اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Birinci Sual: Kader dersinin ikinci mebhasından yani; “ehl-i ilme mahsus ince bir tetkik-i ilmidir” diye başlayarak, Eğer desen: “Kader ile cüz’-i ihtiyarî, nasıl tevfik edilebilir?” şeklinde ehl-i ilmin sualine cevaptandır. Yani kader demek; hayır ve şer Allah’ın takdiriyledir. Öyle ise mesuliyete merci olan cüz’i irade ve ihtiyarla uygunluğu nasıl olur? İnsan hem kaderin mahkûmu olsun ve hem de cüz’i irade ve ihtiyarla mes’ul olsun. İlim yolu ile bu mes’elenin akla yatırılması isteniyor.
Cevab: Kaderle cüz’i iradenin uygunluğu yedi vecihle anlatılmaktadır. (Gerçi bu ilmi mesele bizim haddimizin haricindedir. Fakat sizi tenvir için Allah’ın inayetinden bu mebhasın izahına muvaffakiyet istedim.)
Birinci vecih ile: Şu kâinattaki intizam ve mizan, Adil ve Hakîm olan kâinatın Halikının Adil ve Hakîm olduğuna şahadet ettiğinden insan için sevab ve ikâba sebeb olacak, mahiyeti meçhul bir cüz’i ihtiyariyi o insana vermesindeki adalet ve hikmetini kavrayamamaklığımız o cüz’i ihtiyarinin kadere uygunluğunu bilmemekliğimiz gibidir. Öyle ise, her şeyi adilane ve hikmetli olan Rabbimizin kaderi ile bize verdiği cüz’i ihtiyarinin uygunluğunu bilmemekliğimiz olmamasına delalet etmez. Yani bu da hikmetlidir ve adilanedir ve uygundur.
İkinci vecih ile: Bizzarure yani ister istemez herkes kendisinde bir ihtiyar olduğunu hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mesela bir şey hatırına geldi, yapayım mı, yapmayayım mı, diye düşünmek nihayet yapmayı veya yapmamayı ihtiyar etmenin elinde olduğunu herkes anlar. Demek insanda böyle bir ihtiyar var, amma mahiyetini bilemiyor. Fakat varlığını inkâr edemez. Bunun gibi çok şeyler var ki vücudu aşikâr, fakat mahiyeti ve hakikati meçhulümüzdür. Öyle ise şu cüz’i ihtiyariyi bunlardan sayabiliriz. Bilmemekliğimiz olmamasına delalet etmez, deriz.
Üçüncü vecih ile: Cüz’i ihtiyari, kadere münafi değildir. Yani, ona zıt değildir ki; su ile ateş gibi bir arada bulunmasınlar. Belki kader, ihtiyarı teyit eder, yani kuvvetleştirir. Çünki kader ilm-i İlahinin bir nev’idir. İlm-i İlahi ihtiyarımıza taalluk etmiş, münasebeti vardır. Bu da ihtiyarı kuvvetleştiriyor, bozmuyor.
Dördüncü Vecih ile: Kader ilim nevindendir. İlim maluma tabidir. Yani nasıl olacaksa öyle münasebet yapıyor. Yoksa malum ilme tabi değildir. Yani ilim düsturları malumu idare etmek için esas değildir. Çünki malumun zatı, iradeye bakar ve kudretine istinad eder. Hem ezel mazi silsilesinin bir ucu değildir ki eşyanın vücud bulmalarında esas tutup ona göre mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel; mazi, hal ve istikbali birden tutar. Yüksekten bakar bir ayineye benzer. Öyle ise mümkinat dairesi içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip ona ezel demek ve o ezel ilmine eşyanın tertip ile girmesini ve kendisinin onun haricinde bulunduğunu tevehhüm ederek ona göre muhakeme yürütmek hakikat değildir. Şu sırrı açmak için bir misal: Senin elinde bir ayine var. O ayinenin sağ tarafı mazi, sol tarafı istikbal farz edilse, o ayine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertip ile tutar, çoğunu tutamaz. O ayine ne kadar aşağısına tutulsa o kadar az görür, ne kadar yüksekten tutulsa ayine de görünen daire genişlenir. Gittikçe bütün iki tarafı birden bir anda tutar. İşte şu vaziyetteki ayineye o geniş mesafede cereyan eden haller birbirine evvel ve ahir, muvafık ve muhalif denilmeden şekilleri ile girer. İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle “Manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı a’lâdadır.” Biz ve muhakematımız ve cüz’i ihtiyarımız da o ezel ilminin haricinde değildir.
Beşinci Vecih ile: Kaderin, sebeb ile müsebbebe, ikisini birbirinden ayırmadan beraber taalluk eder, yani münasebeti var. Şu müsebbeb şu sebeble vukua gelecek, öyle ise madem filan adamın ölmesi filan vakitte mukadderdir. Cüz’i ihtiyari ile tüfek atan adamın ne kabahati var. Atmasa idi yine ölecekti, denilmesin. Çünki kader onun ölümünü onun tüfeği ile tayin etmiştir. Yani takdir etmiştir. Eğer tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin münasebeti olmadığını farzetmek demektir. Ölmesine ne ile hüküm edeceksin. İster istemez filan adam attığı tüfekle bu adamı öldürdü diyeceksin.
Cebri, sebebe ayrı müsebbebe ayrı birer kader tasavvur ediyor.
Mu’tezile, kaderi inkâr eder. (haşa) Kul fiilinin Halikıdır der.
Biz ehl-i Hak, tüfek atmasa idi ölmesi bizce meçhuldür, deriz.
Cebri, atmasa idi yine ölecekti der.
Mu’tezile, atmasa idi ölmeyecekti der.
Altıncı vecih ki; sizin sualinizdir. Cüz’i ihtiyarinin üss-ül esası olan meyelan yani eğilmek, hayır ve şerre doğru içten bir arzu duymak. Maturidice yani hanefi mezheb olanların ekserisinin itikadınca bir emr-i itibaridir. Yani bir kesb-i insanidir. Abde verilebilir. Yani kesb-i insani demek, o insanın kazancından fiilinden mazur sayılmaz. Çünki ihtiyarla münasebeti vardır, demektir.
Eş’arice yani Şafii, Maliki, Hanbeli ve bir kısım Hanefi mezhebinde olanların itikadınca esasen mevcud olan meyelan değil o meyelandaki tasarruf bir emr-i itibaridir. Öyle ise o meyelan o tasarruf bir emr-i nisbidir. Yani harici bir vücudu bir varlığı yoktur. O meyelanı kulun nasıl kullanacağı, fiil meydana çıkıncaya kadar belli değildir.
Mesela: Cebinde meyve yemekte kullanacak bir çakısı olana; “Sen bunu taşıyorsun, öyle ise bununla bir adamı öldürebilirsin.” Bu çakı bir adamı öldürmeğe kâfidir, mu’teberdir demekle o adamın ihtiyarını kaldırmaya kimsenin hakkı yoktur. Ne zaman o adam, meyvede kullandığı çakıyı her hangi bir tahrik ile ihtiyarını şerde kullanır, kendisini tahrik edeni öldürmeye kalkar veya öldürürse o zaman illet yani sebep tamamlanmıştır. Tevile kaçmaya mahal kalmamıştır. Eğer o tahrike ehemmiyet vermez, Kur’anın, “Bu şerden sakın, yapma” mahiyetindeki sadâ-yı manevisini duyabilir de terk ederse mes’uliyet yoktur.
Eğer kul, işlerinin hâlıkı ve icada iktidarı olsa idi, o vakit ihtiyar kalkar. Çünki bir şey vacip olmazsa vücuda gelmez. Usul ve hikmet ilminde bir kaidedir. Tam sebep bulunacak ki fiil vücuda gelebilsin. İlletin yani sebebin tamamlanması için sebeplerin vücuda gelmesinde, hâsıl olmasında mecburiyet vardır. O vakit ihtiyar kalmaz. Eğer desen tercih bila müreccih muhaldir. Yani bir şeyi diğer şeye belli bir sebep olmadan üstün kılmak olmayacak şeydir. Hâlbuki o emr-i itibari dediğimiz, insanın kazancı yani bazen yapması bazen yapmaması eğer bunu icap ettiren, bir üstün kılıcı sebep bulunmazsa o zaman sebepsiz üstün kılmak demektir. İlm-i kelamın esaslarından olan bir esası yıkar?
El Cevab: Sebepsiz üstün kılmak olamaz. Fakat üstün kılmaya bir sebep olmadan, üstün kılmakta vakidir. Zira irade Allah’ın sıfatlarından bir sıfattır, o sıfatın muktezası dilediğini yapmaktır. O dilediğine verir, dilediğine vermez, dilediğini yapar. Niçin bunu böyle yaptın denilmez. Eğer denilse ki madem katli halkeden Haktır. Ne için bana katil deniliyor da ona katil denilmiyor?
El Cevab: Çünki ism-i fail bir emr-i nisbi olan mastardan müştaktır. Yani bir şeyin çıktığı yere bakılır. Ortaya çıkan kesbimizdir. Biz yaptık biz öldürdük. Öyle ise katil ünvanını da biz alırız. Yoksa bu adam zaten ölecekti, benim kurşunumla ölmesi kaderinin icabıdır. Öyle ise bu katl’de benim mes’uliyetim yoktur diyemez.
Yedinci vecih ile: İnsanın irade-i cüz’iyesi ve cüz’i ihtiyarisi her ne kadar zaifse de bir emr-i itibaridir. Yani o insanın kazancı mahsulüdür. Fakat Cenab-ı Hak ve Hâkim-i Mutlak o zaif cüz’i iradeyi külli iradesinin taallukuna o işe münasebetine adi bir şart yapmıştır. Yani manen der; “Ey abdim, ihtiyarınla hangi yolu istersen seni oraya götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir.” Teşbih sureti ile beyan edilen misalde, iktidarsız bir çocuğa benzetilen cüz’i ihtiyari omuza alınmış, sen nereye istersen ben seni oraya götüreceğim, diyen kimseye o çocuk beni şu yüksek dağa götür dese, oraya çıktığında üşüse veya o yolda düşse, o çocuğa sen istedin ben getirdim diyerek tokat vurmakta, nasıl o çocuğun şekvaya hakkı yoksa cüz’i iradesini kötüye kullanarak şerre girmesinde mes’uliyet o cüz’i ihtiyariye aittir. İrade-i külliyeye ait olamaz.
Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gayet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz’-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem’e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.
Bu çok ehemmiyetli ve ehl-i ilme mahsus olan sualinize haddimin ve iktidarımın çok üstündeki dersi izah etmek suretiyle cevap vermeye çalıştım. İnşallah bir derece anlatabilmişimdir. Noksan ve kusur bana aittir. İdrak ve afüv de size düşer.
İkinci Sual: لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ
sırrını taşıyor. Yani bu Hadis-i kudsi ile Cenab-ı Hak Habib-i Ekrem’ine hitaben “Eğer seni halk etmek murad etmeye idim, mükevvenat ve mevcudatı halk ve icad etmezdim.” buyuruyor. Demek âlemin hilkatine sebep Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamdır. Onun getirdiği Nur, yani şeriat ve Kur’an bir Nurdur. Eğer onun getirdiği ahkâma riayet edilmezse, o zaman bu âlemin bekasına lüzum kalmaz. Kâinatın hâlikı tarafından bu âlem sarayı yıkılır, tahrib edilir. Sualinizdeki Nur’un ve Kur’anın çıkıp gitmeleri o Nur ve Kur’anın bu kâinattaki nizam ve intizamın devam ve bekasının sebepleri olduğuna ve onların çıkıp gitmeleri demek te, beşerin büyük ekseriyetle Kur’an, iman ve İslamiyet’in icablarını terk etmeleri demektir ki, beşer o hale gelince kıyametin kopacağına işaret edilmektedir.
Üçüncü Sual: Sözler;
Tasavvur, yani zihinde evvelen tasarlanmış değildir. Hakaik-i Kur’aniyeden olduğu için doğruluğu kabul ve tasdik edilmiştir.
Teslim, yani itaat etmek değil, iman yani kalben tasdik ve bilfiil inandığı gibi harekettir.
Marifet, yani cüz’i inanmak değil, yakîn-i imani demek olan şehadettir.
Taklid, yani benzemek değil, doğru olduğunu meydana çıkarmaktır.
İltizam, yani lazım kılmak, taraftar olmak değil, hak olduğunu akla kabul ettirmektir.
Tasavvuf, yani kalbi dünyanın fani şeylerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlamak değil, hakikatleri delilleri ile bilmek ve bildirmek, imanı taklidden kurtarıp tahkike yetiştirmektir.
El Baki El Hubb-u fillah,
Muhibbi Muhlisiniz
İbrahim Hulusi
Orjinalini indirmek için tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 45) “İMAN TEVHİDİ, TEVHİD TESLİMİ, TESLİM TEVEKKÜLÜ, TEVEKKÜL SAADET-İ DAREYNİ İKTİZA EDER.” İN İZAHI başlıklı makalemizde imantevhiditevhidtevekkülü hakkında bilgiler verilmektedir.