140) OTUZUNCU LEM’A VE YİRMİÜÇÜNCÜ MEKTUB’TAN DERS – 2

140) OTUZUNCU LEM’A VE YİRMİÜÇÜNCÜ MEKTUB’TAN DERS – 2

ADAD

Hulusi Bey

OTUZUNCU LEM’A VE YİRMİÜÇÜNCÜ MEKTUB’TAN DERS – 2

-: Zor bir mücadele devresidir abi. Yani bu talebelerin bu cemaatten dua talep ediyorlar. ….. müsbet, menfi gidiyor, çalışkan. Ne yapsın bu çocuk büyük ıstırap içinde. Bu itibarla dersin sonunda bu talebelere dua buyurunuz.

Hulusi Bey: Hepsini, hepsini. Cenab-ı Hak hepsini Hafiz ismi hürmetine muhafaza buyursun. Biliyoruz, biliyoruz. Vaziyeti biliyoruz.

-: Yara büyük yara.

Hulusi Bey: Bir nükte vardı. Bilhassa bizim gibi ihtiyarları, biz hazırladık, müsamaha ettik. Mesela sohbetinden istifade edeceğimiz, mezkûr mesele-i diniyeyi kendisinden sorup öğreneceğimiz zatlara yetiştik. Fakat yanlış bir düşünce gibi zihnimizce zannettik ki bu zat layemuttur. Ben müşkülata maruz kaldıkça giderim “Efendim şu müşkülüm var, bu iş nasıl olacak.” Derim. O da beni tatmin eder, öğrenir giderim. Ondan istifade ederim. Bir gün baktık ki elimizi attığımız yerler boşaldı. Kimseden daha bir şey soramıyorum. Bak bunu yani temeddüh için değil hakikaten çok acınacak bir duruma geldiğimiz için bugün şu memlekette her şeyi gelip benden soruyorlar. Yav ben bu memleketin ne müftüsü ne vaiziyim ne sahib-i salahiyet bir şahısım. Benim bu işte ihtisasım da yok.  Benim sözüm senet olamaz. Hüküm yerine hiç geçmez. Okuyorum bak, Yeni caminin arkasında bir bina var. Üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı Elazığ Müftülüğü levhası var ya. Oraya git diyorum. Hele sen söyle.

-: Ne yapsın? Sahib-i salahiyetten soruyor.

Hulusi Bey: Bak ha. Şimdi böyle şey söylemeye hakkım yok ki. Diyor yine sen söyle. Eeeeyy, Ya Sabır, Ya Allah. Ya Sabır, Ya Allah. Sen söyle, sen işit. Şimdi bak, ne devre kaldık ki biz o mübarek zatları sağımızda solumuzda görüyorduk, üşenmiyorduk da gidip soruyorduk, onlarda lütfediyorlardı muhtaç olduğumuz cevabı veriyorlardı, bizi tatmin ediyorlardı. Şimdi öyle bir zamana geldik ki bütün ihtiyacını başka taraflardan öğrenmek zorunda olan adam bugün geliyor, bana diyorlar ki hele sen söyle. E bilmiyorum. Yine sen söyle.

-: Bu millet bileni biliyor, Efendi kurban.

Hulusi Bey: Sende hiç koltuktan verme, ben o cihetten koltuktan almam.

-: Mesela on mesele-i şeriyye gelse, bunun sekizi imana mütealliktir. İkisi ancak fıkıh oluyor. Zaten malumaliniz bizim dairemizde iman vazifesiyle tavzif kılınmıştır. Bütün yara oradan olduğu için artık bu daireye müracaat ediliyor.

Hulusi Bey: Bu dairenin bir şahsiyet-i maneviyesi var.

-: Evet.

Hulusi Bey: Burada bir şahıs mevzubahis değildir.

-: Değildir.

Hulusi Bey: Ben dua isteyenlere karşı işte cemaatim şahittir her zaman ne diyorum? Arkadaşlar! Cemaatimizden, bizden dua istiyorlar. Hasta var, dertli var, yolcu var, borçlu var, çeşitli elemlere müptela kimseler var. Bunlar cemaatten dua istiyorlar. Gelin dua edelim. Şahsiyet-i maneviye var.

-: Efendim iki defa şu cemaatinizin duasına şahit olmuşum. Birisi aklını oynatmıştı, dua buyurdu bu cemaat, Allah şifa verdi. Birisi erken bunalıma girmişti Urfa’da geldik sakallı bu cemaatın duası, Cenab-ı Hak onu da kurtardı. Hocam buyurduğunuz gibi cemaatteki olan dua..

Hulusi Bey: Ben bittecrübe cemaatte yani duanın geçtiğine elhamdülillah şahidim. Onun için aynı şeyi başka yerlerde de aynı surette tatbik etseler. E fakat diyor efendim dua edin. Efendi dua ede ne ola. Efendi, efendiliğini ancak bu cemaatle gösterir. Cemaat olmazsa

-: Allah bu Risale-i Nurun hatırına abi, her şeyi ihsan ediyor. Bizim bir avukatımız vardı iki sene bizim davalarımızı takip etti, beş kuruş almadı, Allah rızası için, takip etmek için geldi. Bunun ailesi çocuk ters doğdu bunu ameliyatla alıyorlar. Bu da Ankara’ya götürüyor çocuk ters. Ameliyatla alınmadan başka çare imkân yok. Ankara’dan döndü geldi biz yazıhanesinde biz dedik Ya Rabbi sen ihsan et, şimdi bizim davalarımıza Allah rızası için bakmış kardaşlar böyle vardık. Böyle götürdük. Doğum zamanı hastahaneye yine röntgenliyorlar çocuk ters. Kadın diyor: “Ameliyat olmam ben ölümü kabul ediyorum, ameliyat olmam.” Bir anda Cenab-ı Zülcelal çocuğu çeviriyor, kendi kendine dünyaya geliyor. Doktorun müdahalesi bile kabul etmiyor. Kocası diyor: “Ben bunu anladım ki: bu Risale-i Nurun kerametidir, benim Risale-i Nura ettiğim hizmetin mukabilidir bu.” Allah bizi bu daireye kavlimiz, fiilimizle layık kılsın.

Hulusi Bey: İşte geçirilen numuneler gösteriyor ki: Bunda bir fazilet var. Biz bunu tutup bir kaleyi zapt eden, bir siperi ele geçiren, bir kıtanın mesela on şehit vermiş, yirmi yaralı vermiş epeyi ter dökülmüş, bir yeri ele geçirmiş. Yüzbaşı efendi aferin, sağ ol.  Ya o şehitlere ne diyeceksin? Rahmet olsun demeyecek misin? O yaralılara kazanız mübarek yüzünüz ak olsun demeyelim mi? Bir himmetle bir cemaatin, himmeti geçmiş Cenab-ı Hak da onları muvaffakiyete eriştirmiş. Allah’ı unut, işte zaten hata ettiğimiz cihet burada. Bir tek adama veriyoruz şerefi. Ya kötülük olursa bu kere onu taksim ediyoruz, bu adam ne yapsın? Maiyyeti adam değil. Bir bahane canım, bir bahane. Bir bahane, onu temize çıkarmak. Onu adeta kusursuz layuhti vaziyetine getirmek. Allah’tan başka kimsenin öyle bir vasfı. Çünkü Cenab-ı Hak hata etmez haşa. O mesuliyet kaldırmaz.

لاَ يُسْئَلُ عَمَّا يَفْعَلُ

Elhasıl; şahsiyet-i maneviye var. Ne kadar kahraman olsan, Rabbim gayet güzel açıyor, gayet güzel. Bu zamanın fesat komitelerinin karşısına bir adam ne kadar, kuvve-i manaviye sahibi de olsa karşısına çıkamaz. Şahsiyet-i maneviye ancak karşı koyabilir. O şahsiyet-i maneviye de Kur’anın nuru etrafında toplanıp oradan tefeyyüz edip bir şahsiyet-i maneviyeyi, o zalim komitelerin karşısına çıkarmakla olur.  Bu manevidir. Biz Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselamın ümmetiyiz. Bir aylık yoldan, Cenab-ı Peygamber efendimiz: “Benim korkum düşmanın kalbine şey eder, tesir eder. Bir aylık yolda. İslam ordusu nereye yönelmişse, İslamiyet şeysiyle, ilahi kelimatullah ile nereye yönelmişse düşman “Türk geliyor, Müslüman ordusu geliyor” diye titremeye başlamış.

-: Kıbrıs’ta da dershane açıldı. Rauf Denktaş’ın oğlu açtı dershaneyi. Kıbrıs’ta.

Hulusi Bey: Açtı mı?

-: Evet, Allah’ın yaptığına bak.

Hulusi Bey: Açtırır, açtırır Hak.

-: Açtırır.

Hulusi Bey:Hak tecelli eyleyince her işi âsân eder

-: Artık benim şeyimle artık Kıbrıs davası bitmiş sayılır benim nazarımda. Risale-i Nur madem oraya gitti o onu halleder.

Hulusi Bey: Hacı Ağa, Hacı Ağa Allah güzel eyler, güzel eyler. Güzel ediyor zaten. Netmişse güzel etmiş, demiyor mu İbrahim Hakkı Hazretleri? “Vallahi güzel etmiş, Billahi güzel etmiş, Tallahi güzel etmiş,  netmişse güzel etmiş, Mevla görelim neyler neylerse güzel eyler.” Ah, ah, ah. O Allah’a kul, O peygambere ümmet, bu Kur’ana tilmiz, Risele-i Nura şakirt olmak gibi şereften Cenab-ı Hak bizi ayırmasın.

-: Âmin, âmin.

Hulusi Bey: Hadi bakalım. Hacı Ağa sen ne dersen de. Ben koltuktan anlarım.

-: Haşa efendi kurban ben ne oluyorum ki size koltuktan vereyim, sizin gibi bir mübarek zata. Benim ne haddime?

Hulusi Bey:  Buyur.

-: Şöyle ki, gördüm: Bu kâinat ve küre-i arz daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Hâlbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar.

Hulusi Bey: Hiç uzağa gitmeye lüzum yok, memleketin içi, memleketin dışı.  Ha çık tepeye ha oraya. Orda belediye teşkilatı var mı? Çöp arabası oraya geliyor mu? Tepe. Fakat hep … efendiler oturuyor. Medeni insanlar, kılık kıyafet maşaallah. Kapının önü pis, sokağı pis, caddesi pis, garajı sanki o pislik bizim bizden ayrılmasına imkânı olmayan asıl malımız. O. Peki teşkilatsız Allah’a bırakılmış olan o kısımlarda hiç böyle pislik görülmüyor, kötü koku alınmıyor. Orası niye öyle, burası niye böyle? Ben hülasayı söylüyorum. İşte Cenab-ı Hak Kuddüs ismiyle orada belediye memurunu değil, kartalı gönderiyor. Böcekleri gönderiyor, kuşları gönderiyor, yırtıcı hayvanları gönderiyor. Ne kadar pislik, kir, leş kokulu şeyler varsa onları onlara temizlettiriyor, rızık oluyor onlara. Onun için memleketin insanlardan hariç olan kısımlar umumiyetle temiz. İnsanların oturduğu yerler maalesef, maalesef daima kirli kalıyor. İşte benim işaret etmek istediğim budur. Neden şu mevsimlerden istifade edip de dışarı çıkalım diyoruz? Maddi böyle pislik olduğu gibi her türlü lehviyyat, menhiyyat da bu meskûn yerlerimizde, şehirlerimizde, eğlence yerlerimizde efendi, efendi oturup, haşa huzurdan efendiliği, efendiliği değil belki dört ayaklıları bile imrendirecek vaziyete giren hallerimiz var, bu efendilerin toplu olduğu yerde. Hah. Bunların içinden çıkalım biraz da bozulmamış hava alalım. Ne zaman ki çıktık o zaman Cenab-ı Hak orda başka bir tecelli ediyor. Sanki

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَۜا

Bizi kışın o kasvetli şehir hayatının bozulmuş bir tarafını terettübten bahar âleminin gelmesi ile bizi kurtaracak bir vesile hazırlıyor. Biz sakin mahalli terk edip dağlara çıkınca Cenab-ı Hakkın Kuddüs isminin tecelli ettiği yerlerde biz de temizleniyoruz. Ruhumuz inkişaf ediyor. Benim bildiğim böyle Hacı Ağa.

-: Güzel Efendim.

Hulusi Bey: Daha bundan derinini de Hacı Sabri, elbette daha iyi bilir.

-: Abi bazen, bazı yerde Üstad buyuruyor ki muhatabım. Bu muhatab

Hulusi Bey: Avrupa değil

-: Buyur.

Hulusi Bey: Avrupa değil. Ziya Paşa değil.

-: Buyur.

Hulusi Bey: Muhatabım Ziya Paşa değil. Avrupa meftunlarıdır, o mu?

-: Onun haricinde de var. Efendim bir yerde

Hulusi Bey: Muhatabım nefsimdir diyor.

-: Efendim.

Hulusi Bey: Tilmiz-i Kur’an namına nefsimdir.

-: Evet, bir daha var. Eski talebem diyor, Hulusi muhatabım Hulusi diyor. Bu muhataptan gaye nedir abi.

Hulusi Bey: Ben onu bilmiyorum.

-: Ben Mektubat’ta gördüm bunu.

-: Bunu söylemiş…

-: Her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Hâlbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i Arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz. Zahirî bulunsa da, çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zât, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde müzahrefatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nisbetinde, temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor. Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki pâklık, safilik, nuranîlik, temizlik; mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor.

Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüzbin milletleri Arz’ın yüzünde boğulacaklardı.

-: Bir dakika o yazıyı okusun,

-: Yedinci mes’elenize bir sekizinciyi ben ilâve ediyorum. Şöyle ki:

(Mektubat Shf: 282)

Yirmiüçüncü mektub Efendim!

Yedinci mes’elenize bir sekizinciyi ben ilâve ediyorum. Şöyle ki:

            Bir iki gün evvel bir hâfız, Sure-i Yusuf’tan bir aşr, tâ تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَ اَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ e kadar okudu. Birden ânî bir surette bir nükte kalbe geldi: Kur’ana ve imana ait herşey kıymetlidir, zahiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Evet, saadet-i ebediyeye yardım eden küçük değildir. Öyle ise, “şu küçük bir nüktedir, şu izaha ve ehemmiyete değmez” denilmez. Elbette şu çeşit mesailde en birinci talebe ve muhatab olan ve nüket-i Kur’aniyeyi takdir eden İbrahim Hulusi, o nükteyi işitmek ister. Öyle ise dinle:

            En güzel bir kıssanın güzel bir nüktesidir.

-: En ne?

-: En güzel bir kıssanın güzel bir nüktesidir. Ahsen-ül kasas olan Kıssa-i Yusuf Aleyhisselâm hâtimesini haber veren تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَ اَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ âyetinin, ulvî ve latif ve müjdeli ve i’cazkârane bir nüktesi şudur ki: Muhatap geçti Efendim!

-: Oku, oku.

-: Sair ferahlı ve saadetli kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemal-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda, mevtini ve firakını haber vermek daha elîmdir; dinleyenlere “Eyvah!” dedirtir. Hâlbuki şu âyet, Kıssa-i Yusuf’un (A.S.) en parlak kısmı ki; Aziz-i Mısır olması, peder ve vâlidesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenab-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti; o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.

         İşte Kur’an-ı Hakîm’in şu belâgatına bak ki, Kıssa-i Yusuf’un hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve lezzet ondadır. Hem Hazret-i Yusuf’un âlî sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor, yine âhireti istiyor.

Hulusi Bey: Evet.

-: Efendi kurban haklımışız biz.  Biz haklıyız değil mi? Zamanın kutbu size söylüyor biz söylediğimizde haksız mıyız?  

Hulusi Bey: Ne diyor? Kardaşım şimdi o sualleri ben sordum. Yedi suali ben sormuşum. Senin, yedi sualine sekizinciyi de ben ilave edeyim, diyor. Şimdi ben imzamda, imzamı elif nokta Hulusi yazardım. O bana mektubunda Ahmet Hulusi diye yazdı. Bende öyle değil benzemek değil de bu kere imzamı tam yazdım. İbrahim Hulusi diye yazdım. Bence İbrahim Hulusi’ye cevap veriyor. İbrahim Hulusi’ye bir ders veriyor. Bir iltifat bir teveccüh eseri yok, oluyor.

-: Muhatab mevzu yani gönderdiğin mektuptan dolayı mıdır, yoksa Risale-i Nurda mı muhatab olanlar var?

Hulusi Bey: Risale-i Nura. Evet, evet. Onu inkâr etmiyorum. Çünkü Yanında şahidim, şeyde bulunduğum vakitte bir defa birinin mektubu gelmişti ona bir cevap yazacak. Dedi sen Eğridir de iken  …………………….

PDF Dosyası İndirmek İçin Tıklayınız!

 

Bir önceki yazımız olan 139) OTUZUNCU LEM'A DERS - 1 başlıklı makalemizde 30.lem'a ve otuzuncu lem'a hakkında bilgiler verilmektedir.