8) ONUNCU SÖZ ALTINCI HAKİKAT

8) ONUNCU SÖZ ALTINCI HAKİKAT

ADAD

Hulusi Bey

 بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ

اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ طِبِّ الْقُلُوبِ وَ دَوَٓائِهَا وَ عَافِيَةِ اْلاَبْدَانِ وَ شِفَٓائِهَا وَ نُورِ اْلاَبْصَارِ وَ ضِيَٓائِهَا وَ عَلٰٓى اٰلِه۪ وَ صَحْبِه۪ وَ سَلِّمْ

اَمِينَ

(ONUNCU SÖZ)

-; Altıncı Hakikat: Bâb-ı haşmet ve sermediyet olup, ism-i Celil ve Bâki cilvesidir.

            Hiç mümkün müdür ki: Bütün mevcudatı Güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir haşmet-i rububiyet; şu misafirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren perişan fâniler üstünde dursun, sermedî, bâki bir daire-i haşmet ve ebedî, âlî bir medar-ı rububiyeti icad etmesin?

(Sözler S: 73 )

Hulusi Bey; Demek ki, evvelâ gözümüzün önündeki şemsi, tâ zerreye kadar olan mevcûdatı gösteriyor. Bunların bir hareketi var, bir faaliyyeti var. Bunu kendileri mi yapıyor? Yoksa bunları icad eden, vücûda getiren Zât mı yapıyor? Bu esbâbın bir fâili var. O Fâil-i Muhtâr’dır, hem Hâkim’dir. İhtiyar ettiği gibi, o faaliyyeti intizam dâiresinde cereyân ettiriyor. Peki, bu faaliyyeti göstersinde O nasıl birşeydir yahu! Bu böyle haşmetini gösteriyor. Büyük, küçük, bu gökdeki bu muazzam mevcûdâtı nasıl tedvir ediyorsa; en küçük zerreleri de, hava, su, toprağın içerisindeki zerreleri de aynı kolaylıkla her şeyi yerli yerince idâre ediyor. Yerlerine sevk ediyor. Bu suretle gösteriyor ki, “Benim gibi bir Sultan, bir Pâdişâh-ı Zü’l-Celâl, haşmetli, şevketli bir pâdişâh yoktur ve olamaz.” Biz de ne diyoruz? Amennâ ve Saddakna. Peki, sermediyyet ya? Onu da söyledi, onuda söyledi.

-; sermedî, bâki bir daire-i haşmet ve ebedî, âlî bir medar-ı rububiyeti icad etmesin?

Hulusi Bey; Şimdi bu dünyada şu fânî âlemde haşmetini gösteren, fakat yaptığı şeylerin üzerinde fanilik damgası var. Burada şu misâfirlerine en lüzûmlu şeyleri teşhir ettirip onların istifâdesine hazırlayan bir Zât; nasıl olur ki bu mükerrem misâfirleri, ebedî saltanat memleketinde, orada asıl haşmetini göstermesin. Lâzım gelir. Burada yapsın, orada yapmasın! Hâlbuki biz böyle inanmıyoruz. Biz diyoruz ki:

“Yâ Rabbî! Bize burada Kendini sevdirecek şeyleri gösterdin, bize Kendini tanıttıracak şeyleri tanıttırdın. Bununla hem Sen sevilmeye lâyıksın, hem Sen tanınmaya lâyıksın. Bunu anladık. Matlûbumuz Sensin, maksudumuz Sensin. Öyleyse, biz Senden, Senin rızanı ve Cemâl-i bâ-kemâlini müşâhede edecek bir âlemi istiyoruz. Biz başka türlü tatmin olmayız.”

 Mademki isteğimiz bu olacaktır ve oluyor. Öyleyse haşir lâzımdır. Saadet diyârı, ebedi saadet memleketi, zuhûra getirilecek. Ehl-i imana va‘d edilen şeyleri lütfedecek; ehl-i şekavete, ehl-i isyâna, tuğyâna amellerinin cezâsı, niyetlerinin karşılığı olarak elbette ebedi mücâzât da verilecektir. İnanmıyor muyuz? Şimdi fikirler hep berâber geliyorsa, biz Rabbimizi böyle bilmiyor muyuz? Bu âlemde sıkıntıların ehemmiyeti var mı? Bu âlemde zulüm görürsek ümidimizi kesecek miyiz? Yok, yok. Çünkü bu âlem geçici. Hani efendi hazretleri senin nerede sülâlen? Peder efendi nerede? Yirmi sene evvel vefât etti. Hani babanı yanında bulamıyorsun, anneni bulamıyorsun, dayını, amcanı, kavmini, kabileni göremiyorsun. Bunlar gittiler. Bunlar senin sevdiklerindi. İnsân sevdiğinin bulunduğu bir yere gitmekten vahşet mi duyar?

İşte bizim bu vahşetimizi izale edecek ona karanlıklı, pis, hani ölünün yüzü soğuktur, zahiri gösterir. Hâlbuki o perdenin altına, o öteki âleme gitti. Allah, iman selâmeti müyesser etmişse, kurtuldu. Az çok, öyle bir ölüye ağla ki, ömrünü -Allah korusun, ömrünü imansızlık yolunda geçirmiş, bir türlü hidâyete yanaşamamış, lâyık görmemiş Cenâb-ı Hak, kendisi de talib olmamış, yıkılmış gitmiş.  Cenâb-ı Hak bütün mü’min kardeşlerimizi ve bizleri bu kötü akıbete düşenlerden etmesin. Âmîn.

-; Evet, şu kâinatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat ve seyyaratın tayyare-misal hareketleri gibi azametli harekât ve Arzı insana beşik, Güneşi halka lâmba yapmak gibi dehşetli teshirat ve ölmüş, kurumuş Küre-i Arzı diriltmek, süslendirmek gibi

Hulusi Bey; Ne zaman diriltiyor? Baharda. Haşr-i baharî denilir ona. Evet, o ölmüş Arz diriliyor. Kendi kendine mi diriliyor? Diriltiliyor. Ölmüş ağacı diriltir, ölmüş Arz’ı diriltir.

 -; ve ölmüş, kurumuş Küre-i Arzı diriltmek, süslendirmek gibi geniş tahvilat gösteriyor ki: Perde arkasında böyle muazzam bir rububiyet var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir saltanat-ı rububiyet, kendine lâyık bir raiyet ister ve şayeste bir mazhar ister. Hâlbuki görüyorsun: Mahiyetçe en câmi’ ve mühim raiyeti ve bendeleri, şu misafirhane-i dünyada perişan bir surette muvakkaten toplanmışlar. Misafirhane ise; her gün dolar, boşanır. Hem bütün raiyet, tecrübe-i hizmet için şu meydan-ı imtihanda muvakkaten bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebeddül eder. Hem bütün o raiyet, Sâni’-i Zülcelal’in kıymettar ihsanatının nümunelerini ve hârika san’at antikalarını çarşı-yı âlem sergilerinde, ticaret nazarında temaşa etmek için, şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar; sonra kayboluyorlar. Şu meşher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. İşte bu hal ve şu vaziyet kat’î gösteriyor ki: Şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında; o sermedî saltanata medar ve mazhar olacak daimî saraylar, müstemir meskenler, şu dünyada gördüğümüz nümunelerin ve suretlerin en hâlis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineleri vardır. Demek burada çabalamak, onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre eğer kaybetmezse orada bir saadeti vardır. Evet, öyle sermedî bir saltanat, muhaldir ki; şu fâniler ve zâil zeliller üstünde dursun. Şu hakikata, şu temsil dûrbîniyle bak ki:

Hulusi Bey; O temsîl dürbünüyle bakarsak, benim söyleyeceğim şeyleri hâcet kalmadan anlayacağız.

-; Şu hakikata, şu temsil dûrbîniyle bak ki: Meselâ sen yolda gidiyorsun, görüyorsun ki; yol içinde bir han var. Bir büyük zât o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için,

Hulusi Bey; Temsili biraz açayım. Yani demek istiyor ki, rahm-ı mâderden şu dünyaya geldik ya; âlem-i ervâhtan, rahm-i mâderden şu dünyaya geldik. Bu dünya o yolumuz üzerindeki handır. Biz buradan nereye gideceğiz? Berzâh, haşir, sırât, ebedî hayat. Oraya gideceğiz. Şimdi yolumuzun üzerinde bir han var. Kime yapmış onu? Misâfirlerine. Misâfir de bizleriz. Daha bize lâzım olacak yol, hayvânlar, bilmem neler. İhtiyâcımız için olan yeraltındaki madenler… Bunların hepsi de bizim ihtiyâcımız. Hem semâdaki şeyleri bize teshir etmiş mi? Fakat biz üstünde gezeriz, altından haberimiz yok. Ondan sonra Amerikalılar, Almanlar gelsinler; altımızdaki suları, madenleri, akaryakıt yerlerini bulsunlar; biz de faydalanalım diye bekleyelim, bekleyelim. Bundada bizden, onların şekvâya hakkı var. Diyecekler: “Ben Allah’ın bir nimeti olarak sizin toprağınızın içerisindeydim, ama siz farkında olmadınız. Beğenmediğiniz gavûrcuklar geldiler, sondaj yapa yapa bizim evimizin içinde akaryakıt buldular!” Yani, bu iftihar edilecek bir vaziyet değil. Bunu da böyle bilelim.

Efendim o medeniyyet tabirini değiştirmeden konuşalım. Medeniyyeti biz inkâr etmiyoruz, medeniyyete sırtımızı çevirmiyoruz. Medeniyyetin güzel şeylerini çirkin görmüyoruz. Böyle bir tavsiyede bulunmuyoruz. Bu ne demektir? Güzel şeyleri takdir etmek; o da ehl-i imanın, ehl-i İslamın takdir edişleriyle böyle olur. Diyecek ki, “Elhamdülillâh, benim elimde bu varmış”; yeni uyandım. Daha sondajı yapmak için onun makinesini, bilmem nesini yine Avrupa’ya yaptıracağız, Amerika’ya yaptıracağız, getireceğiz ki, burada onu işletelim. Asıl gayret edelim ki, anarşilik cihetinden de, bu cihette çalışalım, yerin altını üstüne getirelim. Bu makineleri kendimiz icâd edelim, yapalım. Neyse….

-; Meselâ sen yolda gidiyorsun, görüyorsun ki; yol içinde bir han var. Bir büyük zât o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için, o hanın tezyinatına milyonlar altunlar sarfediyor. Hem o misafirler o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp, o nimetlerden pek az bir vakitte, az bir şey tadıp, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin suretlerini alıyorlar. Hem o büyük zâtın hizmetkârları da, misafirlerin suret-i muamelelerini gayet dikkat ile alıyorlar ve kaydediyorlar.

Hulusi Bey; Başıboş değiller. Bizi bu âleme gönderen; sinn-i teklîfe girdikten sonra, bülûğ çağına girdikten sonra, bütün harekâtımızı gizli memûrlarıyla kaydediyor. Bu muhâfaza, bu murâkabe, elbette bir gün o gizli defterlerin ortaya çıkacağı bir gün içindir. O gün var mı? Var. Gelecek mi? Gelecek. O zaman utanırsak nolur? Bir fâidesi var mı? İş, buradayken o gün aynen gözümüzün önüne gelmeli, ondan bir intibâh hissi bize gelmeli.

-; Hem görüyorsun ki; o zât her günde, o kıymettar tezyinatın çoğunu tahrib eder. Yeni gelecek misafirlere, yeni tezyinatı icad eder. Bunu gördükten sonra hiç şübhen kalır mı ki:

Hulusi Bey; Kalmaz.

-; Bu yolda bu hanı yapan zâtın daimî pek âlî menzilleri, hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri, hem müstemir, pek büyük bir sehaveti vardır.

Hulusi Bey; Peki, bu kadar emek çekilmiş, bu kadar san‘atkârâne yapılmış binâların. Meselâ iki kıt‘ayı biribirine bağlayan köprüler. Az bir eser değil. Barajlar vs. Hepsi yıkılacak mı? Çünkü bu fânî âleme mahsustur. Peki, nedir bu fânî âlemde bu dizilme? İhtiyaç var. Aza kanaat yok. Bu cihetteki hırs makbuldür. Çünkü gaye insanların yaşayışını kolaylaştırmak. Muvâsala, muhabere, ondan sonra yaşayış meskenlerde oluyor. O meskenlerin mükemmel hâle gelmelerini insanın ruhu istiyor. Bunlar için yapılacak şeylere hiç bir diyeceğimiz yok. Fakat dediğim gibi meşru dairede, makbul dairede kalmak.

Ne kadar, Efendim ne kadar paran var? 40 bin lira. Şu kadar dairelik bir şey yapmak istiyorum. Nasıl yapacaksın? Biraz yaparım, ondan sonra o katı kiraya veririm; oradan alacağım parayla onu ipotek ettiririm. Giderim bankaya, oradan çeker ikinci katı yaparım. İkinci katı da götürürüm ipotek ettiririm, üçüncü kata çıkarım amma! Ondan sonra öyle bir yatarım ki, daha. Sonra efendim, bina oldu; birinci kat satılıktır, ikinci kat satılıktır, üçüncü kat satılıktır; niye?

Evet gayet meşhur atasözümüz: “Yorgana göre ayak uzat!” Meşru dairede kalıp, kendinize göre bir mesken edinip, orada efendice yaşamak. Zillete girmemek mümkünken bunu yapmadık. Ne istiyoruz? Onlar yapsınlar, ben niye yapmayayım? Onlar nasıl yapmışlar? Şimdi bumu İşte akıbeti de budur. Cenâb-ı Hak bize bu işin kirli tarafını gösterip, o çirkinliğe hevesimizi kessin. Âmîn. Daima iyiliğe, güzelliğe doğru gidelim. Kanaat ehli olalım. Allah’ın rızasını tahsile muvaffak olalım. Onun rahmetinden niyazımız budur.

-; Şu handa gösterdiği ikram ile misafirlerini kendi yanında bulunan şeylere iştihalarını açıyor ve onlara hazırladığı hediyelere rağbetlerini uyandırıyor. Aynen onun gibi, şu misafirhane-i dünyadaki vaziyeti, sarhoş olmadan dikkat etsen; şu dokuz esası anlarsın:

-; Birinci Esas: Anlarsın ki:

Hulusi Bey; Yeter mi? Yeter mi? Neyse Oku..

-; Birinci Esas: Anlarsın ki: O han gibi bu dünya dahi kendi için değil. Kendi kendine de bu sureti alması muhaldir. Belki kafile-i mahlûkatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.

             İkinci Esas: Hem anlarsın ki: Şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-ı Kerim’i

Hulusi Bey; Yerli değiller, dâimî kalıcı değiller. Misafirdir, misafir yolcu demektir. Yolcu yatar, yer, içer, sabâhleyin kalkar, şimdiki tabirlerle bavulunu, valizini toplar, biletini alır, ya Allah pır!.. Değil mi Hacı?

-; Onların Rabb-ı Kerim’i, onları Dâr-üs Selâm’a davet eder.

   وَاللّٰهُ يَدْعُٓوا اِلٰى دَارِ السَّلاَمِۜ

– Üçüncü Esas: Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki tezyinat, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünki bir zaman lezzet verse, firakıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihanı açar fakat doyurmaz. Çünki ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır. Doymağa kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat; ibret içindir.(Haşiye-1) şükür içindir, usûl-ü daimîsine teşvik içindir. Başka gayet ulvî gayeler içindir.

Hulusi Bey; Devam edecek asıllarınadır. Bunlar muvakkattir, geçicidir. Sen de talibsin, onlar da talib, aslına, devam edeceklere talib ol. Nasıl talib ol? Burada tat, orada ye.

-(Haşiye-1) Evet madem herşeyin kıymeti ve dekaik-ı san’atı gayet yüksek ve güzel olduğu halde; müddeti kısa, ömrü azdır. Demek o şeyler nümunelerdir, başka şeylerin suretleri hükmündedirler. Ve madem müşterilerin nazarlarını, asıllarına çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır. Öyle ise, elbette şu dünyadaki o çeşit tezyinat; bir Rahman-ı Rahîm’in rahmetiyle, sevdiği ibadına hazırladığı niam-ı Cennet’in nümuneleridir, denilebilir ve denilir ve öyledir.},

Dördüncü Esas: Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki müzeyyenat ise {(Haşiye-2): Cennet’te ehl-i iman için rahmet-i Rahman’la iddihar olunan nimetlerin nümuneleri, suretleri hükmündedir.

{(Haşiye-2): Evet her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır: Birincisi ve en ulvîsi, Sâni’ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san’at murassaatını, Şahid-i Ezelî’nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyale yaşamak kâfi gelir.

Hulusi Bey; Buna bir misâl getirelim. Meselâ, fidânlıktan güzel bir kayısı fidânı aldın, diktin, bahar oldu. Bir şey yok onda. Yani, odundan ibâret şekili hazır. Bir de baktın ki, geldi çocuklar, haber verdiler: “Baba, o diktiğin kayısı var ya, çiçek açmış!” Geldin baktın ki, baştan aşaği nişanlarını takmış. Artık alaka arttı. Derken, yavaş yavaş çiçeklerin arkasından yapraklar, derken çiçeklerin o süslü kanatları döküldü arkasından küçük küçük, yeşil bir şeyler zuhur etti. Ama daha daha derken, ham meyve arkasından çağla zuhur etti, arkasından olgun güzel meyve, dallar dolmuş o vaziyette. Burada ne diyor? Bunu bu vaziyette yapan toprak mıdır?

-; Hâşâ!

Hulusi Bey; Şimdi işte güzel yapılmış. Bak, odunu ne hâle getirdi. Sen, ben de balçıktan, topraktan yaratılmışız. Bak ne güzel işlemiş kaş, göz, endâm. Bundan sonra bu zahir, iç uzuvlarımız, manevî letaifimiz, ne kadar emek çekmiş; ne kadar paha biçilmez elmaslarla, pırlantalarla bizi süslemiş. İşte güzel yapmış, güzel yapılmış, güzel yapıyor, her işi güzel, kendi güzel. Haydi!

-; Belki vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte seri-üz zeval latif masnuat ve vücuda gelmeyen, yani sünbül vermeyen birer hârika-i san’at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamamiha verir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez. Demek her şey hayatıyla, vücuduyla Sâni’inin mu’cizat-ı kudretini ve âsâr-ı san’atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelal’in nazarına arzetmek birinci gayesidir. İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yani herşey, Sâni’-i Zülcelal’in birer mektub-u hakaik-nüma, birer kaside-i letafetnüma, birer kelime-i hikmet-eda hükmündedir ki; melaike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arzeder, mütalaaya davet eder. Demek ona bakan her zîşuura, ibret-nüma bir mütalaagâhtır. Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz’iyesine ait.. doksandokuzu sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni’ine ait doksandokuzdur. İşte bu taaddüd-ü gayattandır ki; birbirine zıd ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd u seha ve bilhâssa nihayetsiz seha ile sırr-ı tevfiki şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cûd u seha hükmeder, ism-i Cevvad tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarında biğayr-ı hisabdır. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarında; hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile seha ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a’da gibi sair vazifeler için, bu mevcud ancak kâfi gelir.

Hulusi Bey; Bütün mevcud. Evet.

-; Kemal-i hikmetle müvazenededir. İşte hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir.}

(Aşir okunuyor.)

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَ {١٥٣} وَلاَ تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ى سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌۜ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَلٰكِنْ لاَتَشْعُرُونَ {١٥٤} وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَىْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ اْلاَمْوَالِ وَاْلاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ {١٥٥} اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ {١٥٦} اُو۬لٰٓئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ {١٥٧}

(DUA)

Hulusi Bey;

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 Yâ Erhamer-râhimîn! Bizleri burada şu ders-i Kur’ânî’nin nûru altında topladığın gibi, yarın yevm-i haşirde sevgili Habîb’inin livâü’l-hamd adıyla adlanan livâsı altında haşr-u cem‘eyle. Âmîn. Kusurlarımızı afv ü mağfiret eyle. Âmîn. Taklidîmizi tahkika çevir. Âmîn. Bizi hakiki insân, hakiki iman dâiresine ilhâk buyur. Sen keremler kârısın, lütuflar Senin şânından, afv u mağfiret Senden ayrılmayan eltafındır. Bizler kusurluyuz, bizi affına lâyık gör. Günâhlarımızı afv u mağfiret et. يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ  sırrıyla hakkımızda muamele buyur. Yâ Erhame’r-râhimîn! Bütün geçmişlerimize rahmet eyle. Memleketimizi ve diğer İslam diyârını her türlü âfât-ı arzıyye ve semâviyyeden “Hafîz” ismi hürmetine muhafaza buyur. Va‘delerimiz hıtâmında ol kelime-yi münciyye mübareke ki, buyurun:

    اَشْهَدُ اَنْ  لآَ اِلٰهَ اِلاّٰ اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ

diyerek huzur-i izzetine kavuşmaya muvaffak edeceğin ebrâra bizleri de ilhâk buyur.  

٭وَالْحَمْدُلِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ اَلْفَاتِحَة مَعَ الصَّلَوَاةُ٭

 

PDF Dosyasını İndir Oku

Bir önceki yazımız olan 7) DOST İSTERSEN ALLAH YETER'İN İZAHI DERS-2 başlıklı makalemizde dost, istersen.Allah ve yeter hakkında bilgiler verilmektedir.