10) HULUSİ AĞABEYİN AHMET FEYZİ ABİ İLE SOHBETİ (1)

10) HULUSİ AĞABEYİN AHMET FEYZİ ABİ İLE SOHBETİ (1)

ADAD

Hulusi Bey

 HULUSİ AĞABEYİN AHMET FEYZİ ABİ İLE SOHBETİ (1)

Ahmet Feyzi Abi: Bir câmia-i İslâmiye, hepsi musalli, hepsi muvahhid, hepsi sünnete riayet etmeye gayret eden, sâdık bir zümre-i müslimîn zuhur etmemiş. Bu zât da nihayet eser yazmış. Eserlerini okumuş, ve okutmuş, eserleri Kur’an-ı Kerim’in esrar ve meânisine müteallik. Diğer mütefekkirlerin, âlimlerin, hocaların da böyle olduğu halde bu zâtın bu kadar rağbete mazhar olması, elbette buna yapılan inayât-ı İlâhiyenin çok fazla olduğuna bizim aklımızı ikna ediyor. Deminden beri de bahsettiğimize göre; Nur risalelerinde başkalarında görülmeyen fakat tartıya, ölçüye gelmediği halde insanın hiss-i seliminin takdir ettiği bir müstesnalık var. Hadi fevkaladelik demeyelim; onun tabiriyle “Kur’an’ın bu asırda zuhur etmiş bir mucize-i manevisi” de demeyelim. Belki bunu, dışarıya karşı büyük bir iddia olarak şey yapabiliriz. Fakat, bu derece kıymetli âsar ve kendisinde sünnet-i seniyyeye harfi harfine riayetteki bu derece tevfik, ne için böyle sâdâttan olmayan, hasebi nesebi belli olmayan, bizce meşhud olmayan bir zâta verilmiş; âhir zamanda bu kadar mühim bir vazifenin başarılması, iman kurtarmak, büyük bir milletin imanını tehlikeden siyanet etmek gibi ağır ve mühim bir vazife verilmemiş de, niçin esas vazifenin sahipleri olan sâdâttan bir zat çıkmamış? Sonra diyor ki “Biz ileride gelecek olan bir zâtın yapacağı vazifeye ihzârat yapıyoruz.” Demin buyurduğunuz gibi…

Hulusi Bey: Evet.

Ahmet Feyzi Abi: Amma diyor akabinde de “O zatlar gelecek, bu eseri program yapacak” diyor. Programı hazırlayan mı muktedâ-bihtir, programı tatbik eden mi? Tatbik eden mâdumdur, ne kadar yüksek olursa olsun. Demek bu zât, âşikâr diyor ki “Bu eseri tatbikle mükelleftirler, memurdurlar!” Ee, bu eseri vücuda getiren ortaya koyan bir zât mı metbudur, yoksa sonradan gelen alel-ıtlak bir tatbikatçı mı? Bu itibarla bizim, kendisini ne kadar setretse, mâhiyetini gizlese de, bizim bu zât hakkındaki haklı hüsn-ü zannımızın hiçbir mantıkla, hiçbir şekilde sarsılmasına imkan olmuyor. Bunun için, biz ilerden beri, sonra bütün sâdâtın da kendisine tevcih-i nazar etmesi bizim ileriden beri âhir zamanda gelecek ve İslam’a büyük hizmet edecek, İslâm’ı dalâletten, küfürden kurtarmaya vesile olacak. Çünkü bugünkü realite budur. Böyle bir zatın önümüzde bu hizmet görülüp duruyorken ve bir cemaat-i sâdıka bunun peşinde kemâl-i azimle hiç yolunu şaşırmayarak yürümekte bulunurken ve kendisindeki mahviyet, tevazu, şahsiyetinden tamamen tecerrüd etmek, kendisini merci olarak kabul etmemek ancak ilmi, ancak Kur’an’ı merci olarak kabul etmek, istiğna-ı tâm ve ondan sonra efendim, tevazu. Bütün bu haller bizim, ne kadar setretse de aklımızı bu zatın mâhiyetine ve âhir zamanda gelecek vazifedârın bizzat kendisi olduğuna tevcih ediyor. Evet, zamanın siyasî icapları vesairesi bakımından belki kendisini setre memurdur, kendisini setretmiş olabilir. Amma bu mezkûriyetin ilelebed devam etmiş olması ve bizim bir cehalet karanlığında bir âmâ-i tefekkürde kalmış olmaklığımız sonuna kadar devam edemez. Bu insanlar, kimin peşine düştüklerini ve bu davanın hangi dâva olduğunu anlamak zaruretindedir. Şimdi, bir nokta daha. Mesela diyor ki “Ey muhatablarım, ben çok bağırıyorum. -Bağırdığını işiten yok- Zira, asr-ı salis-i aşrin minaresinin başında durmuşum” Aa, onüçüncü asrın bir minaresi mi var? Onun başında bu adam durmuş! “Sözde medeni, ondan sonra dinde laubali olan medenileri camiye davet ediyorum” Ee, bu “Ben bir memur-u mahsusum, onüçüncü asrın hidayet memuruyum” demekten başka, bu cümlenin ne gibi bir manası var? Öyle olmasına rağmen bu zat birçok yerlerde mahiyetini açıkladığına göre, bizim hala da “Kapat, kapat, orayı, mahiyetini karıştırma, eserler bilmem şeydir.” Bu eserlerin bizzat ona verilmesi, ihsan edilmesi karşısında bizim durmamız duraklamamız, düşünmemiz icab eder. Bu zat ancak sülâle-i tâhir, bu eserler madem ki fevkaladeliğe haizdir, o halde onları hamil bulunan zatın da fevkaladeliği anlaşılır. Kur’an Fahr-i Kainat’a (s.a.v.) verildi; onun en parlak, en mükemmel tefsiri, izahı niçin bu zata verilmiş? O halde bizim böyle bir zatın değerini anlamaklığımız, vazifemizin ciddiyetle, azimle takibi ve tatbiki için bence elzemdir kabul ediyorum. Kim bilir, belki ben ifrat ediyorum.

Hulusi Bey: Dur dur farz-ı âlem metaı gibi herkese inandırmaya çalışmak, davaya sadakat olmaz.

Ahmet Feyzi Abi: Ama biz inandırmıyoruz, fikrimizi açık söylüyoruz. Herkesin şeyi var.

Hulusi Bey: Şimdi bir dakika

Ahmet Feyzi Abi: Temyizi var, hiss-i temyizi.

Hulusi Bey: Şimdi müsaade et. Bir hikaye söyledim size. Tarikat almaya gittiğim zaman ne dedi?

Ahmet Feyzi Abi: “İmamım.”

Hulusi Bey: İmamım. Nasıl, İmam-ı Rabbâni, İmam-ı Gazâli… İmam-ı Gazâli’nin tercüme edilmiş eserlerini okudum, ifadeler Risale-i Nur ifadesine çok yakın. İmam-ı Rabbâni ise, onun vasfı müceddid-i elf-i sâni’dir. Değil mi? Müceddid-i elf-i sani. İkinci binin müceddidi. “Ben” dedi, “İmamım” ve onlara kıyasen dediğine göre, bunun manası açıktır. Fakat bunu senle ben böyle konuşabiliriz, ama bunun izharını ben iyi bulmuyorum.

Ahmet Feyzi Abi: Güzel, şimdi, bana.

Hulusi Bey: Yok, Yok. Şimdi fazla konuşmayalım, kısa konuşalım ki şey anlaşılsın, yani bunun izharı umuma şey dökülse, o zaman onun şahları… “Acaba,” gelip soruyorlar, “kabri nerede?” Bilsem de söylemem diyorum. Çünkü o kabrini şey ettikleri zaman, âlem-i mânâda hasta oldum, o gün. Hani öyle dehşetli bir hararet içerisinde yatağa düştüm. O kadar bana tesir etti. Çünkü elimle koyduğum kabirden gitti! Bir tabut yapılmıştı, onu koydukları tabuttan çıkardık, beriki tabuta koyduk, o tabutu da getirdik, kazılan kabre biz koyduk. Şimdi burdan gidişi, sonra bizim mesela evvelce Urfa’da bulunuşumuz, orayı daima ziyaret eden bir teselli bulur diye düşünmüştüm. Şu, rüya aleminde, o hararetin tesiriyle göründü. Dedim “Şimdiki kabrin nerede?” Çünkü onun tesiri altında zaten kaldım. Dedi “O kolay amma kimseye söylememek şartıyla!” Götürdü, gösterdi! Götürdü gösterdi ama bu rüya. Diyemedim ki, “Burası neresidir?” Burası neresidir diyemedim, ama, kabristanları gezsem bulacağım. Çünkü bazı alametler hatırımda. Ama, yine “burasıdır” demem, çünkü yasak!

Ahmet Feyzi Abi: Demezsin! Onda beraberiz.

Hulusi Bey: Dündü değil mi? Urfa’daki kardeşler Kurban Bayramı’nda bizi davet ediyorlar, gerçi karışıklık var merkez-i hükümette ama, biz yine o karışıklığın içerisinden, böyle bir ihtilâl veya inkılap olacak, öyle muazzam bir fırtına çıkacak diye hiç düşünmüyoruz. Dedik ki inşaallah Kurban Bayramı’nı yanınızda geçireceğiz. Kurban Bayramı’ndan da evvel bu hadise zuhur etti. Zuhur etti ama işte bu şey var. Bir şey ki söz verdim, onu yapmazsam bana ölüm. Öleceğimi bilsem mutlaka gideceğim, biz bu kararı verdik, rüyada göründü! Kabrinden dışarda böyle duruyor, biz yaklaştık ve gördüğü zaman neşelenirdi filan ederdi. Şöyle kemal-i ciddiyetle ayakta duruyor. Tâ o zaman giydiği, siyah sako giyerdi o, siyah sakosu da sırtında. Biz yaklaştık. Ama dediğimi unutma! Tefsir edemedik, tabir edemedik. Ne lüzum var yani buraya kadar gelmenin ne lüzumu var? Daha hareket etmemiş yine anlayamadım. Ve dört arkadaşla gittik. İnkılap olmuş, her yerde dur diyorlar, hüviyetini çıkar, gaganca maganca var mı, onu yokluyorlar, fakat yine o üç arkadaşı muayene ediyorlar, bize dokunmuyorlar. Gittik baktık ki hepsini toplamışlar nezaret altına veya nezarete çıkarmışlar. Hiç kimseyle görüşemiyoruz. Kabre daha ilişmemişler, oraya gittik. Sungur orada kabrinin başında, bir de Van’dan iki zat vardı. İkisi de ölmüş ya, Hacı Ziya, Hacı Mustafa. Onlar orada Kuran okuyorlar, bir de Sungur köşede. Sungur’a da Halil Çalışkan’a da ziyaretimde demiştim: “Bunlar benim evlad-ı manevimdir, senin de evlad-ı manevindir” dediği için, dedim “gel bakalım evlat, bu hadise nedir ne olmuş?” Ne desin bizi tenvir etti, olan biten şeyleri. Hülasa biz baktık vaziyete, nazar-ı dikkat hep bizim üzerimizde. Nereye gitsek arkamız sıra dolaşıyorlar. Nihayet o da vefat etmiş. Hacı Muhammed o zat dedim ki; “Hacı Muhammed Efendi, ne diyorsun gideyim mi durayım mı?” “Vallahi beyefendi” dedi “Gitsen iyi edersin!” Bizde kalktık, Antep üzerinden döndük, yani diyeceğim şey, vaziyet bu. O zatın ihtarları da oluyor, fakat şey edemiyoruz, tabir edemiyoruz. Bir de o sene vefatına dairdir, fakat yine vefat ediyor. Kendisi ile artık doğrudan doğruya mektuplaşmadığımız için merhum Abdülmecid Efendi’ye gönderdim. Oda ona yazmış ona karşı cevabı. Onda rüyayı hikayesi

نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ مَنْ ٭ غُلاَمِ شَمْسَمْ اَزْ شَمْسْ مِى گُويَمْ خَبَرْ

“Ne şebem ne şeb-perestem men gulami şemsem ez şemsem mi güyem haber.”

diye İmam-ı Rabbani’nin şeysini söylüyor. Fakat iş bu şeye döküldü artık, onu da söyleyelim. Gördüm ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bir minder üzerinde oturuyor, ben de gittim, karşısında diz çöktüm, oturdum. O sırada Üstad Hazretleri başında siyah var siyah, siyah bir kundura giymiş, dinç vaziyyette böyle, dik vaziyette geldi. O da Hazreti Peygamber (s.a.v.) ın yanında oturdu. Ve başladılar konuşmaya. Fakat, hiçbir şey anlamıyorum. Konuşuyorlar ama ben anlamıyorum. Yalnız şu kadar bir söz anladım ki “Öyle değil mi hoca?” Hazreti Peygamber soruyor “Öyle değil mi hoca?”

Ahmet Feyzi Abi: Allahu Ekber

Hulusi Bey: Bu vaziyeti yazdım. Böyle bir rüya gördüm diye. Ona da cevabı başka türlü. İşte Kur’an, Hz. Peygamber suretinde, onun dellâlı da işte bizim suretimizde görünmüş diyor, yani Kur’an, evet Hz. Peygamber suretinde, Risale-i Nur da onun dellalı şeklinde görünmüş bu tarzda. Bu gibi rüyaları söylemek doğru değildir. Doğru değildir, çünkü başka manaya başka türlü tabir ederler.

Ahmet Feyzi Abi: Şimdi bir noktacık daha müsadenizle. Bendeniz haddim olmayarak, hadisle çok meşgulüm, oldum yani bugünlerde değil de. Aynı mealde elfazı değişik olarak, belki 6 tane, 7 tane şey Ramâzü’l-Ehâdis namında hadis kitabında gördüğüme göre “Benden sonra Kureyş’den 12 recûl gelmeyince kıyamet kopmaz!” Hadis-i şerif bu, peygamber efendimizin. 6 mı, 7 mi bu mealde hadis var. Meali aynı da, elfazı değişik. Bu şekil hadisin ehemmiyetine binaen. Mâlûm-u âliniz, Peygamberimiz’in diğer bir hadisi daha var: “Her 100 sene başında bir müceddid, ondan sonra Cenab-ı Hak bu ümmet için ba’s buyuracaktır.” Bu recûl tabiri ise, mâlum-u âliniz Kur’an-ı Kerim’de Yasin-i Şerif de

وَجَاءَ مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ رَجُلٌ يَسْعَىٰ

(Yasin: 20)

Buradaki recûl, Allahu a’lem benim anladığımı söylüyorum, büyük ehemmiyetli bir zat. Alel-ıtlak bir kişi değil. Sonra “İmam” tabiri diyorsunuz. Müceddidleri, biz her asrın başında birer

Hulusi Bey: Onu hediye bahsinde ona temas eder.

Ahmet Feyzi Abi: Evet birer imam olarak kabul edersek ve şu beyanını da yani “Ey muhatablarım ben çok bağırıyorum, zira asr-ı salis-i aşrin minaresinin başında durmuşum, ondan sonra sözde medeni dinde laubali olanları camiye davet ediyorum. Yani ben bir hidayet memuru imamıyım” dediğine göre, ve kendisini de onüçüncü asrın vazifedarı olarak ilan ettiğine göre, bunun bundan daha açık bir şeyi yoktur. Fahr-i Kainat Efendimiz kendi asrının bila-şüphe imamıdır. Ondan sonra gelenler de onun vekili olarak her asrın başında gelecek ya, 12 recûl gelmeyince kıyamet kopmaz, demek kendisinden sonra 12 recûl gelecek, 12 asır daha geçecek ki kendisi ile 13 asır yapıyor. Netice itibarı ile bu zatın da imam olduğuna göre son asırda gelmesi haber verilen bir zatın kendisi olması, bu ilmi, bu hadisi hakikatler tayin ediyor. Binaenaleyh, kendisinin böyle tâli derecede bir ihzarat memuru değil, Kur’an-ı Kerimin, ondan sonra Fahr-i Kainat’a vekil olarak Kur’an’ın esrarını ifşa edecek asil bir zat olduğu, asil bir memur olduğu, şahsiyetine kıymet vermek değil, vazifesine kıymet ve ehemmiyet vermek suretiyle, yani bu hadisi şeriflerin beyanına tamı tamına uygun geliyor. Sonra, Risale-i Nur sizin aradığınız bütün hakikati kıyamete kadar baki olduğu mesela Fatiha-i Şerîfe’nin

صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ

(Fatiha:7)

Fıkra-i Celilesini hesab ile şey yapıyor da, 1500 küsur sene çıkarıyor, hepiniz biliyorsunuz. Binaenaleyh Risale-i Nur’un zamanına, zamanı devamına baktım, bu fıkrayı şey ettim, demek o fıkra kıyamete kadar Risale-i Nur’un 1506 senesine kadar hükmünü icra edecek, eseri kıyamete kadar bâki olacak bir zâta bir ihzârat memuru demek, tâli bir şey vermek, bunun mahiyetini anlamakta tamamen gaflet içinde tuğyan olarak devam etmek, bizim hizmetimizin kudreti, bizim bu davaya bağlılığımızın değeri bakımından bence; evet, muvakkat bir zaman için böyle bir devre gelmiş geçmiştir ve kendisi de hasbel-vazife kendisini setr ile memur edilmiştir ki, birçok yerlerde setri var. Bu itibarla, artık bu davanın gizlenmeye, ondan sonra bu davanın geçiştirilmeye tahammülü olmadığı anlaşılıyor. Evet, bize diyorlar, bu adamlar Bediüzzaman’a Mehdi diyorlar. Diyorlar bunu. Deseler de demeseler de mızrak harara sığmıyor. Hakikat ondan sonra kendisini kendi ispat ediyor. Şimdi bizim kendi kendimizi aldatarak hakikatin berrak çehresini hala siyah boyayla boyamakta ısrar etmemiz, bence.

Hulusi Bey: Hayır, ısrar etmede, kimse sana ısrar etmez.

Ahmet Feyzi Abi: Hayır, hayır benim şahsım için değil!

Hulusi Bey: Israr etmez. Fakat bu kadar bunun üzerinde durmakda lazım değildir. Şimdi seni, anladım. Biz fazla gitmiyoruz. Diyoruz ki, evet bu imam, yani böyle bin müceddid vazifesini Cenab-ı Hak buna nasip etmiş. Bir kere bu eserler ne surette yazılmış? Şimdi yanında bulunmuşuz da, siz de bulundunuz…

Ahmet Feyzi Abi: Ben bulunmadım

Hulusi Bey: Bulunmadınsa, öyle ise dinle

Ahmet Feyzi Abi: Dinliyorum.

Hulusi Bey: Bize söyletiyorsun. Konuşurken konuşması anlaşılmıyordu bidayette, anlaşılmıyor. Hatta 5-6 kişi, bir defa, böyle oturuyoruz Barla’da. Bir şey söyledi, dedi “Kardaşım, bunlar anlamadılar ha” Ondan sonra sordu: “Sen anladın mı?” Dedim “Hayır!” Bana dedi “Sen anladın mı?” sonra bana sordu. Dedim “Anladım”. Ben demedim ben anlamadım. Her ne ise, Yani kime anlatmak istiyorsa, ona meramını tefhim ediyor.

Ahmet Feyzi Abi: O anlıyor! Eserler nasıl yazıldı?

Hulusi Bey: Şimdi, yanında biri oturuyor, böyle “nasılsın kardaşım nasılsın” hal hatır sorduktan sonra “Hadi,” diyor “biraz hocalık yapalım” kalkıyor, yatağın üstüne başlıyor anlatmaya. Biraz evvel müşkülatla böyle dikkat ederek ancak sözlerini müşkülatla anladığımız halde, bu kere sanki o zatı kaldırdılar, aynı kalıpta gayet fasih, beliğ, sonra hiçbir tekerleme yok, sonra şuradan nasıl kayaları yuvarlayarak gelen bir sel vaziyeti var ya, öyle harıl harıl akıyor. Ama öyle ha, gürültüyle geliyor. Şeyler böyle gürültü yaparak, taşlar yuvarlanırcasına geliyor. İnsan mest-ü hayran. Şimdi, bu işte bana bir sual sordular da ben 10 madde ile cevap verdim. Dediler ki bu da bir üniversite talebesi, diyor ki: “Şimdi ortaya bir fikir atılmış. Siz diyorsunuz ki: Risale-i Nur ilham eseridir. Ben” diyor, yani o da taraftar çocuk. “Fakat dilimin döndüğü kadar cevap verdim amma sizden de bu hususta fikrinizi almak istiyorum”. Biz böyle birçok maddeleri şey ederek ezcümle şimdi arzettiğim vaziyete de temas ettik. Sonra ne gibi şartlar altında yazılmış? İnsan küçücük bir yazı yazsa, o da tenkid edilecek ellere geçeğini bilse, o yazıya ne kadar ihtimam eder. Hadi ihtimam etti, fakat hasta bir halde, zehirlenmiş bir zamanda nasıl müfekkiresini toplarda böyle tenkitten koruyacak bir belagatte, veciz, nafiz sözleri bir araya getirir yazar. Daha birçok şimdi hatırımda değil. Yani birçok maddelerle böyle ona dedim. Peki bu hal ilham eseri değil de nedir?

Ahmet Feyzi Abi: Ben 6 eserin yazılmasına şahit oldum. O da iki hapishanede. Biri Denizli hapsinde, diğeri de Afyon hapsinde. Her iki hapiste o kadar takayyüz, yani bir kelime yazılmaması için o kadar şiddetli bir şey vardı. Ve hiçbir yazının içeri dışarıya çıkmasına, kuş uçmasına imkan yoktu. Bu şartlar altında altı eser yazıldı. Bilhassa Meyve Risalesi, Meyve Risalesi şaheserdir. Meyve Risalesi’ni

Hulusi Bey: Merhum Hafız Ali’nin münkereyne cevabı Meyveler Risalesi ile olmuştur.

Ahmet Feyzi Abi: Tamam Denizli’de başgardiyan elde edildi. Üstad ayrı, tek hücrede, biz de ayrı ayrı koğuşlardayız. Ispartalılar bir koğuşta, oraya gönderiyorlar hep. Biri cigara kağıdı. Kağıt yok, bir şey yok, imkanı yok. Mahkûmlar tabi cigara içiyor, değil mi? Paketlerin kağıdını atıyorlar. O kağıtlar alınıyor, üç satır yazı yazılıyor. Gardiyan, başgardiyan: “Hafız Ali!” Hafız Ali çıkıyor “Al” ona veriyor. 3 satır. Ertesi gün, 5 satır daha.. O da veriliyor, o da veriliyor.

PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız

Bir önceki yazımız olan 9) LEYLE-İ KADİRDE ÇANAKKALE'DEKİ GAZİLİK HATIRASI başlıklı makalemizde hulusibeyçanakkalegaziliği hakkında bilgiler verilmektedir.