34) 18. MEKTUP 2.MESELE-İ MÜHİMMESİ VE 5. MEKTUP’DAN DERS-1

34) 18. MEKTUP 2.MESELE-İ MÜHİMMESİ VE 5. MEKTUP’DAN DERS-1

ADAD

Hulusi Bey

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَيْنِ الْعِناَيَةِ كَنْز ِالْهِداَيَةِ اِماَمِ الْحَضْرَةِ اَمِينِ الْمَمْلَكَةِ طِراَزِ الْحُلَلِ ناَصِرِالْمِلَلِ تاَجِ الشَّرِيعَةِ سُلْطاَنِ الطَّرِيقَةِ بُرْهاَنِ الْحَقِيقَةِ زَيْنِ الْقِياَمَةِ شَمْسِ الشَّرِيعَةِ شَفِيعِ اْلاُمَّةِ عاَلِى الْهِمَّةِ كاَشِفِ الْغُمَّةِ يَوْمَ الْقِياَمَةِ سِراَجِ الْعاَلَمِينَ.

اَللّٰهُ عاَصِمُهُ وَ جِبْرِيلَ عَلَيْهِ السَّلاَمُ خاَدِمُهُ وَالْبُرَاقُ مَرْكَبُهُ وَقاَبُ قَوْسَيْنِ مَقاَمُهُ وَالْمَعْبُودُ مَقْصُودُهُ شَمْسُ الضُّحَى بَدْرُ الدُّجَى نُورِ الْهُدَى خَيْرِالْوَرَى اِماَمِ الْمُتَّقِينَ اَصْفَى اْلاَصْفِيَآءِ مُحَمَّدِنِ الْمُصْطَفَى صَلَّى اللّٰهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ قِبْلَةِ الْعاَرِفِينَ وَكَعْبَةِ الطَّآئِفِينَ وَحَبِيبِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَعَلَى اَلِهِ وَاَصْحاَبِهِ وَ عِتْرَتِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ وَسَلِّمْ تَسْلِيماً كَثِيراً ياَ رَبَّ الْعاَلَمِينَ اَمِينَ.  

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ طِبِّ الْقُلُوبِ وَ دَوَٓائِهَا وَ عَافِيَةِ اْلاَبْدَانِ وَ شِفَٓائِهَا وَ نُورِ اْلاَبْصَارِ وَ ضِيَٓائِهَا وَ عَلٰٓى اٰلِه۪ وَ صَحْبِه۪ وَ سَلِّمْ

صَلَّى اللّٰهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ وَ آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ وَ اَتْبَاعِهِ وَ سَٓائِرِ اْلاَنْبِيَٓاءِ وَ الْمُرْسَل۪ينَ  آمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ آمِينَ

-: İbni Ömer (R.A) hazretleri anlatıyor: “Bir gün Sa’d bin Ubade (R.A) hastalığından dolayı şikâyet etmişti. Resul-i Ekrem (A.S.M)

Hulusi Bey: Neden şikâyet etsin?   اَشْكُوا بَثّ۪ى وَحُزْن۪ٓى اِلَى اللّٰهِ

-: Abdurrahman ibni Avf, Sa’d ibni Ebi Vakkas ve Abdullah ibni Mes’ud hazeratı  ile birlikte Sa’d’ı ziyarete gelmişlerdi. Hz. Peygamber onu baygın bir halde görünce “Yoksa öldü mü?” diye sordu. “Hayır, ya Rasûlallah” dediler. Hastanın çektiği  ızdıraba üzülerek ağladı, cemaat de ağladı. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (A.S.M);

“İşitmediniz mi? Cenab-ı Hak gözyaşı ve kalb üzüntüsü ile insana azap etmez. Lakin işte bunun yüzünden azap eder veya hayırlı söz söylerse merhamed eder” buyurdu.

-:

18. MEKTUP’UN İKİNCİ MESELE-İ MÜHİMMESİ

İKİNCİ MES’ELE-İ MÜHİMME: Sual: Vahdet-ül Vücud mes’elesi, çoklar tarafından en yüksek makam telakki ediliyor. Hâlbuki velayet-i kübrada bulunan başta Hulefa-yı Erbaa olmak üzere Sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Abâ olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak müçtehidîn ve tâbiînden bu çeşit vahdet-ül vücud meşrebi sarihan görülmemiş. Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübra mı bulmuşlar?

Elcevab: Hâşâ! Şems-i Risalet’in en yakın yıldızları ve en karib vereseleri bulunan o asfiyadan hiç kimsenin haddi değil, daha ileri gidebilsin. Belki cadde-i kübra onlarındır.

Vahdet-ül Vücud ise, bir meşreb ve bir hal ve bir nâkıs mertebedir. Fakat zevkli, neş’eli olduğundan, seyr ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar; en münteha mertebe zannediyorlar.

İşte şu meşreb sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârane bir şuhuda mazhar ise; vahdet-ül vücuddan değil, belki vahdet-üş şuhuddan neş’et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir.

-: Orada nakıs bir mertebe dedi.

Hulusi Bey: En ali mertebe değil yani. Öyle dedi. Anlamadık mı? Yani o zatlardan daha büyük olmuşlar mı bunlar? Olamazlar.  Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (R.A)’den daha mı büyükler? Sonra başta Ali Beyt olmak üzere Eimme-i Ehl-i Beyt’ten daha mı ileri, başta müçtehidin-i erbaa olmak üzere ehl-i içtihaddan daha mı ileri? O da değil. E ne? Öyle ise bir hikmeti var. Nedir? Zevkli olduğu için süluklarında o mertebeye gelenler o zevkten hoşlanıyorlar ondan çıkmak istemiyorlar. Onun için vahdet-ül vücud değil vahdet-üş şuhuddan diyor. 

-: İstiğrakkarane bir şuhuda diyor.

Hulusi Bey: “La meşhude illa hu” Başka yerde de var bu mesele hakkında. İkisini beraber okumalı ki vahdet-ül vücud meselesi, mesleği daha iyi anlaşılmış olsun. Herhalde en yüksek bir mertebe değil. Onlara göre noksandır, oraya yetişemez. Fakat e bu zevat ne bulmuşlar burda? Zevk bulmuşlar. Hoşlarına gitmiş. Kendilerine bazı şeyler aksetmiş. Onun için “Ben buldum” der, yeter. E nasıldır dersen bendeniz bu şeyden değil bahsettiğimiz ne ehli vahdet-i vücuddan, ne ehl-i vahdet-üş şuhuddan. ………

O kadar. Yani şu Kur’anın, şu derslerin tilmiziyiz. Bundan daha ileri bir şey yok. Onların zevke ait şeyler tatmayan bilmez. Tadarsa söylemesini bilmez, söylerse anlatamaz derdini Öyle ise bu onlara mahsus bir hali meşreptir. Tama edilecek bir yol da değildir. Hem bunda tehlike de vardır. Bunun diğer kısmında bu tehlikeden bahsedecek, belki burdada bahs edecektir.

-:  İşte şu meşreb sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise,

Hulusi Bey: Esbab perdesini yırtmış bir ruh ise,

-: istiğrakkârane bir şuhuda mazhar ise; vahdet-ül vücuddan değil, belki vahdet-üş şuhuddan neş’et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir.

Hulusi Bey: Şimdi istiğrak nedir? Lugata bakında söyleyin. İstiğrak nedir? Mesela bazı zevat varki secdeye giderler yirmi dört saat secdede kalırlar. Üzerinden namazlar geçiyor, farz olan namazlar.

-: İstiğrak: Ğark olmak, dalmak, dalgınlık, serapa kapılmak, manevi bir hal ile hayret ve taacübden bayılmak derecesine gelmek, dalgınlıkla zihni bütün bütün meşgul olmak, aşk-ı İlahi ile dünyayı unutup kendinden geçmek.

Hulusi Bey: Aşk-ı İlahi ile dünyayı unutup kendinden geçmek.

:- Güzel bir şeymiş!

Hulusi Bey: Güzel miş ama, yapamazsan? Demek ki bu yapılacak bir vaziyet herkeste olmuyor. Bazı zevat var. Bu istiğraka girer. O vaziyette işte dediğim gibi secdeye gider bir tesbih inkişaf eder. Mesela سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلَى  derken birden bire başka âleme gitmiş gibi olur. Senim başımdan geçti mi, nereye? Benim başımdan geçmedi. Şimdi Üstad diyor ki biliyorsunuz, var zaten geçiyor. “Bir defa bir namazda  سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلَى  dediğim zamanda  سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلَ nın sırrı inkişaf etti. Tam değil, biraz. Dedim ki; “Keşki bir senede böyle bir namaza muvaffak olaydım.” İşte bazı zevatta böyle bir inkişaf oluyor. Oluyor. Bazısı ondaki gelen şeyden mest oluyor. Metni de vardır bunların. Nerdeydi Mest? Okuyanlar. Bu şey incizab ve cezbe bu telvihatta mı yoksa? Telvihatta mı?

 “Binbir esma-i İlahiyenin herbirinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemal ve fazl ve kemal bulunduğu gibi, pek çok meratib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriya vardır. İşte bundandır ki: “Vedud” ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliya; Ehl-i aşkta Vedud ismi hâkimdir. “Muhabbetten yanar cümle vücudu. Eğer bulsalar vücudda hubbu Vedudu.” “Vedud” ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliya; “Bütün kâinatın mayesi, muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve cazibe kanunları, muhabbettendir.” demişler. Onlardan birisi demiş:

فَلَكْ مَسْتْ مَلَكْ مَسْتْ نُجُومْ مَسْتْ سَمٰوَاتْ مَسْتْ شَمْسْ مَسْتْ قَمَرْ مَسْتْ زَمِينْ مَسْتْ عَنَاصِرْ مَسْتْ

نَبَاتْ مَسْتْ شَجَرْ مَسْتْ بَشَرْ مَسْتْ سَرَاسَرْ ذِى حَيَاتْ مَسْتْ هَمَه ذَرَّاتِ مَوْجُودَاتْ بَرَابَرْ مَسْتْ دَرْمَسْتَسْتْ

Hepsi aşk-ı İlahiden sarhoş olmuş. Aşk-ı ilahiden gelen cezbe, cazibe ile bir nevi istiğrak haline girer, kendinden geçer.

-: Mesti bulduk efendim.

Hulusi Bey: Mesti buldun mu?

-: Mesti bulduk efendim.

Hulusi Bey: Açıkliyayım. Geçen gün üstün körü gittik. Ben bir defa yalnız gittim Üstad’ın ziyaretine. Belki yalnız olursam bir tarikat dersi alırım ümidiyle gittim. Gider gitmez hiçbirşey söylemeden kolumdan tuttu dedi: “Kardaşım ben şeyh değilim.” Hiçbirşey söylemedi. Hiç. “Ben imamım” dedi. “Nasıl İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, imamsa bende öyle bir imamım” dedi. Sonra 31. Söz yazıldı. Bende 31.Sözü Üstad için yazdım. Merhum kayınbirader yanımdaydı. O da güzel ciltledi, yaldızladı filan. Gönderdik. Bunun üzerine dedi; “ Kardaşım Mi’racı güzel yazmışsın. Beni keyflendirdin.” İşte bu şey o zaman yazdı. Bu mektubu. “Sen bir zaman bana tarikat dersinden bahsetmiştin. İşte sana şimdi beni keyflendirdiğin için sana bu mektubu yazıyorum.” O mektup o surette yazılmıştır. Yani gizli gittim güya O bu surette aşikâr etti. Bunun şimdi içindekini mi anlamadın?

-: Evet.

Hulusi Bey: E nasıl edelim şimdi?

-:

Beşinci Mektub

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Silsile-i Nakşî’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A) Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-i imaniyeden bir mes’elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim.”

Hulusi Bey: Şimdi deniyor ki: “Bu kadar ehl-i sülük var, ehl-i tarikat var. Bunlarda iman-ı tahkiki inkişaf etmemiş mi?” Böyle diyorlar. Sizde mi öyle diyorsunuz? İmam-ı Rabbani diyor ki: Evet “ Bir mes’ele-i imaniyenin inkişafını” Öyleise ona göre o zata göre. Şimdi İmam-ı Rabbani’nin kendine göre söylediği mektubatında yazdığı bir meseleyi biz nasıl hallederiz? Yine bunun müteakip sözlerinden çıkaracağız manayı. Bu surette anlamaya çalışacağız. Yoksa, hepsinde tahkiki imana götürüyor. Bunları kuvvetleştirmek mesele. İmanı kuvvetleştirmek. Zaif iman nerededir öyleyse? Eğer taklid ile gidiyorsa, anasından, babasından, hocasından, etrafından görmüş, duymuş ona göre gidiyorsa bu zatın imanı nedir? Taklididir, zayıftır. Bu zamanda taklidi olan o zayıf imanla bu kadar muannid, şeytanla bilittifak ehl-i dalaletin hücumuna maruz kalan heyet-ı içtimaiye-i İslamiye imanlarını tahkike yetiştirmezlerse; bunların atacağı şek, şüphe, şirke kadar götüren tohumlardan nasıl zarar görmeden hayat-ı maneviyelerini kurtaracaklar. Bir zaruret var orta yerde. Bu zamanda hakkaten iman meselesi çok tehlikeye girmiş. İmanı kurtarmak, yani imanı kaybederse bir adam ne kazana da ne koya o imanın yerine? Boğa olur mu onun yerine, para olur mu para? Şunun bunun iltifatı, teveccühü, şurdan burdan gelecek bir makam vaadi, bir menhusluk vaadi, bir kakanlık vaadi bu imanını kaybeden adama, o iman ziyaının yerine konacak bir meta mıdır bunlar?

-: Hayır, değil

Hulusi Bey: Bugün diyor: “Bi kere kapağı atıp büyük millet ahuruna gidersem belki partim iktidara geçer. Bende parti liderine sokulabilirsem çifte yemeden belki bi hesabına getirir beni de bir kakan yapar. İşte dünya benim oldu” ama bunun mukabilinde de imanını verecekmiş, buyur. Ne söylemek istediğimi anladınız mı? Daha bundan açık da ne söyleyeyim. Şimdi menfaat, makam, dünyaya bir iştiyak bir tavaya sap olmak, imanı 

 لآَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ  idare ederiz bununla. Böyle değil mi? Bu zihniyet var mı yok mu?

-: Var.

Hulusi Bey: Ehemmiyetle var hemde. Çok önemli iş. Ama halka: “Eğer beni seçerseniz size ne yapacağım” “Ne yapacaksın?” “Size öyle şeyler yapacağım ki şimdi tarif ile olmaz. Yalnız beni seçin.” Biri öyle demiş “ Yapacağım ki geçmişleri arayacaksınız. Ben tüy dikeceğim.” Biz de onun vaadine inanıyoruz. Şimdi nazarlarımız değişmiş. Nazarlarımız dünyaya ve dünyanın geçici şeylerine bağlanmış. İşte böyle bir zamanda iman-ı tahkiki meselesi ortaya atıyor. Bize en büyük bir zatın yani tarık-i nakşinin bir kahramanı, bir güneşi vaziyetinde olan İmam-ı Rabbani’nin bir mektubatından bahsediyor. Ne diyor: “  Bir mesele-i imaniyenin inkişafını, binler mevacid ve keramata, ezvaka tercih ederim.” Şimdi bu maddi değil. Bunlar seyr-ü sülukda olacak şeylerdir. Seyr-ü sülukda mevacid de vardır, ezvak da vardır, keramet de zuhur eder. İnsan biraz evrad ile ezkar ile uğraşsa kendisinde bir hal değişikliği olur. Birisinin kalbinde tuttuğunu biliverir. O da dayanamaz dese “Valla ben bunu içimde saklamıştım. Sende bildin.” Öyle ise pabucun büyükleşmiş biraz. “Oooo yeni mi bildin.” Bide bunu dersen bir de gurur girdi işin içerisine. Bu yoldan öyle ise O zatın tercümesi işte bu dolaşık yollarla anlatmaya çalıştığım bir hakikat var ki bu zamanda bunlara da ehemmiyet vermeyeceğiz. Ya ne yapacaz? İmanı çok kuvvetleştireceğiz ki çeşitli yerlerden Üstadı böyle o taraftan gelip de mevacide, keramata meftuniyeti var o cihetten bişeyler bekliyor. Yani ben ben diyor. Bana bişeyler gözükdü. Başkasının kalbindekini bilirim. Birinin kabrine gittiği zaman içerisindeki adama ne suretle muamele ediliyor ehl-i keşfel kubur vaziyetine gireyim. Şimdi şu zamanda böyle ehli keşiften, ehl şuhuddan olmak mı, yoksa imanı kurtarmak mı daha ehemmiyetli?

-: İmanı.

Hulusi Bey: Şimdi bu hep kendisi mi? Bir cemaatı İslamiye var. Cemaat-ı İslamiye bu mariz asırda, imansızlığa götüren maraza müptela bir vaziyet var. Şimdi bir mahallenin bir tarafından ateş çıkmış. Bir takım evler tutuşmuş yanıyor. Beriki de diyor ki bana daha beşyüz metre mesafe var. O ateş bana gelinceye kadar ben evin haricini boyamakla meşgulüm. Süslü boyalar, cazip bir renk vermek istiyorum. Herkes desinki “Filanın evi, hakikaten çok emek çekmiş. En güzel boyalarla boyamış. İnsan bakmasına doyamıyor.” Yine benim diyoruz. Benim evime netsinler? Şimdi ortaya da bir meslek atılmış. Buna meslek-i imani ve Kur’ani diyorlar. Şu zamanın iman ve Kur’an ehline de deniyor ki efendiler اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ diye bir ayet var. Onu biliyor musunuz? Amenna, ne bilmiyoruz. Şimdi şu ümmetin içerisine böyle bir dert girmiş. Uhuvvet ehemmiyete alınmıyor. Herkes kendisini kurtarmaya çalışıyor. Bir mevki bir şey kazanmak istiyor. O kardaş mümin kardaşını sevmeli midir? Mümin kardaşını sevmelidir. Sevmelidir ama neyleyeyim sevmek alameti nedir? Ona şu zamanda lazım olan imanını kuvvetleştirmek olduğunda ittifak ettik. Öyle ise onun imanını kuvvetleştirecek derslerden, meselelerden ona bahsedelimde onu şey etsinler. Onun için yanlış anlamaya lüzum yok. İşi bu vaziyetten mütalaa edersek bu cepheden iş anlaşılır. Yani öyle bir zamana gelmişiz ki herkes kendi nefsini kurtarmak değil, belki şu ümmet cemaat halinde olursa ancak kendisini kurtarabilir. İşte

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَة “Müminler birbirinin kardeşidir.” Kardeşse, kardeş kardeşi sevmelidir ve sever. Sevmesi lazımdır. Sevgisini onun en değerli malı olan imanını tehlikeden kurtarmakla göstermelidir. Bende ne var ki göstereyim. Ne sende var ne bende var ama bize Cenab-ı Hakkın nasib ettiği bir imanı kurtaracak, kuvvetleştirecek bir ders verilmiş. Bu dersi kat kat sarıp koynumuza mı koyacağız yoksa açıp müşterilere burdaki hakikatlerden bahs mı edeceğiz? İşte mesele burda. Uhuvvet bunu iktiza ediyor. Kardaşını sevmenin alameti; kendisi için istediği şeyi yahut kendi yarasına merhem olarak bulduğu şeyi kardaşına da tavsiye etmek. Ben bundan çok istifade ettim. Sende istifade edersin göreceksin, bu zamanın fitnesine karşı, fesadına karşı kendini kurtarırsın imanını kurtarırsın. Kendisi söylemek iktidarında değilse deyin ki; “Evet bak şurda birkaç zat bir araya gelirler. Bazı zamanlarda bir ders-i Kur’ani okurlar. Git oraya. Ne ol? Dinleyici ol.” Şimdi Hz. Peyamber (A.S.M)’ın bir hadis-i şerifi var. Orda diyor ki; “Ya âlim ol, ya müteallim ol veyahut müstemi ol. Dördüncüsü olma ki helake gidersin.” İşte burada bizim öyle filan efendi maşallah âlim. “Men gale inni alimun fe hüve cahilun” böyle yok. Fakat elimde iman-ı tahkiki dersleri var. Eğer onu anlayarak bir sene okursa bu asra göre, bu zamana göre âlim denecek yani “Bir bilgi sahibi, dini bir malumatı vardır.” denebilir.  Elimizde böyle bir eser var. Buna davet edeceğiz. Şahsa değil! Şahsa değil! Bize miras kalmış olan ve bu yaramıza merhem olduğu bittecrübe sabit olan derslere çağıracağız. Eyyühe ihvan! Buyrun. Dinleyin. Okuyun. Anlamaya çalışarak okuyun ve dinleyin. İstifade edersiniz. İmanınızı tehlikeden kurtarırsınız. Duyduk duymadık demeyin Bu hakikati size duyuruyoruz. Çünkü;

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ

onları islah etmek ne oldu? Ayakları kaymak üzereyken onların, o kaymaktan kurtarmak lazım. Galiba bu dersin sonuna kadar gitsek sana bundan daha fazla bişey de söyleyecek istidadım yok. Ma’mafih biraz oku bakalım. Hoca efendi neresini anlamamış. Yahut neresini anlamak istiyor.

-: Efendim velayet diyor üç kısımdır. Velayet-i suğra..

Hulusi Bey: Tamam. Birincisi farz, ikincisi vacib, üçüncüsü sünnet. Velayet-i Kübra var ki doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet tarikiyle gelecek. İşte İmam-ı Rabbani’nin işaret etmek istediği velayet budur. O farz. İmam-ı Rabbani 970 hatırımda tamam kalmamış o senelerde dünyaya gelmiş. 1030 senesinde küsuru vardır belki, irtihal-i dar-ı beka eylemiş. Benim anladığıma göre İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruk-i (R.A) müceddid-i elf-i sani o zat ahir ömründe burda geçiyor ya “Ahir zamanında buraya süluk etmiştir” diyor. Tarik-i nakşinin bir kahramanı fakat demekki ikinci elfe bakan tarafında ahir vaktında neye sülük etmiş?

-: İman hakikatlarının inkişafına.

Hulusi Bey: Bunu daha ehemmiyetle tutmuş. Demek şu ikinci binde müceddidlik şeysininde ikinci elfe bakan tarafı var. Birinci elfde, elfin sonunda doğmuştur. Tarik-ı nakşinin bir kahramanı, bir güneşi vaziyetindedir. İkinci elfin başında da o şeyi devam ediyor. Fakat sonunda bir lütf-u İlahiyle ahir vaktinde tahkik-i imana yöneliyor. Ve bunu o zamanında söylemiş. Ne demiş. Yani bu zat şimdi alelade bir adam değil. Bir tarikatte eğer kıymet verirse, değer verirse nuru olduğuna dair bir vasıf onun hakkında söylense güneştir o. Tarik-i nakşinin bir kahramanı olan İmam-ı Rabbani (R.A) mektubatında ne demiş: “Bir mesele-i imaniyenin inkişafını binler mevacid, ezvak ve keramata tercih ederim.” Süluk eden tarikate giren kendisinde bu gibi haller yalnız kendisinden ha, yalnız kendisinde böyle bazı haller, bazı zevkler olmasını istiyor. Kim derse ki ben istemiyorum, yalan. Onu ister ve onun için ordadır. Mürşidi de onu daima murakabe altındadır. Murakabesi altında tutar. Onun dersini daha ilerletmek iktiza eder. Yoksa dersinde devam ettirir. Senelerce çalış. Cenab-ı Hakkın lütfu, cezbi olmazsa mürid ile de iş görülmüyor. Binler hicabdan, perdelerden geçmek lazım. Şimdi şu zaman nasıl bir zaman? İlk zamanda söylediği sözü söylüyorum. Bu zaman inziva zamanı değil. İnziva zamanı değil, cemaat zamanıdır. Bizi bir araya getirmek için söylenmiş en baştaki söz. Eğer öyle olmasaydı sizin benimle temas edemezdiniz.

O da yetmiyor burada eğer şeyine kalsaydı İlahi bir ikaz ve irşad olmasaydı O da istiyordu ki kendi nefsini, bundan sonraki mektupta geçiyor. Yani “ Sözleri ve sizleri tevkil etsem vazifem bitmiş midir acaba? Doğrudan doğruya şahsi kemalatıma çalışsam, ahiretimi kazanmaya hizmetimi onda teksif etsem” bu mektubu da merhum Eğirdir’de Tığlı Hakkı ile bana hitaben yazmış. Hepsi gitti.……… Onun için bize yazdı. Hakkı Tığlı merhum benden yaşça büyük. Ben mektubu ona verdim. Dedi “Cevabını sen yaz” Velhasıl birkaç gün mektubun cevabı gecikti. Ben ona veriyorum o bana veriyor. “Cevabını sen yaz”. Nihayet Cenab-ı Hakkın inayetine istinaden Cenab-ı Hak ne lutfetmişse, kalbimize kalemimize ne geldiyse onu yazdık, cevap olarak gönderdik. Lahikalarda var. Lahikalarda olacak. Benim gösterdiğin deliller kuvvetli diyor. Fakat omuzlarım zaif. İster istemez kardeşim……      Bu beşinci, altıncı mektuptan sonra ne kadar geçti. Ne kadar hakikatler bu ümmetin şiddetle ihtiyacı olduğu şeylerden ondan sonra daha ehemmiyetle bahsediyor. Demek ki hizmeti bitmemişti bilhassa ihtilat halinde olduğumuz için “Acaba yazılan sözler ihtiyaca kâfi midir? Vazifem bitmiş midir?” bizden soruyor, istişare ediyor. Bizde dedik “ Sizi bu işte istihdam eden kimse eğer vazifeniz bitmişse O size söyleyecek, sizi bu vazifede istihdam ediyor.

PDF Dosyasını indirmek için tıklayınız!

Bir önceki yazımız olan 33) RİSÂLE-İ NUR ŞÂKİRDLERİNİN İÇ HİZMET TALİMATI DERS - 2 başlıklı makalemizde İhlas hakkında bilgiler verilmektedir.