Sadık, Hâlis ve Gayyur ve Kahraman Kardeşim Hulûsî Bey;
Âhiret Kardeşim: Mirac Sözünü güzel bir sûrette çabuk yazıp bana gönderdiğinizden, beni o kadar memnun ettin. Eğer bilsen çok memnun olacaksın. Yalnız derim, Rahmânürrahîmin rahmetinden niyaz ve duâ ederim ki, Cenâb-ı Hak yazdığın o Mi’rac Sözündeki bütün hurûfatın adedince ve her bir harfin hesab-ı ebced ile, bâliğ oldukları adet miktarınca, Mi’rac meyvelerinden ve şecere-i Tûba yemişlerinden sana yedirsin.
Aziz Kardeşim! Beni keyiflendirdiniz. Öyle ise, evvelki mektubunda tarikata dair istediğin bahis hususunda, seninle bir parça konuşacağım, bir parça sohbet edeceğiz. Belki gayretinizi ziyade edip, benim gibi tembel bazılarının füturunu izale edecek. Evet,
(MEKTUBAT’TA OLAN KISIM BURADAN BAŞLIYOR)
Silsile-i Nakşî’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A) Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-i imaniyeden bir mes’elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim.”
Hem demiş ki: “Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”
Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”
Hem demiş ki: “Tarîk-i Nakşî’de iki kanad ile sülûk edilir.” Yani: Hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez. Öyle ise tarîk-ı Nakşî’nin üç perdesi var:
Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.
İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.
Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.
Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil…
İşte otuz üç aded Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Madem hakikat budur; esrar-ı Kur’aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım. Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenab-ı Hak şu zamanda, i’caz-ı Kur’anın manevî lemaatından olan malûm Sözler’i, şu dalalet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.
(MEKTUBAT’TA OLAN KISIM BURADA BİTTİ)
Fakat maatteessüf benim müşevveş tabiratım ve sû-i niyetim bir derece sed çekiyor. İnşâallah kardeşlerimin duâsıyla o mâni zâil olur, o tiryaklar te’sirini güzel gösterirler. Şimdi bir parça başka şeylere dâir görüşeceğim. İstanbul’da mübârek bir dostumdan bir kaç tane, birer nüsha Arabi risâlelerim geldi. İki üç taneyi size gönderdim. Hoşunuza giderse öbürlerini de sonra gönderirim.
Hem benim kardeşim ve burada en evvel talebem şeyh Mustafa’ya de ki; Senin kardeşin Said diyor ki: “Biz hem senin duâna, hem kalemine muhtaç idik, madem kalem ile hizmet etmiyorsun, ona bedel pek fazla duâ etmelisin, çünkü senin duâna çok muhtaçtır.”
Hem de ki; Said diyor; “O hem şeyhdir, hem hâfızdır. Şeyh olduğu için, Mi’rac sözü ona lâzım, Hâfız olduğu için, i’câz sözü ona elzem olduğundan, ben demiştim ki; Onları kendine yazsın.” Tembellik etti yazmadı. Zararı yok, ona yazılabilir.
Eğer dese ki: “Onlardan daha âla bir şey ile meşgul olmak istiyorum.”
De ki: “Bir saat tefekkür çok ibadete mukabildir” olan Hadîs-i şerifi hatırına getir. Şu Sözler tefekkür, hem en âli tefekkür kısmındandır. Demek en âli bir ibadet hükmündedir. Bahusus bir kalem, onları yazsa, her kim ondan istifade etse, kalem sâhibinin ondan hissesi çıkar.
Eğer dese; “Ben muhtaç değilim, kalbimde aklımda yaralar yoktur.”
Sen ona de ki; “Sen muhtaç olmazsan, sana muhtaç olanlar, muhtaçtırlar. Sana bakan ve seninle bağlanan avam-ı müslimîn cinni ve insi şeytanların oklarına hedeftirler. O Sözleri onlara sur yapmazsan, o hakikatleri onların ruhlarına siper ve zırh yapmazsan, onların muhafazası, terbiyesi mesuliyeti altında kalırsın.”
Eddâi ve’l-müstedî
Ahûküm-ül Uhrevî
Said Nursî
Orjinalini indirmek için tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 18) ŞERİAT-I FITRİYYE, ALEM-İ MİSAL, ALEM-İ ŞEHADET, HUKUK-U EBEVEYN, HİZMETİ İLK TANIYANLARA KARŞI DAVRANIŞ BİÇİMİ, İHLASI İHLASLA OKUMAK HAKKINDA SORULARA CEVAP. başlıklı makalemizde Alem-iMisal, Alem-iŞehadet ve hizmetiilktanıyanlarakarşıdavranışbiçimi hakkında bilgiler verilmektedir.