11) HULUSİ AĞABEYİN AHMET FEYZİ ABİ İLE SOHBETİ (2)

11) HULUSİ AĞABEYİN AHMET FEYZİ ABİ İLE SOHBETİ (2)

ADAD

Hulusi Bey

HULUSİ AĞABEYİN AHMET FEYZİ ABİ İLE SOHBETİ (2)

 Ahmet Feyzi Abi: O da veriliyor, o da veriliyor. Hiç birbirine siyakı sibakı uyuyor mu, biri diğerini tutuyor mu, böyle bir şeyler yok. Nihayet gönderiliyor, bundan Meyve Risalesi.. Bugün Meyve Risalesi’ni okuduğunuz zaman ondaki azamet-i ifade karşısında insan dona kalır! Biri de böyle yazıldı, ben bunu gördüm. Sonra, daha garip bir şey var…

Hulusi Bey: Hani görmedik diyorsun ya!

Ahmet Feyzi Abi: Barla’da görmedim canım. 6 eserin bu şekilde bütün imkânsızlıklar, memnuniyetler içerisinde eser yazılıyor. Dışarıya çıkmasına imkan, ihtimal yok! Bu eserlerin hepsi de dışarıya çıkıyor, dışarıya çıkıyor, dışarda neşrediliyor! Neşrediliyor efendiler! Arkadaşlar, biz ona şahidiz. Dışarda da onlar neşrediliyor. Hatta, bir gün bir tek pusula yakalanmış, pusula! Afyon’da. Bu pusula için öyle tahkikat yaptılar, bu tahkikat yapılıyorken, o bizim büyük Afyon müdafaası, bilmem neler dışarıya çıktı, hiç onlara birşey olmadan dışarıda da intişar etti! Ve neşredilenlerden de bir nüsha temyiz baş müdde-i umumisine verildi. Öyle olduğu halde o ağır ve şiddetli hücumu olan o müdafaa olmasına rağmen başmüdde-i umumi benim beraatimi talep etti! Bu harikulâdedir canım, görülmemiş şey. Yani ben Bediüzzaman Hazretleri’nin en az yüzlerce kerametine, zahir kerametine şahit olmuşumdur. Fakat, en küçük böyle bir keramet zuhur etti mi, hemen reddeder: “Hizmetin Kerametidir. Nur’un kerametidir. Benimle alakası yok.” Bir gün, neyse kusura bakma bana, istidracen söyleyiveriyorum. Emirdağ’ına gittim, Emirdağ’ında ben Mehmet Çalışkan diğerleri gittiler, benim geldiğimi, hemen aldı beni, ziyaret ettim. Okşadı, mokşadı. En sonra şöyle dedi: “Kardeşim şey tutumlu, sen bugün behemehal git burdan. Zira buranın kaymakamı çok münafık, bir hadise çıkarma ihtimali var”. Bir an evvel emrini aldık. Çıktık biz. Mehmet Çalışkan’ın dükkanına vardık. Onlar yemek hazırlamışlar, falan. Siz, dedim, yemek yediriyorsunuz bana ama ben, dedim, emir aldım, dedim dönecem mecburen derhal şeye bakın dedim. Vasıtaya bakın falan. Ohoo dediler. Vasıta bir defa geliyor buraya dediler, o da gitti dediler. Senin hususi para filan varsa dediler, hususi bir taksi tutalım, gönderelim. Nerde Hacı Ahmed’de kav çakmak? Netice itibariyle

-: Haberim yoktu abi

Ahmet Feyzi Abi: O gün burda dediler, bugün mecburi kalıyorsun. Aman dedim, duyar filan, eder de dedim, ne hale geliriz sonra dedim. Hiç dedim şey yapmamak şartıyla, biz seni göstermeyiz dediler. E ikindi oldu, ikindi oldu camiye gideceğiz. Aman dedim. Beni yakın yerlerde geçirmeyin de, kenarlardan sapa yerlerden dolaşalım, camiye gidelim. Onların bir büyük camisi var. Götürdüler. Camide namaz kıldık, falan ettik. Yine saklı yerlerden döndük, bir an evvel Mehmet Çalışkan’ın evine kapandık. Orada misafir kalacağız, gayri başka yolu yok. Ertesi gün gidilecek. Evine kapandık, neyse akşam Allah ne verdiyse yedik, içtik. Misafirler gelmeye başladı. Gelen doldu, gelen doldu, ne kadar hakimi ondan sonra efendim, şusu busu hep yüksek tabaka doktoru bilmemnesi geldiler. Şimdi tabi bunlar hep müdakkik vaziyetinde. Boyuna bana kabir suali sormaya başladılar. Şimdi biz o gün gece yarısına kadar öyle bir fütühat geldi, hiç aklıma gelmeyen şeyleri de orada inayet-i ilahi ile onlara söyledim. Artık oh dediler, bu gece tam doyduk dediler, bütün müşküllerimiz halloldu, falan dediler. Gece yarısından sonra onlar dağıldılar. Biz de tuttuk, gece yarısı namazı kıldık, yatağı yattık. Sabah namazına kalktık, namaz kıldık. Hemen dedim ben bir an evvel gitmemin çaresine bakayım. Ah! Üstad’ın hizmetçisi derhal geldi. Zübeyir, jandarma. Ah! “Kardeşim” dedi “Üstad Hazretleri sizi istiyor.” dedi. Eyvah, yandık dedim şimdi . Mehmet Çalışkan’a dedim. Kalk bakalım, suç senin, beni gördermeyen sen. O da bana korkma sen dedi bana. Vardık, neyse ben vardım önüne diz çöktüm, oturdum. Mehmet Çalışkan ayakta, o da oturdu. Hiç bize niçin kaldın, niye gitmedin, bir şey demedi. Şöyle, kaşlarını şey etti. “Kardaşım” dedi “Bu gece kalmaklığınız çok isabetli oldu.” dedi. Gece dinledin mi mübarek orada konuşulanları? “Çok isabetli oldu” dedi. Ondan sonra biraz bize daha neler söyledi, şey etmiyorum. Yani o gece yapılan sohbet, aynen sanki telkin edildi, tasarruf edildi. Biz buna benzemez neler gördük kardeşim. Yan, ne hadiselere şahidiz. Hiç bir zaman Üstad’ın karşısına gidip de bir şey gönlünden geçer de sen daha ağzını açmadan onun cevabını almamak imkanı yoktu. Ben Üstad Hazretlerini yanında bir de, İstanbul’da, şey istinsah ettik, Asây-ı Mûsa’nın Arapçasını Abdülmecid Efendi tercüme etmiş de Üstad Hazretleri Mehmed Feyzi Efendi’ye haber göndermiş. O da hastalığını şey yapmış. Ben de o zaman Ankara’daydım. İstanbul’dan birisi geldi, biz hoşbeş sorduk, benim de İstanbul’a falan gitmeye maddi gücüm müsait değil. Üstadın canı çok sıkılıyor dedi. Hayret ne var ne için dedim. Şeyi dedi istinsah ettirecek, Asây-i Musâ’yı. Mehmed Feyzi Efendiye haber göndermiş, o da ben hastayım demiş. E Arapça’yı herkes yazamaz ki, az çok Arapça’nın imlasını tam vakıf olarak yazmak lazım. Ben İstanbul’a falan gitmekten çekiniyordum. Şöyle bir düşündüm. Eee dedim Ahmet, sana bir vazife düştü, bu vazife senin dedim. Derhal gidip bu yazıyı yazacaksın. Arkadaşlar, Sungur da oradaydı o zaman. Sungur’a dedim ki kardeşim dedim ben İstanbul’u, aman dedi ne çabuk karar verdin. Eee dedim vazife bize düştü herhalde bizim gitmekliğimiz lazım dedim. Ama ben Hüsnü’yü de götüreceğim dedim. Ağabey sen bilirsin, istediğini yaparsın. Ertesi gün hemen gittiler bunlar, bilet aldık şeyden tabi kendi paralarımızla alıyoruz, otobüs bileti aldık. O zaman İstanbul’a Ankara’dan 10 liraya gidiliyordu. Paranın ehemmiyetine bak. Trenle falan gitmek bizim için mümkün değil. Neyse bizi uğurladılar. Bindik şeyden, o hergele meydanından yola çıktık. Yolu epeyi gittikten sonra Hüsnü dedi ki bana ağabey dedi dedi, şimdi biz dedi oraya gece yarısı varacağız dedi. Bu otobüs Sirkeci’den falan şeye Reşadiye Oteline Fatih’e varıncaya kadar gece yarısını geçecek dedi. Üstad’ın ordaki kardeşlerde evlerine gidecek dedi, bizi de Reşadiye Oteline kimse almaz dedi. Biz orada meydan da kalacağız dedi. Gayri ihtiyarı kardeşim merak etme, bizim burdan gittiğimizi söylerler ama dedim. Hiç kim söyleyecek bizim ne gittiğimizden haberi kimsenin var, ne geldiğimizden. Neyse biz dediği gibi şeye vardık, Üsküdar’a vardık. Üsküdar’da araba vapuru git gide bize sıra gelinceye kadar gece yarısını geçti. Gece yarısı Sirkeci’ye vardık. Hemen alelacele indik bir taksi tuttuk. Hücum şeye Fatih’e. Ben eskiden İstanbul’u bilirim. Şehzâdebaşı’ndan geçiyorken Hüsnü dedi ki ağabey, kardaşlar geçiyor. İn in dedim in, çabuk yakala onları. İndi, koştu onları yakaladı. Onlar da benim geldiğimi duyarak koştular, geldiler falan, sarmaştık falan ettik. Ben İstanbul’a biraz bir şeyler götürmüştüm. Onları koltuklarına aldılar. Şimdi onların yerine, yani Süleymaniye’deki o şimdiki malum eve gitmeye başladık. Eve vardık, oturduk moturduk. O şimdi Almanya’da bulunan Abdülmuhsin kardeş gülmeye başladı. Ne gülüyorsun falan dedim ben. Sorma dedi, biz hiç bu yoldan geçmiyorduk dedi, Şehzâdebaşından. O gün dedi ki hadi bugün de bu yoldan gidelim, dedik dedi. Tabire bak şimdi. Sonra dedi, daha garip bir şey var dedi. Ne o dedim. Üstad Hazretleri bugün bize tutturdu dedi, ekmek alın bana demiş. Canım, Üstadım bizim ekmeğimiz çok işte, sana bunun bir tanesi 10 gün yetiyor. Ekmeği aldırıp da ne yapacaksın? “Yok, yok, alın! Sizin aklınız ermez, misafir olur, falan olur” demiş. Zorla bunlara ekmeği aldırmış. 3-4 tane. Orda efendim. Şimdi ekmek İstanbul’da o zaman vesika ile bulunmuyor. İmaretten falan talebelerden alıyorlar. Onlar yumurta mumurta yaptılar, tıka basa doyurduk karnımızı, şey tabiriyle. Gülmeye başladı, bugün dedi, Üstad, böyle böyle yaptı meğer siz gelecekmişsiniz dedi filan. Neyse ertesi gün sabah oldu, otele gittik, Üstad Hazretlerine benim gittiğimi haber verdiler, kabul etti Abdülmuhsin dedi ki efendim dedi, dün bize ekmeği boşuna aldırmamışsın, ekmeği aldırdın falan. “Sus” dedi, “Bir şey yok onda” dedi. “O” dedi “Hizmetin kerametidir. Bize ait bir şey falan değil” dedi. Onu bir azarladı. Neler gördük, neler, neler! Arkadaşlar onun için, ne yapalım bu hakikatleri mezarda söylemeyeceğiz. Onlara sizlere beyan etmek vazifemizdir. Ben şuna inanıyorum ki, bugün ağabeyimizi de konuşturduğumuza göre, bu ümmet-i Muhammed’i Kur’an’ın hakikatlerine eriştirmek sureti ile yeni baştan iman ve hidayet yollarına ki, içinde bulunduğumuz gibi sevk edecek asli vazifedarın peşindeyiz. Ben bu kanaatteyim. Ama bu kanaat bana ait olabilir. Ben kimseyi bu kanaate iştirak etsin demiyorum. Ama bildiğim samimi bir hakikati

Hulusi Bey: Tamam tamam, sen de öyle söyle bende söyliyeyim. Şimdi biz uzaktayız. Mesela Isparta-Emirdağ eski ölçüyle baksak bir aylık mesafedir. Mektup yazmadan, orada beni düşündüren meselenin cevabını ekseriyetle o gün gelen bir mektupla almışımdır.

Ahmet Feyzi Abi: Tamam, Bediüzzaman bu zat.

Hulusi Bey: Sonra hadi geçtik amma onu da açıklayayım, dün Mustafa Bey’e anlattım. Tunceli Harekatı 1942’de yapıldı, vaziyet çok ehemmiyetli, fakat izharı zor. Bilfiil muhaberemizde, o sırada dikkat çekiyor. Mektup kesilmiş vaziyette. Tunceli Harekatı’na gideceğiz. Türkçesi imha üzerine gidiliyor. E benim de bu iş aklıma yatmıyor, fakat bu hissimi açığa çıkarmama imkan yok. Hiç kimseye emniyet edip söyleyemiyorum, bir düşünce içerisindeyim. Bir yerde bulunuyoruz, babam sağ rahmetlik. İşte başka büyüklerde orada bulundular, onlarla görüştük, hayvana bindim. Baktım evde bizim hizmet eri koşuyor, durdum, bir zarf, derhal açtım. Kastamonu Lahikası’nda geçer, fakat şu vaziyeti ancak söyledikten sonra onu okursanız o zaman hakikat anlaşılır. Şimdi şöyle diyor. Abdülmecid Efendi mektuba hiçbir şey yazmamış, aynen zarfı değiştirmiş, bana göndermiş. Abdülmecid Efendi göndermiş. İşte, selamdan sonra “Hulusi’nin bir hüznü, bir gailesi var olduğunu hissediyorum. Merak etmesin. Risale-i Nur şakirtlerine inayet ve rahmet-i İlahiye nezaret ederler. Dünyaya ait meşakkatler madem sevap verir geçerler, o musibetlere karşı sabır içinde şükr ile metanetle mukabele edilmek gerekir. Sen ve Hulusi bütün dualarında ve kazançlarında berabersiniz. Said Nursi.” Şimdi bunu okudum. Yani bana dünyayı verselerdi o kadar bir sevinç, öyle bir emniyet hasıl oldu ki bana, öptüm, başıma koydum, koynuma koydum. Yine de kimseye bir şey söylemedim. Elhamdulillah verilen vazife gayet çetin ve mutlaka ağır, kanlı bir vaziyete girmek şeysi var fakat Cenab-ı Hak öyle siyanet etti.

Ahmet Feyzi Abi: Elhamdülillah

Hulusi Bey: Öyle siyanet etti ki kirlenmeden o badireden kurtardı.

Ahmet Feyzi Abi: Evet

Hulusi Bey: En çetin vazife içinde mutlak şey yapmak yani eli bulaştırmak imkanı var, sonra mesul mevkinde. Neyse buda böyle. Evet şimdi yine kendi sözüne geleceğim, yine Barla’dayım. Kur’an’ın bütün surları yıkılmıştır, Kur’an tek başıyla kendini müdafaa ediyor. Bu sözün manası, kanaatim Kur’an’ın bütün surları yıkılmıştır. Kur’an’ın surları şunlardır: Dini tedrisat yapan medreseler ve mekteplerdeki din dersleri, nihayet tarikat yönünden camilerin arkasındaki “Allah Allah” diyenlerin toplandığı yerlerin kapanması, en büyük musibet olarak başımıza gelmesi, huruf-u Kur’ani’nin yasak edilmesi Şimdi Kur’an’ı, malumunuz kıble duvarına asmak, atlas kaba koymak, atlas kılıfa koymak, kıble duvarına asmak, Cuma akşamları da ölülerin ruhuna Yasin-i Şerif’i okumak için mi kullanacak? Öyle mukaddes bir kitap, işte o mübarek kutsi kitabın, Kelamullah’ın şu asra bakan ehemmiyetli manasına işaret ettirecek İmam-ı Rabbâni, İmam-ı Gazâli derecesinde bir zat vazifedardır. Ve o vazifenin icabını hepimizin bildiği gibi en ağır şartlar altında, daima hayatı tehlikede olarak bu vazifeyi yapmak sureti ile geçirmiştir. Bunun için fazla söz söylemeye zannederim hiç ihtiyaç yoktur.

Ahmet Feyzi Abi: Şimdi burada bir sual var, kusura bakma. Niçin bu kadar mühim bir vazife Ümmet-i Muhammed’e İslamî hakikatlerin yasak edildiği bir zamanda en büyük hakikatleri izhar etmek üzere bir Bediüzzaman memur edilmiş? Bunu, bu tahsis, buna bu vazife, bu tevcih niçin bir seyyide, çünkü âhir zamanda ümmet-i Muhammed’i kurtaracak bir seyyid olacak, Peygamber’in sülalesinden olacak; böyle bir zat hakkında beşaret varken, öyle bir zat görmüyoruz da, mahiyeti meçhul olan, nesebi meçhul olan bir zatın vazifedar olduğunu müşahede ediyoruz? Bütün dava burda. Kafalarımızda hasil olan, yani şeyler, soruların merkez-i sıkleti bu.

Hulusi Bey: Peki şimdi siz o mektubundan haberdar değilsiniz öyleyse?

Ahmet Feyzi Abi: Değilim.

Hulusi Bey: Bir mektubunda öyle buyurmuş ki “Hazreti Peygamber’in âl’i ikidir. Biri nesebi âl, diğeri onun getirdiği ahkâm-ı şeriyyeye tevfîk-i hareket edenler”. Evvela kat’i surette bilmiyoruz ki yani neseb-i Al’e mensuh değildir.

Ahmet Feyzi Abi: Yani mensup olması muhtemeldir diyorsunuz, öyle mi?

Hulusi Bey: Yani kat’i biz bilmiyoruz. Fakat mensup olması muhtemeldir.

Ahmet Feyzi Abi: Vazifesinin ehemmiyeti buna şehadet etmez mi?

Hulusi Bey: Şimdi bunlar üzerinde, zannederim fazla mütalaa yürütmek hiçbir şey getirmeyecek.

Ahmet Feyzi Abi: Gözlerimiz kapalı kalacak!

Hulusi Bey: Biz şimdi bize bıraktığı miras üzerinde kafamızı çalıştırıp istifade etmenin çaresine bakalım.

Ahmet Feyzi Abi: Peki. Kusura bakmazsan, bir sual daha soracağım. Bu davaya inanmayanlar şöyle diyorlar: “Siz Bediüzzamana çok fazla değer veriyorsunuz. Bu adam ne getirmiştir? Bu adam, bu zat bir takım dini eserler yazmıştır. Bu nevi dini eserleri de birçok İslam alimleri de yazıyorlar. Bunlardan bunların ne farkı var ki bunda bir hususiyet görüyorsunuz? Bu da alel-ıtlak bir din alimidir, eserlerine mucize diyorsunuz, Kur’an’ın mucizeleri diyorsunuz. Sırr-ı icâzından tereşşuh etmiş diyorsunuz, Diğer bütün İslâmî eserlerde Kur’an’ın hakikatlarını ifade için yazılmış olan ilmi cihetlerden başka nelerdir? Bundaki hususiyet nerden icap ediyor? Bunun bu husustaki buna değer izafe etmesi biraz da guluv veya hüsnüzanda fazla ileri gitmek değil midir?” diye bunu söylüyorlar.

Hulusi Bey: Yani insan sevdiğini nazar akseder, kusurunu görmez, görmek istemez bu noktayı mı sözü getirmek istiyorsunuz?

Ahmet Feyzi Abi: Gayet tabii canım. Halk böyle diyor.

Hulusi Bey: Yani siz sevginin mağlubu olmuşsunuz. Bu kadar sevilmeye, onların sözünü söylüyorum sizin değil

Ahmet Feyzi Abi: Evet, evet yani diğerleri de o nisbette tebşire şayan olmasa bile onlara benzemektedir.

Hulusi Bey: Şimdi o zat bidayet-i ömrünü başka türlü geçirmiş. Kendisi kendi nefsi için dediği “Ey medhe düşkün, şöhrete müptela” gibi tabirleri kullanıyor. Şimdi hakikatte kendisi bunun talibi değil, istemiyor. İstemediği halde bir şöhret kazanmış. Bediüzzaman ismini babası koymamıştı, bunu şeyhülislâm benim bildiğim Musa Kazım Efendi ona bu ismi vermiş. İstanbul’a gittiği zamanda bir kere daima mucip mevkiinde kalmış, sual sormamış.

Ahmet Feyzi Abi: Sail değil.

Hulusi Bey: Daima cevap vermiş. Şimdi onun da sebebini şöyle beyan eder. Diyor ki: “Ben onların hocalığından şüphe etmiyorum. Fakat onlar bana hocalığı layık görmüyorlar. Onun için ben yalnız cevap veriyorum”. Bütün cevaplarına harika bir tarzda, bütün suallerine cevap verdiğinden dolayı artık ona Bediüzzaman ismini vermişler, fakat sonunda ne yaptı? “Bir zaman bana Bediüzzaman derlerdi. Bediüzzaman da Risale-i Nur olduğu tahakkuk etti!”

Ahmet Feyzi Abi: Yani kabul ediyoruz.

Hulusi Bey: Demek ki şu zamana Bediüzzaman, bu zamana göre Risale-i Nur, Bediüzzaman vasfına layıktır. Peki onların dedikleri gibi düşünelim: Bir fakirden, yani böyle bir silsile-i sâdâttan olduğu kat’i surette bilinmeyen bir zattan böyle kıymetli bir eser geldi diyelim. Peki bir mislini getirsinler bakalım. Sonra tecrübe edenlerin şeyine bakalım, birçok gençleri dinliyoruz. Mesela aynen şöyle konuşuyorlar: “Ben böyle bir genç değildim!” Bunu hakim huzurunda söylüyorlar: “Hakim bey ben ipsiz sapsız bir genç idim. Şu Risale-i Nur dairesine girdikten sonra insan oldum.”

Peki bir şeyin kıymeti eserinden anlaşılır değil mi? Madem ki böyle kıymetli bir netice bu eserlerde var, sonra tatbikata gelelim. Gördüğümüz şeyler ilk defa Risale-i Nur dairesine girmiş ve bir gün kaderin sevkiyle bir sohbet esnasında bulunmuş, ertesi gün bana pek çok kimselerin müracaat ederek bu gece Üstad Hazretleri’ni rüyamda gördüm. Bir defaki sohbetten, dersten hemen Hazreti Üstad’ın rüyada görülmesi ona bir kuvvet veriyor. Bu iş evet beklediğim biridir ve benim manevi derdime derman olacak eser budur diyor. Yani eser budur diyor. Onu kendisine artık o şevkin şeysi içerisinde sarılıyor, hizmette bir fert olarak devam ediyor. Biz bu noktalara bakıyoruz. O da kendisini zaten çekiyor şeyden, hani hediye bahsinde dediği gibi; mezhebimizce en muteber imam olarak İbn-i Hacer-i Askalani diyor ki: “Sana selahat niyetiyle verilen bir şeyi eğer salih olmazsan almak haramdır. Eğer salih olduğunu söylersen yani ben salihim dersen o, selahatin ademine delildir, alamet-i gururdur.

PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız.

Bir önceki yazımız olan 10) HULUSİ AĞABEYİN AHMET FEYZİ ABİ İLE SOHBETİ (1) başlıklı makalemizde ahmet.feyzi.kul ve Hulusi.bey hakkında bilgiler verilmektedir.