4) MİRACIN LÜZUMUNDA Kİ ESRAR HAKKINDA HUTBE

4) MİRACIN LÜZUMUNDA Kİ ESRAR HAKKINDA HUTBE

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

سُبْحَانَ الَّذ۪ٓى اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ اْلاَقْصَاالَّذ۪ى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَۜا اِنَّهُ هُوَالسَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ{٭} صَدَقَ اللّٰهُ العَظ۪يمُ٭

Ey ehl-i İman!

Mi’rac mes’elesi, imanın rükünlerini kabul etmeyen dinsizlere doğrudan doğruya isbat edilemez. Çünkü Allah’ı bilmeyen, Peygamber’i tanımayan veya melekleri kabul etmeyen ve semavatın vücudunu inkâr eden bu gibilere, evvela o erkânı isbat etmek lazım gelir. Bunun için bu mev’ize de, Mi’rac mes’elesinde vesveseye düşmüş mü’minlere bu hakikat anlatılacaktır.

سُبْحَانَ الَّذ۪ٓى اَسْرٰى ila ahir-il ayeti fermanı Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem) mi’racının başı olan Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya seyeranını zikrettikten sonra, اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ  demekle وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى daki Mi’racın nihayetine işaret eder. Yani “Hz. Peygamber bu küçük seyahatinde, ta Sidretü’l-münteha ve Kab-ı Kavseyne kadar gözüne, kulağına tesadüf eden Allah’ın ayetlerini ve acib san’atlarını işitmiş ve görmüştür” der. Veyahut “Cenâb-ı Hak, Habibini huzuruna çağırıp, ona gayet ehemmiyetli bir vazife vermek için Mescid-i Haram’dan, enbiyanın toplandığı Mescid-i Aksa’ya gönderip, onlarla görüştürüp ta Kab-ı Kavseyne kadar mülkünde gezdirmiştir” der. Miracın dört esası vardır.

Birincisi: Mi’raca niçin lüzum görüldü?

İkincisi: Mi’racın hakikati nedir?

Üçüncüsü: Mi’racın hikmeti nedir?

Dördüncüsü: Mi’racın faydaları nelerdir?

Bugün yalnız Mi’racın lüzumundaki esrardan gayet kısa bahsedeceğiz.

Deniliyor ki: Cenab-ı Hak اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ dir. Her şeye, her şeyden daha yakındır. Cisimden, mekândan münezzehtir. Her veli kalbi içinde O’nunla görüşebilir. Neden Hz. Peygamber (sallallahu alehi ve sellem) Mi’rac gibi uzun bir seyahatin neticesinden sonra, her bir velinin kendi kalbinde muvaffak olduğu münacata muvaffak oluyor?  Bunun için iki temsil söyleyeceğiz.

Birincisi: Bir hükümdarın adamlarından herhangi biri ile hususi bir telefonla görüşmesi, bir elçi veya büyük bir memuru ile konuşup sohbet etmesinde ne kadar büyük fark varsa; şu kâinât Hâlıkının bir velinin kalbine tecelli ve hususi iltifatı ile bütün kâinâtın Rabbi ismi ve bütün mevcudatın Hâlikı unvanı ile şanında “Sen olmayaydın bu eflâkı halk etmezdim” buyurduğu sevgili Habibi ile konuşup, sohbet etmesinde o kadar azim fark vardır.

İkinci temsil: Eline bir ayna alıp, güneşe karşı tutan bir adamın, aynasının büyüklüğü ve camının düzgünlüğü derecesinde güneşi görmesi ve tanıması ve o ışıklı ayineyi karanlıklı evine çevirmekle aynanın kabiliyetine göre ve ışıktan istifade eden, “kalbim benim Rabbimden haber veriyor” demesi ile aynayı bırakıp yüksek bir dağa çıkarak ve vasıtasız güneşi hakkıyla gören ve onun daimi ziyasıyla konuşup sohbet ederek “benim kalbim bütün âlemlerin Rabbinden haber veriyor” diyen bir zat arasında pek büyük fark olduğu güneş gibi aşikârdır.

İşte ezel ve ebedin güneşi olan Rabb-ül Âlemin, zatıyla ve bütün Esmâ-i hüsnasıyla tecelli ettiği Habib-i Kibriya (sallahu aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerinin mi’racı, bu gayet azim tecelligâhıdır, neticesidir.

Mi’rac, Velayet-i Ahmediye’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) en büyük bir kerameti, en yüce bir mertebesi olduğu için, Risalet mertebesine inkılab etmiştir. Demek ki Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) velayette hiçbir Peygamberin yetişemediği en yüksek bir mertebeye çıkmakla halktan Hakk’a gitmiş, mi’rac yapmış ve Risalet rütbesiyle de Hak’tan halka gelmiş. Allah’ın emirlerini kullarına tebliğ eylemiştir. Ne mutlu bizlere ki, böyle bir Peygamber’e ümmet olmuşuz. Öyle ise O’nun en büyük mucizesi olan Kur’an’a sarılalım, sünnete yapışalım ki şefaatine hak kazanalım.

 

Orjinalini indirmek için tıklayınız!

Bir önceki yazımız olan 88) MESNEVİ-İ NURİYEDEN VE FARKLI SUALLERE VERİLEN CEVAPLARDIR. başlıklı makalemizde katre; ene; hakkında bilgiler verilmektedir.