her şey, vücuda gelmezden evvel ve geldikten sonra yazılıdır. Amenna. Fakat hiçbir şeyi vücuda gelmezden evvel kimse bilemez. Geldikten sonra da akibetini anlayamaz. Ancak kime ne kadar bildirilirse o, o kadarını bilir. Mukaddir kim ise, Âlim de O’dur. Onun ezeli ilmini kimsenin bilmesine imkân yoktur. O Âlim ve Hâkim, maddi sebepleri, izzet ve azametine perde etmiş. Bir bahçenin yetişmesini suya, havuza, bahçıvana bağlamış. Su kendisinin, havuzu mahlûku yapar. Bahçıvan memluküdür. Bahçıvan suyu bahçeye akıtır, havuzu doldurur. Çiçeği, sebzeyi, ağacı eker, diker, zaman zaman sular. Bütün esbab-ı maddiye tamam iken, bazen çiçeği, sebzeyi, ağacı yetiştirir. Bazen bir afat verir kısmen veya tamamen mahveder. Fakat bahçıvanın kusuru ile o bahçe mahvolabilir. O zaman onu mes’ul ve mahkûm eder. Çünkü işe ihtiyarın parmağı karıştı. Bahçıvan diyemez ki: “Sen benim iki gün şu vazifeyi ihmal edeceğimi biliyordun. Beni mes’ul ve mahkûm etmemelisin.” Ne ise bu bahse daha evvel temas etmiştik. Kader-i İlahiyenin tezahüratına karşı
مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ düsturu kâfidir.
Yani: Ehl-i hak olan, ehl-i sünnet vel cemaatin anlayış ve inanışına göre, kadere iman eden, kederden emin olur. Ve gelen musibetlere karşı, merhaba hoş geldin. Biliyorum sen kendin gelemezsin. Sen bir vazife ile gönderilmişsin. Vazifeni yap git. Senin, beni incitmene karşı, O Rahim Rabbime iltica ediyorum, der.
لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّٰهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ den gaflet ve nefse itimat, nefsi o kadar şımartır ki,
اَنَ۬ا رَبُّكُمُ اْلاَعْلٰىۘ diyecek kadar bir firavun olur. Nefsin arzularına tabi ola ola, مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ
sırrına mazhar olunur. Maazallah öyle ise nefsimizi tezkiye ve tebrie etmeyelim ki, firavuniyete kalkmasın. Hevamıza tabi olmayalım ki, ona abd olacak derekeye düşmekten kurtulalım. Ene’l-Hak diyen zat, o sözü sekir halinde söylemiştir. O halde söylediği sözden hakikatte mes’ul değil. Fakat zahir şeriata göre mes’ul tutulmuş ve mahkûmda olmuştur. “Pes Ene’l-Hak nice desin kişi Mansur olmadan.” Fıkrası o sözü söylemek için, o halde bulunmak şart olduğuna da işaret ediyor. Zaten biz böyle Ene’l-Hak diyecek, Mansur olmayı da istemiyoruz. Ve o zatın arkasında gitmeye, bir ihtiyaç hissetmiyoruz. Sırat-ı müstakim ile ifade olunan nurani yola hidayet ve tevfiki Erhamürrahiminden bütün namazlarımızda istiyoruz.
Bizi bu nurani yol haricinde görünen ışıklar, cezbetmemeli. O dolaşık ve dar yollara heves edip girersek, çok meşakkat çekeriz. Geri dönmek ve tekrar tarik-i müstakim olan Cadde-i kübrayı bulmak pek zor olur. Allah şaşırtmasın. Bizleri suleha zümresine ilhak buyursun. Âmin.
Beşerin hadiselerden müteessir olması, kanaatimce:
1 – Acizliği,
2 – Sabırsızlığı,
3 – Noksanlığı,
4 – Eşyaya ve kendisine manayı ismiyle (bakıp) ve fani nazariyle bakamamasındandır.
Kaviyy-i Mutlaka dayanarak acizliğini, Rahim-i Mutlaka itimatla sabırsızlığını, Kâmil-i Mutlaka tevekkül ile noksanlığını, her şeyin hatta kendisinin bile tek ve misilsiz bir Rabbin mahluku, memluku, masnuu… İla ahir olduğunu düşünerek. Yani her şeyi bir harf gibi görüp, bu harfin kâtibini anlamakla, mana-yı harfiyle mevcud tanıyıp, mana-yı ismiyle fani olduğunu hissetmekle ve bu meselelerin muvaffakiyeti derecesinde teessürden kurtulur. Yani yükü sırtında taşımaz, yere kor ve üzerinde oturur. Bütün, bütün teessürden kurtulmak, beşerlikten çıkmak gibi muhal bir keyfiyettir. Vesile-i terakki olan imtihan ve ibtiladan sıyrılmak demektir. İşte bundandır ki, imanın kemâline had yoktur. Gayet basit ve taklid-i imandan ta makam-ı rızaya, makam-ı mahbubiyete kadar uçsuz, bucaksız mertebeler var. Bizler neredeyiz, nelerden dem vuruyoruz. Evet haklısınız. Bende hoşuma giden şu fıkrayı, kâl ehli olduğumuz hakkındaki sözünüzü teyid maksadı ile zikredeyim:
Kovan arısının olmasa balı,
Kuru vızıltı ile ne ola hali,
İlahi gider benden kıl ü kâli,
Cemi-i taklidimi tahkike döndür.(*)
İşte aziz kardeşim: Bana ait olmayıp, Hak olan haktan gelen sözlere bu kerede, burada nihayet vereyim. Geçmiş mektuplardan bazı ehemmiyetli nükteleri yazmış ve saklamış olsaydınız, belki başkasına da ileri de faidesi olurdu. Çünkü yazıların manidar ve münevver aksamı hazine-i Kur’aniyedendir.
(*) El azizli merhum Hacı Tevfik efendiden nakildir, (naşir)
Bu mektup 1949-1950 yıllarında Urfa’da iken yazılmıştır. (naşir)
اَلْبَاقِى اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ
Hulusi Yahyagil
Orjinalini indirmek için tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 37) KADER, VAHİDİYET VE EHADİYET İLE İLGİLİ SORULARA VERİLMİŞ CEVAPLARDIR. başlıklı makalemizde ehadiyet, ihtiyat ve tedbir hakkında bilgiler verilmektedir.