Hulusi Bey
-; BİRİNCİ KELİME: لآَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ da şöyle bir müjde var ki: Hadsiz hacata mübtela, nihayetsiz a’danın hücumuna hedef olan ruh-u insanî şu kelimede öyle bir nokta-i istimdad bulur ki, bütün hacatını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısını ona açar ve öyle bir nokta-i istinad bulur ki, bütün a’dasının şerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanın sahibi olan kendi Mabudunu ve Hâlıkını bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, Mâliki kim olduğunu irae eder. Ve o irae ile, kalbi vahşet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtarıp, ebedî bir ferahı, daimî bir süruru temin eder.
İKİNCİ KELİME:
(Mektubat S: 223 )
Hulusi Bey; لآَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ söylerken dedik ki, çok şeye ihtiyâcı var insânın. Bu ihtiyâcını kime arz edecek? Şimdi gözünü açtı, birden bire dünyâda olduğunu anladı. Yetîm kalmış, annesi yok, babası yok. Şunun, bunun yardımıyla, zahirî yardımıyla işi fakr u temyiz edecek. Yedi ile on yaş arasındaki bir vaziyete gelmiş. İhtiyâcı çok, karnı acıkıyor. Yemeye, ekmeğe ihtiyâcı var. Kim verecek ona? Merhamet eden komşusu, yâhut akrabâsından biri. Sen de dışarıdan seyrediyorsun bu manzarayı. Kim bakar, O kimsesiz, yetîm, öksüz kalmış çocuğa kim bakar? Kim bakıyor? Gördüğümüz manzara nedir? Bir zât onun elinden tuttu, götürdü, yemek yedirdi, üstünü başını temizledi, diğer ihtiyâclarını te’mîn etti. Sordun. Bu, onun akrabâsıdır. Öyleyse bu çocuğu yediren, içiren, diğer muhtâç olduğu şeyleri te’mîn eden bu dayısının oğlumu? Kim? Bunun hakiki Rabb’i kimse, Ma‘bûd’u kimse o yapıyor. Ya bunlar nedir orta yerde? Amca, dayı, dayızâde, amcazâde. Bunlar ne oluyor? Bunlar birer vesîledir. Bundan bir kaç gün evvel bir hikâye söyledim, hatırlarsanız. O hikayemde bir denizde bir gemi parçalanmış, emzikli bir çocuk anası ile bir tahta parçası üzerinde kalmış ondan sonra anası da orda suya batıyor. Sonun da o çocuk ne oluyor? hatırımızda mı? Sonra kral oluyor.
Bak şimdi zahirî manzaraya bak. Bir gemide parçalandı, içindeki yolcuların hepsi denize döküldü, ölen öldü. Sağ kalan; bir emzikteki, memedeki bir çocukla, annesi. Annesi de battı. Çocuk tahta parçası üzerinde oynuyor. Şimdi kimin aklına gelir ki, bu çocuk o sudan kurtulacak, ondan sonra bir memlekete kral olacak. Öyle haşmetli bir kral olacak ki, hayvân beğenmeyecek getirecekler. Azrailden bir hikaye tarzında birşey biliyordum onu söyledim. Azrail(A.S.) Bu acib vaziyeti naklediyor. Bir zâttan işittiğim bir hikâyeydi onu söylemiştim. Yani bakın, bu kadar müşkil bir vaziyette kalmışken, o çocuğu kendisi de bilmez günün birin de o şeyden kurtulup bu adam bir zaman parçalanmış geminin parçası üzerinden tahtası üzerinden alınan bir çocuktur idi. Bunu alan adam getirdi baktı, büyüttü, okuttu ondan sonra onu bulunduğu memelekete yahut diğer bir memlekete kral olacak vaziyete geldi. Mümkün mü? Olur. Kim yaptı? Kim halk etti ise, yaşattı. Yaşattıktan sonra da bu vaziyete kadar da getirdi.
Evet, işte şunu bilmeli ki: Yaratan da O’dur, yaşatan da odur. İnsân bir def‘a yemekle, “Yâ Rabbî şükür” demekle açlığı susuzluğu gider mi? Devâm üzere bir iştihâsı var mı? Herhâlde zamân zamân yiyecek ki, bu vücûd beslensin, faaliyetini gösterebilsin.
Kim bunun devâm eden ihtiyâcına cevâb verebilir? Yine, ancak onu halk eden. Yalnız şu ta‘bîri unutmayın ki, dersimizde geçmiş: Mideyi halk eden kimdir? Midenin dâimâ yemek-içmek isteyeceğini de bilen ve o halk eden Allah’tır.
Bunun için, bütün yenecek şeyleri o mi‘denin gelecek duasından evvel hâzır etmiş. Midenin ihtiyâcını bilen Zât, ona isteyeceği bütün yiyecekleri depo etmiş, hazırlamış. Eğer depoda olmazsa hazır olmazsa, belli değil ki.. İnsân geziyor geziyor “Nereye gidiyorsun?” “Acıktım, eve gideceğim” acıktım Evde de buğün kimse yok, aşçıya gideceğim” bu ihtiyâcı hissediyor. Ev mi Onun rızkını verir, aşçı mı verir?
Demek ki, ona o iştihâlı mideyi veren Zât, onun ihtiyâcını bir gün “Açım” dediğini duyacak ondan sonra o ihtiyacını te’mîn edecek. Ona zorluk çektirmiyor. Evinde bulunduruyor, dükkanında bulunduruyor, bakkalda bulunduruyor, manavda bulunduruyor. Hulâsa: O ihtiyâcını oralardan te’mîn eden, oralara yerleştiren, depo eden var. Duayı vaktinden evvel kabûl etmiş. İştihâlı mideyi kim halk etmişse, onun devâm üzere isteyeceği şeylerin, iştihâ verecek şeylerin hepsini halk eden de O’dur.
Şimdi gelelim şeye, küçük yaşlardan i‘tibâren çocukların ölmek şeyine muhtelif sebebler var mı? Bilhassa çocuklarda devâm eden çeşitli hastalık vardır. Çeşitli.. Bunlar ölümle de netîcelenir. İlaçla şundan bundan vâsıtalarla da kurtulanda oluyor.
Şimdi büyümüş ona annesi babası ve yahut kimin yanında büyüdüyse, akrabası “Sen çocukluğunda şu, şu hastalığa tutuldun, bir def‘asında ölüyordun. Ümîdimizi kesmiştik, filân” diye böyle anlatıyorlar. Onun muhtâç olduğu şeyi, o hayâtını muhâfaza etmesini kim te’mîn etti. Yaşatan kimdir? Dirilten kim? Hayât veren kimdir? Allah.
Hayâtına kasteden çok sebebler var mı? Mikrop insânı öldürür mü? Mikrop da öldürür. Gözsüz, hayvan da var mı? Yerde sürünen zehirli hayvân var mı? Bunlar da insânı öldürebilir mi? Çeşitli kaza, belâ denen nesneler, bir evin kenârından geçerken çatıdan düşen bir kiremit başına düşer onu öldürebilir. Şimdi bu anarşik olayları söylemek istemiyorum, amâ oda hesâbda. Adam evinde Yaşlı başlı adam eve geliyor. “Efendi,” diyor “ekmek yok”; o da gidiyor fırına almaya. Bir sağcı, bir solcu biribiriyle muhârebe ediyor. Ve ateş açıyor, beri ki adam ekmek almaya giden adam orada vurulup kalıyor. Bu da oluyor. Hâ, şimdi ölmek için mutlaka yatak mı lâzım?
Demek ki, hayâtın muhtelif şeylelerinde ölüm bir sebeble gelebilir. Şimdi trafik kazalarımız aldı yürüdü. Anarşik olaylarımız haddini aştı. Bu vaziyette müstehak da ölüyor, müstehak olmayan da ölüyor, acınacak da ölüyor, acınmayacak da ölüyor. Bu hâdiseleri böyle gördükten sonra, “Ben zırh giymişim. Bütün mikroplar bana te’sir etmez. Kaza ve belâdan ben masunum” diye elimizde bir tezkere mi var? Kim bizi kurtarabilir?
-; Allah
İşte bu hâl gelip başımıza çatmadan evvel, biz Allah ile olmalıyız, Allah’ı tanımalıyız, Allah’ı bilmeliyiz, O’ndan korunmalıyız.
Ve size Cizre’de vefât eden meşhûr “Seydâ” denilen Şeyh Said efendinin Cizrede ve Üstâdın vefâtından biraz sonra oda vefat etti. O Zât’ın bana söylediği şu duayı size tavsiye ederim:
اَللَّهُمَّ اِنِّى اَسْئَلُكَ مِنْ فُجْئَةِ خَيْرٍ وَ اَعُوذُبِكَ مِنْ فُجْئَةِ شَرٍ
Ne diyor: “Yâ Allah senden İsterim! Ne isterim! Anî gelen hayır isterim, “Ve euzu bike” Sana sığınırım! Neden sığınırsın! Anî gelen şerden. ” Ani gelen hayrı isterim. Ani gelen şerden sığınırım sana.
Bunu o zat 1340 yani 1924 senesinde görüştüğüm zaman Cizre’ye gitmiştim o tarihte Türkçe bilmiyor, ben de Kürdçe bilmiyorum, Arapçada bilmiyorum Bunu bana tavsiye etmişti. O zâtın yâdigârıdır.
اَللَّهُمَّ اِنِّى اَسْئَلُكَ مِنْ فُجْئَةِ خَيْرٍ وَ اَعُوذُبِكَ مِنْ فُجْئَةِ شَرٍ
Ben de size naklediyorum, isterseniz yazın, okuyun, devam edin
Şimdi korkulacak şeyler çok. Bizi korkulardan emin edecek var mı?
-; Var.
Hulusi Bey; Sârî hastalıklara menşe’ olan sebep olan mikroplar var mı? Var. Sağlığı bozacak hastalıklar, hastalığı getirecek şeylere menşe olan sebep olan mikroplar var mı? Var. Bu mikroplar hepimizde de var mı? Bulunur. Gözle görünmüyor ki, var, yok bilelim. Fakat, bizde bulunduğu hâlde o zararlı mikroplar neden faaliyete geçmiyor? Demek ki, birinin emriyle hareket ediyor. O küçücük mahlûk, Allah’ın irâdesi çıkmadan bir vücûd-i insânîye kıl kadar bir zarar veremez. Bizi korkutacak ve zahirde ölümle netîcelenecek hâdiselerdir. Bunların sebepleride çoktur. İşte Mikroptanda olur. Basît bir soğuk algınlığı da ölümle netîcelenebilir. Şimdi bizi ölmekten kurtarıp, sıhhati muhâfaza ettirecek biri var mı?
-; Var.
Hulusi Bey; O’nun irâdesi olmazsa, dünyâ ateşle dolsa, o ateş bizi müteessir eder mi?
-; Etmez.
Hulusi Bey; Misâlin var mı?
-; Var.
Hulusi Bey; İbrâhîm (a.s.) misâldir. Bir tek insandı. O mübârek zâtı dünyâ kadar yakacak maddeyi yığdı ateşledi yani daha imkânı yok. Bir kere onun içersine girmesi ile beraber hayata veda etmesi bir olacak ve daha artık külü bile kalmayacak, pek muzzam odun yığdırdı ve ateşledi. O sırada İbrâhîm (a.s.)’ı tasavvur edin. Mesela bir memleketin her yeri alev alev yanıyor. Bir adam da mancınıklan böyle indiriliyor onun içerisine. Bunun kurtulmasına imkân var mı? İbrâhîm (a.s).’ı böyle tasavvur edin. Mancınıkla havadan o ateşin içersine atıldı. Yandı mı?
-; Hayır.
Hulusi Bey; Kim kurtardı?
-; Allah.
Hulusi Bey; Bu misal çok ehemmiyetli bir. İkincisi; yunus (a.s.) dersimizde geçen birinci lem’a da Yunus (a.s.) mı denize attılar. Gemi yürümüyordu diye denize attılar. Deniz dalgalı, gece karanlık; hem dalgalı hem karanlık, onu bir büyük bir balıkta yuttu. Balığın karnına girdi. Onun iştahası da var zaten, onu hemen yok edecek bir vaziyete faaliyete geçebilir. Şimdi, o balığa, “Dur, kât’iyyen yuttuğun kimseye kıl kadar bir zarar etmeyin!” diyecek biri lazım. O karanlıktan aydınlığa çıkaracak, gecenin te’sîrini, kaldırıp, karanlığı kaldırıp Ay’ı, Yıldızları gösterecek biri lâzım. Kim olabilir?
-; Allah.
Hulusi Bey; Bunları düşünün. Ondan sonra, haydi balığın karnından çıktı; ya denizin, denizin içinde, gecenin karanlığında bütün bu dehşetli vaziyet içinde Onu kurtaracak kim olabilir?
-; Allah
Hulusi Bey; İbrâhîm (a.s.) o ateşi meselesi malum ikincisi Yunus (a.s.) bu vaziyeti buda böyle şimdi Yunus (a.s.) mın bir münacat vesile oldu. Ne dedi?
لآَ اِلٰهَ اِلآَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَۗ اِنّ۪ى كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَۚ
dedi. Onu Cenab-ı Hak o münâcâtın sebebiyle o üç biribiri içindeki karanlıklı, dehşetli vaziyetten selâmete çıkardı, kabak ağacının altına götürdü çıkardı. Selâmete çıkardı.
İbrahim (a.s..) mancılıkta giderken Cebrâîl (a.s.) yetişti: “Cenâb-ı Hak’tan bir isteğin var mı?”
“Benim vaziyetimi görmüyor mu?”
“Görüyor.”
“Bilmiyor mu?”
“Biliyor.”
“Hiç bir isteğim yok.”
Onun için ateşe doğrudan doğruya
يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا عَلَى اِبْرَاهِيمَ
Diyen kim? Cenab-ı Hak. Şimdi inanca göredir iş, dünya ateş olsa insanı yakmıyor. Cenab-ı Hakkın iradesi olmasa yakmak yok. Dünya dolusu mikrop olsa öldürücü mikroplar bir insanı öldürmeye götürmüyor. Neden? Mikroplarında Halık’ının izni çıkacak, irâdesi çıkacak, ondan sonra. Demek ki, Rabbimizi tanımak lâzım. لآَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ ile bize Rabbimizi tanımak ihtiyâcını gösterdi.
Peki, buyrun sen çayını iç ondan sonra لآَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ hı geçebiliriz.
لآَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ dan sonar وَحْدَهُ ya geldik.
-; İKİNCİ KELİME: وَحْدَهُ Şu kelimede şifalı, saadetli bir müjde vardır. Şöyle ki: Kâinatın ekser enva’ıyla alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer ve kalb-i insan وَحْدَهُ kelimesinde bir melce’, bir halaskâr bulur ki; onu bütün o keşmekeşten, o perişaniyetten kurtarır. Yani, وَحْدَهُ manen der: “Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme,
(Mektubat S: 223 – 224 )
Hulusi Bey; Şimdi adamcağız evinden çıktı, şemsiyesi yok hava açıktı. Gideceği bir kaç saatlik yer. Birden bire beklenmedik bir hâdise oldu. Hava bulutlarla kapandı, hafiften hafiften gök gürültüsü başladı. Arkasından yağmur aldı. Şemsiyesi yok, etrâfta sığınılacak, barınılacak bir yer de bulamıyor. Şimdi onu gideceği bir kaç sâatlik yere kadar, bu karanlık hava içerisinde, sicim gibi yağan yağmurun altında, arkasından gelecek sel var, arkasından daha başka musibetler var.
Kime baksın, kimden meded umulur? وَحْدَهُ
Şimdi o giderken bu kelime-i tevhîde de devâm ediyordu. لآَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ dedi.
İkinci kelimen sıra geldi. وَحْدَهُ
وَحْدَهُ yu düşünüyor. Allah birdir. Onun için başka şeylere mürâcaât etme. Şimdi o sıkıntılı vaziyette, o düşündürücü hâl içerisinde وَحْدَهُ ya devâm ederken, ne gibi bir şifâ alır bundan? Hakikaten vaziyetin endîşe vericidir, üzücüdür. Fakat وَحْدَهُ daki “Hû” kim? “Hû” Allah. O birdir. Öyleyse O’na mürâcaât et. Seni bu korkunç durumdan kim selâmete kim çıkarabilir? İşte o “Hû” kurtarır. Bir olan Allah kurtarabilir.
Öyleyse, ağzından çıktığı gibi; O’nun, fikrinde seni uyandırıcı, aydınlatıcı düşüncesiyle de de ki: “Beni ancak Allah. Daha dört beş sâat bu yola gideceğim. Tutulacağım bir yer kalmayacak, sırıl sıklam olacağım. Arkasından zatürye evvelce bronşit başlar, ondan sonra zâtüre bilmem ne.. Hulâsa, ölüm ile netîcelenecek bir hâdise olabilir. Fakat beni şu yağmurun getireceği tehlikeden kim kurtarır? Yağmuru indiren kim ise, O!”
Bu gök gürültüsünü, boş bir gürültü mü? Demek ki, onu da, yapan onuda halk eden o boşlukta o gümbürtüyü yapan, Keklik Tepesi’ndeki elektrik telini arızalandıran kim?
Geçen günkü hadisede bundan kaç gün evvel gök gürlemedi mi? İşte Yıldırım isabet etmiş duyuyoruz. Orada sık sık elektrik kesilmeye, karanlıkta kalmaya mahkûm olduk. Bunlar o elektriklenmiş vaziyetten mi oldu? Yani gök gürültüsü mü yaptı? Yıldırım düşmesi mi yaptı? Yaptıysa bunu esâs yapan kim? O bulutlardan yıldırımları indiren kim? Bulutlar kimin? Semâ kimin? Yer kimin? Kul kimin? Dünyâ serâser kimin malıdır? Her şey O’nun. Öyleyse eşyâyı sahibine bırak. Sen kendini de O’na teslîm et. O’nun lütfuna dehalet et, kahrından titre, edebinle yaşa!
Korkma, hiç bir şey olmaz. Ecel gelmedikten sonra hiç bir şey olmaz. Ama iş o edebde; edebinle yaşa! Dâimâ O’nun huzurundayız. Burada Rabbimiz bizi görüyor mu? Namâzda ikende görüyor mu? Başka kötü bir şeyde bulunursak bizi o görüyor mu? Bizi Allah’ın gördüğünü, bildiğini düşünürsek, O’nun azametinden dehşet almaklığımız lazım gelmez mi? O’nun huzurunda edebe riâyet etmekliğimiz îcâb eder mi, etmez mi? Herhâlde, terbiye, edeb ne ise denilen şeyi göstereceğiz. Eğer biz edebli davranırsak, Cenâb-ı Hak bize lütfuyla mı, kahrıyla mı muamele eder? Lütfuyla muámele eder. İstersek Allah’tan rahmeti, rahmetini istemeye bir yüz taşımak lâzım. O da edebli olmayı iktiza eder.
Demek ki; وَحْدَهُ diyor. Şimdi bak, وَحْدَهُ Allah birdir. Peki oku.
-;
وَحْدَهُ Şu kelimede şifalı, saadetli bir müjde vardır. Şöyle ki: Kâinatın ekser enva’ıyla alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer ve kalb-i insan وَحْدَهُ kelimesinde bir melce’, bir halaskâr bulur ki; onu bütün o keşmekeşten, o perişaniyetten kurtarır. Yani, وَحْدَهُ manen der:
Hulusi Bey; Bir kaç misâl söyleyeceğim. Bu gün vâsıta-i muhabere çoğalmış. Radyo faaliyyeti var. Amerika’nın şurasında hareket-i arz olmuş, şurasında sel hadisesi olmuş. Hindistanın Bangladeş dedikleri mesela yerde su baskını olmuş. Her yerde ayrı ayrı hâdiseler var. Sen de hepsine muttali‘ oldun. Amerika’sı da, Asya’sı da, Avrupa da, senin bulunduğun şu memleket de kimin mülküdür hakikatte? Şimdi devlet ne kadar muhteşem, ne kadar kuvveti, kudreti çok, hava, deniz, kara kuvvetleri bol, bütün onun ihtiyâcını te’mîn edecek orduların her şeyini ambargosuz veren kim?
-; Allah.
Hulusi Bey; Ama inanmak lâzım. Amerikanın ambargo koyması bizi korkutursa, Allah’a îmânımız zayıftır. Ama sebebsiz de olmuyor. O iş başka, o iş başka o işle meşgul olanlar düşünsünler.
Allah bir kapıyı kaparsa bin kapı açar. Orayı bırakır, sen de öbür taraftan gider alırsın. Nasıl olsa kimse kaşımıza gözümüze âşık değil. Hangisi verirse, onun kapısına gidersin. Zâten fâizsiz veren mi var? Yani hibe mi ediyorlar? Bu gâvûrcuklar, Müslümânlara acıyor mu zannediyorsunuz? Peki, Kur’ân’da Cenâb-ı Hak buyuruyor:
وَلَنْ تَرْضٰى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلاَالنَّصَارٰى حَتّٰى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْۜ
Sizden razı olmazlar, Yehûd ve Nasarâ sizden râzı olmazlar. . Ne zamân râzı olurlar? Ne zamân onlardan olursanız. حَتّٰى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْۜ Allah esirgesin. ‘Biz de sizden olduk’ dersen o zaman oo! O zamân sıcak çorbayı verirler, zehirli balı yedirirler! ” sancısından kıvranır durursun. Yedirse de, mutlaka içine bir hile yapacak.
-; boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer ve kalb-i insan.
Hulusi Bey; Yani memleketin, dünyânın her tarafında çeşitli hâdiseler oluyor. Bu hâdiselerden Cenâb-ı Hakk’ın haberi yok mu, görmüyor mu, bilmiyor mu? Bunlara, aklı olanlara, Müminlere, Müslümânlara, “Bu mülkte tasarruf eden Benim. Sizde de ufak tefek nümûnesini gösteriyorum. Uyanın! Uyanın! Başka çâresi yok. Ne zamân Bana muti olursanız, Benim gönderdiğim kitâba tâbi‘ olursanız, Benim gönderdiğim Peygamberin size gösterdiği yolda giderseniz; o zamân selâmet bulursunuz!”
Hulusi Bey; ( Dua )
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَلْحَمْدُلِلّٰهِ رَبَ الْعَالَمِينَ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ
وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى اَلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ عَلَيْهِمْ اَجْمَع۪ينَ
اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ الْقُرْاٰنِ وَ بِحَقِّ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِنُورِ الْقُرْاٰنِ ٭ وَ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ شِفَٓاءً لَنَا مِنْ كُلِّ دَٓاءٍ وَ مُونِسًا لَنَا ف۪ى حَيَاتِنَا وَ بَعْدَ مَمَاتِنَا وَ اجْعَلْهُ لَنَا فِى الدُّنْيَا قَر۪ينًا وَ فِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَ فِى الْقِيَامَةِ شَف۪يعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِ نُورًا وَ مِنَ النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا وَ اِلَى الْجَنَّةِ رَف۪يقًا وَ اِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَل۪يلاً وَ اِمَامًا بِفَضْلِكَ وَ جُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ اِحْسَانِكَ وَ رَحْمَتِكَ يَٓا اَكْرَمَ اْلاَكْرَم۪ينَ وَ يَٓا اَرْحَمَ الرَّاحِم۪ينَ ٭
Allah’ım bizi masiyetten alı koyacak kadar haşyetinden bize hisse ver. Bize Cennete ulaştıracak kadar taat nasip et. Dünya musibetlerini kolay gösterecek kadar kuvvetli iman ver. Bizi hayatta bıraktığın müddet göz ve kulak nimetinden mahrum etme ve onları ölümümüze kadar devam ettir. Bize zülm edenlerden intikamımızı sen al Ya Rabbi. Düşmanlık edenlere karşı bize yardım et Ya Rabbi. Bizi dinde musibete uğratma. Bizi dinde musibete uğratma. Bizi dinde musibete uğratma. Dünyayı en büyük düşüncemiz ve ilmimizin nihayeti kılma. Bize acımayanları bize musallat etme Ya Rabbi. Âmin
Bir önceki yazımız olan 5) KASTAMONU LAHİKASINDAN SORU başlıklı makalemizde kastamonu lahikasından hakkında bilgiler verilmektedir.