
Hulusi Bey
YİRMİÜÇÜNCÜ LEM’A, TABİAT RİSALESİ DERS – 3
Hulusi Bey: Ondan sonra da akıllı desinler bize.
-: İşte, Sofestaînin en eblehleri dahi, böyle bir meslekten utanıyorlar.
ÜÇÜNCÜ MUHAL: اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ
Hulusi Bey: Birden ancak bir olur.
-: Kaide-i mukarreresiyle: “Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudûr edebilir.”
“Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudûr edebilir.” Hususan o mevcud, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir mizan içinde ve câmi’ bir hayata mazhar ise, bilbedahe sebeb-i ihtilaf ve keşmekeş olan müteaddid ellerden çıkmadığını; belki gayet Kadîr, Hakîm olan bir tek elden çıktığını gösterdiği halde; hadsiz ve camid ve cahil, mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde, kör, sağır esbab-ı tabiiyenin karmakarışık ellerine, hadsiz imkânat yolları içinde ve içtima ve ihtilat ile, o esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde; o muntazam ve mevzun ve vâhid bir mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhali birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır.
-: Bir mevcudun vahdeti varsa elbette bir vâhidden, bir elden sudûr edebilir. Bunu biraz?
Hulusi Bey: Birisi mevzu nedir? Bir sinektir. Bir sinek. E bu sinekte alat edevat var mı?
-: Var. Çok. Birçok cihazat var.
Hulusi Bey: Cihazat var mı? Var. Çeşitli cihazat var. Öyle ise bunun yaratılışında müteaddit elleri sokarsak, bu sinekteki küçük amma fakat hepsi hikmetli yerli yerince olan cihazatı muhtelif eller böyle ölçülü biçili tam yerine koyamaz. Vahdeti var bir tane. Bir adet sinek. Peki, bu efendilerin saçma davaları nedir? Esbab. E esbabın hududu var mı? Esbabı buna topla biri derki dur, ben gideceğim ileri. Bu kere gözünü yapmaya çalışanlar, dur ben yapayım ben yapayım derken gözünü çıkarırlar. Böyle şey rekabete keşmekeşe sebebiyet verecek şey böyle nazik bir vücutta küçük bir mahlûk üzerinde yapılabilir mi? Akıl bunu kabul eder mi? Bu mümkündür diyebilir mi? Heeey..
-: Haydi bu muhalden kat’-ı nazar, esbab-ı maddiyenin elbette tesirleri, mübaşeretle ve temasla olur. Hâlbuki o esbab-ı tabiiyenin temasları, zîhayat mevcudların zahirleriyledir. Hâlbuki görüyoruz ki;
Hulusi Bey: Şimdi bir tek mevcudu aldık. İşte yine bir sinek, havasız yerde sinek yaşar mı?
-: Yaşamaz.
Hulusi Bey: Havasız yerde sinek yaşar mı?
-: Yaşamaz.
Hulusi Bey: Mesela muhelliyet’ül hava denilen aleti kullansak, bir boşluğun içindeki havayı çeksek. Orada da bir sinek bulunsa o sinek nolur? Sinek mırıye? Sinek mırıye. Peki, çıkardık havaya daha tam canı çıkmadan kavanozdan bir delik açtık yahut kavanozu kaldırdık çıktı. Sinek başladı oynamaya ondan sonra uçamaya. Hava içerisinde uçuyor. Şimdi onun da bir teneffüs cihazı var kendine göre. Bu boşluk neyle dolu? Bizim bildiğimiz, hava ile. E doğru amma bu kadar insanın bu havadan teneffüsü var. Bazen terlemekler sıkılmalar da olur. Neden? Hava kâfi gelmez. Mesela burda daha fazla durunca, işte pencereyi açın, kapıyı açın, sıcak oldu, bilmem ne oldu, nefesimiz kesiliyor diye başlayacağız şeye. Şimdi biz onu geçelim de bu hayvan havasız bir yerde yaşamadığına göre şu koca hava şeyinden onun hissesi ne kadardır? O hava zerratı bunun vücudunda işliyor mu işlemiyor mu? Girip çıkıyor mu çıkmıyor mu? Öyle ise onlar gözüne mi girecek kulağına mı girecek kanadına mı gelecek neresine gelecekse ya biliyorlar hava zerreleri, işleyeceği sineğin vücudunun neresine gireceğini ya kendileri biliyor ve yahut gelen hava zerreleri, o sineğin sebebi hayatı olan hava zerreleri nerede çalışacaklarını biliyorlar. Ya bunu kabul edeceğiz ve yahut diyeceğiz ki hava zerratı bir bilenin idaresi altında bu sineğin gözüne kulağına ayağına böyle abdest alır gibi arka ayakların bilmem ne etmesi gibi bütün bunlara nüfuz eden birisi var o zerratı böyle güzel yeri yerince istihdam ediyor. Evet, semavatta yıldızları yerli yerine koyan kimse sineğin gözünde nereye o zerreyi yerleştirecekse onu da orada istihdam eder. Ha büyüğü de böyle küçüğü de böyle. Biz Allah’ın kudretini büyükte küçükte fark etmiyoruz. Her şey O’nun kudretiyle, ilmiyle bilmesiyle vücuda geliyor. Evet.
-: Hâlbuki görüyoruz ki; o esbab-ı maddiyenin elleri yetişmediği ve temas edemedikleri o zîhayatın bâtını, on defa zahirinden daha muntazam, daha latif, san’atça daha mükemmeldir.
Hulusi Bey: O bir tabiri vardı, hanginizin hatırında, manzümat-ı şemsiyeyi kim tanzim ediyorsa, pirenin midesini de tanzim eden, pirenin bak pirenin midesini fıtri heccamın midesini de tanzim eden yine O’dur. O’dan başka mı var?
-: Haşa!
Hulusi Bey: O başkasının bu başkasının mı? Yook! Manzümat-ı şemsiyeyi o büyük âlemde o büyük küreleri yerli yerince kullanan kim ise pirenin midesini tanzim eden de O’dur.
-: Esbab-ı maddiyenin elleri ve âletleriyle hiçbir cihetle yerleşemedikleri, belki tam zahirine de temas edemedikleri küçücük zîhayat, küçücük hayvancıklar, en büyük mahluklardan daha ziyade san’atça acib, hilkatça bedî’ bir surette oldukları halde; o camid, cahil, kaba, uzak, büyük ve birbirine zıd olan sağır, kör esbaba isnad etmek, yüz derece kör, bin derece sağır olmakla olur!..
Hulusi Bey: Allah Allah! Nerdesin?
-: İkinci mesele.
Hulusi Bey: Vaktimiz de geldi yani.
-: Şu eğer senin..
ÜÇÜNCÜ MUHAL: Eğer senin vücudun, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Ezelî’nin kalemiyle mektub olmazsa
Hulusi Bey: Yazılı olmazsa
-: Ve tabiata, esbaba mensub matbu’ ise; o vakit senin vücudundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içinde daireler misillü, binler mürekkebler adedince tabiat kalıblarının bulunması lâzım gelir.
Eğer senin vücudun, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Ezelî’nin kalemiyle mektub olmazsa ve tabiata, esbaba mensub matbu’ ise; o vakit senin vücudundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içinde daireler misillü, binler mürekkebler adedince tabiat kalıblarının bulunması lâzım gelir.
Hulusi Bey: Mürekkeb dediği, zerratın terkibi de var. Cisim muhtelif zerrelerin bir araya getirilmesinden oluyor. İşte birkaç zerrenin bir araya getirilmesi ya kendi kendine oluyor yahut da bir bilen tarafından o terkib ediliyor. E bunun gibi mesela insanın yediklerine bakalım. Hayvani maddeler var, nebati maddeler var, havai maddeler var, mai maddeler var. Yediği içtiği. Bunların hepsi bedenin neresinde ne kadar olmak lazım geliyorsa öyle terkib edilip oralara gidiyor. Bir saik var. O saik kudretli bir saik. Gücü her şeye yeten o kadar incelikleri bilen bu vücudun sahibi de O’ndan başkası olamaz. Onun üzerinde işleyen fakat burda bir tabir kullandı matbu dedi matbu. Matbu olmak için o zaman harfler konulmuş, üzerine mürekkebi şey edilmiş kâğıt gelir üzerine şap düşer. İçindeki yazılar ona gelir. O zaman bütün o ince ince hurufatın hepsinin şuuru var bilgisi var hepsi yerli yerince bir bilen tarafından konulmuş da öyle olmuş demek lazım geliyor. Hâlbuki bir mürettip var, o harfleri yerli yerince koyup öyle basabilir yoksa bir harf yerinden çıkmazsa düşmüş diş gibi yeri boş kalır. Ondan sonra basılan şeye bakılır, bakar ki eksik. Şimdi bunu böyle muayene etti oldu mu olmadı mı yok ustası o kadar mahir sani’i sanatkârı o kadar işe ehil, o kadar bilgisi nafiz ki kudreti de her şeye yeter ki her şey yerli yerine gidiyor oturuyor. Kıl kadar, kıl kadar bir fark olmuyor. Her şey yerini buluyor. Âlemde ki büyük mikyasta ki nizam ve intizam bedende ki küçük mikyasta ki o tabir veçhile o mürekkabatı herhalde terkib eden, yerli yerine oturan, tek bir zerreyi yerinde kullanan. O zerre ister tekrar edelim gıda maddesinden mesela nebati, hayvani, mai, havai hangi madde ise o zerre mutlaka yerli yerince, o her şeye gücü yeten, her şeyi en ince teferruatına kadar bilen, fevkalade Hakîm, fevkalade Âlim, fevkalade sanatkâr sonra fevkalade sanatında mahir emsalsiz bedi’ bir surette bu şeyleri vücuda getiren O’ndan başka yoktur. İşte tevhidin ince şeyler üzerindeki böyle büyük sayfalara bakarsan sema sayfasına bak. Orda ki o yıldızları terkib eden, her birisine ayrı sür’at veren, ala rivayetin hepsini şemsin etrafında güneşin etrafında çeşitli hızlarla döndüren ve bu kadar seneler geçtiği halde hiç birisinin nizamında intizamında bir bozukluk zuhur etmeyen, kıl kadar yollarını şaşırmayan bu şeyler ya kendi kendilerine bu işi biliyorlar, yapıyorlar veyahut bir bilenin taht-ı idaresinde taht-ı hükmünde nafiz iradesi altında çalışıyorlar. İşte bunu böyle kabul ettikten sonra imanımız tekemmül etmiş biz bilmiyoruz, biz başka şey. Zerre kadar şirke şekke mahal yoktur ves-selam. Âlemin mutasarrıfı, bir zerrenin mutasarrıfı aynıdır. İşte o kadar.
-: İKİNCİ MUHAL: Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki;
Hulusi Bey: Allah Allah! Ne tabirler ne tabirler. Bin kubbeli harika bir saraya benzer ki
-: Her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine başbaşa verip, muallakta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha acibdir.
Hulusi Bey: O bin kubbeli saraydan daha acibtir, senin vücudun. Evet, böyle derlerdi eski hocalar yani bilgin âlimler fenni de bilenler. İnsan teşrih ilmini bilse vücudun içinde neler oluyor neler cereyan ediyor. O harika kuvvet, bu harika sanat, bu akılları durduracak derecede her şeyin yerli yerince sevk edilmesi, evet bir zerre-i taamiyenin yeri göz ise oraya gitmesi, yeri kulak ise oraya gitmesi, yeri burun ise oraya gitmesi, yeri zaika ise dildeki tad almak şeysi ise oraya gitmesi kendinin işi değildir, olamaz. O zerre-i taamiyeyi o yerlere gönderecek bir fail var. Bir sani’ var. İşte bunların hepsi bize bir tek zihayatta, o bir tek zihayat ise onun mutlaka ihtiyacının en teferruatlısını hepsini kimseye teslim etmemiş hepsini kendi idare ediyor.
-: Çünki o saray-ı vücudun, daima kemal-i intizamla tazelenmektedir. Gayet hârika olan ruh, kalb ve manevî letaiften kat’-ı nazar, yalnız cesedindeki
Hulusi Bey: O ruhu nedir? Gayet harika olan
-: Gayet hârika olan ruh, kalb ve manevî letaiften kat’-ı nazar,
Hulusi Bey: Kalb ve manevî letaif de var. Sırrı var, hafisi var, ahfası var, bunlar. Bunlara zaten hele onlardan geçelim diyor. Çünkü onlara rivayetten daha ileri gidemiyor. Vücutları var, vücutları var fakat mahiyetleri bilinmiyor. Latif ne demek? Gözle görülmez elle tutulmaz. Aklı beşer de idrakinden acizdir. Onlara latif denir ha. Aklı beşer bu letaifin künhüne erebilmiş midir?
-: Erememiştir.
Hulusi Bey: Gözün görmesini göz hekimi hakiki olarak bilemez. Bu göz işte bu gün misalini söylediğim gibi yani böyle bakarsın açıkgöz birisine böyle gözüne doğru parmağını uzatsan ne yapıyorsun yav gözüme mi sokacaksın? der. Ötekine gidersin böyle bakıyor parmağını gözüne götür, hiç kirpiği kıpırdanmaz. Niye? O gözün şekli kalmış. Onun da ruhu gitmiş, görme yok. Yani ha şeyde bir cam göz almışsın o çukura yerleştirmişsin veyahut onun ruhu gitmiş, görme kabiliyeti sönmüş, hayatı gitmiş, gözün hayatı gitmiş. Ha, buyur. İkisi de göz, şimdi insanın yaptığı aynen o cam göz gibi güzel, sanatlı, mavisini, efendim yeşilini efendim, çakırını neyse o gözü o şekilde yapıyorlar. Çeşitli göz renklerini ona onda gösteriyorlar. Gel gelelim onların yaptığı göz, ne kadar sanatkârane de olsa görme kabiliyeti var mıdır?
-: Yoktur.
Hulusi Bey: Fakat Allah’ın yaptığı şu göz, göz mütehassısı bizi tenvir edecek, bizi tatmin edecek bir surette gözün görmesini şeysini edemez. Demek ki Cenab-ı Hak, manevi tezgâhlardan da alarak görmeyi, işitmeyi, koku almayı, tat almayı manevi tezgâhlardan alıyor. Kendi esmasından onu seçiyor. E bunların mahiyetine beşer aklı kifayet etmez. Öyle ise bu gibi letaif hakkında münakaşayı bırakmak. Ruh nedir, ruh nedir? Daha çocuk rahm-ı maderde dirilik vaziyetine geldi, ruh nefholdu. Daha rahm-ı maderde ama çıkmamış, bu vaziyetteki ruh o doksan sene yaşasa dünyaya geldikten sonra onun ruhu başka değildir, yine odur. Hâlbuki kabı genişledi. Ondan sonra küçülmeye başladı başka ruh boyuna nefhediliyor mu? Mahiyetini bilebilir miyiz? Bilemiyoruz. Oraya ruhu nefyeden kim ise o ruhu kabzedinceye kadar onun mutasarrıfı bir tek Allah’tır.
-: Amenna ve saddekna.
Hulusi Bey: Böyle deyip çıkalım işin içinde. Bizde var. İmanın mahfazası olan, imanın kandili olan kalb de böyle, bâtın-ı kalb denilen şey o da böyle onun da mahiyetini bilmiyoruz. Nereden feyzini alır? Cenab-ı Hak oraya iman nurunu iman kandilini yakarsa artık ondan o imanı kimse alamaz.
Ne kadar kaldı? Nerde bitecek? Di haydi oku oku! Daha müdahale etmeyelim de elden gelmiyor iktidarımızın haricine de çıkıyoruz. Cenab-ı Hak kusurumuzu affetsin! Âmin.
-: Yalnız cesedindeki her bir âza, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemal-i müvazene ve intizam ile başbaşa verip, hârika bir bina, fevkalâde bir san’at, göz ve dil gibi acib birer mu’cize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi’ birer memur olmasalar; o vakit her bir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak
Hulusi Bey: hâkim-i mutlak
-: hâkim-i mutlak hem her birisine mahkûm-u mutlak,
Hulusi Bey: Hem hâkim hem mahkûm. Zıt vaziyeti olacak.
-: Hem her birisine misil hem hâkimiyet noktasında zıd, hem yalnız Vâcib-ül Vücud’a mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyed hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehad’in eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrata isnad etmek; zerre kadar şuuru olan, bunun pek zahir bir muhal belki yüz muhal olduğunu derkeder.
Hulusi Bey: Buna imkân yoktur yani. Akıl kabul edecek bir şey değildir. Bitti!
Hulusi Bey:
DUA
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَليمُ الْحَكيمُ
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ * وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلينَ * وَالْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak Hazretleri, okuduğumuz, sohbetinde bulunduğumuz ders-i Kur’aniden hâsıl olan sevap hürmetine, ehli imanın bütün hastalarına acil şifalar, dertlilerine devalar, borçlularına ve buna benzer çeşitli elemlere müptela olmuş, Allah deyip duruyor, “Ya Rabbi beni bu elemli vaziyetten kurtar” deyip duran, bütün naçar kullara Cenab-ı Hak, lütfu ile erişsin. Onları o haletten kurtarsın. Hepsi lisanı ile Elhamdülillah ya Rabbi kurtuldum. Senin lütfun yetişti ve merhametin şamildir zaten, bir kere daha sabit oldu ki sen Rahmedicisin, Erhamerrahimin sensin. Bütün yolculara, alelhusus içimizden, etrafımızdan, memleketimizden, sair İslam ülkelerinden mevsim-i hac dolayısıyla o mübarek yerlere ziyarete niyet eden, gerek fariza-yı haccı, gerek mütetabian o vazifeyi yerine getirmek için yola düşmüş veya yola çıkmak üzere bulunan, gerek berren, gerek havaen, gerek bahren, bu yolculukta bulunan, bütün din kardeşlerimize hayırlı selametler ve bu farizayı, bu vecibeyi, bu nafile ibadeti hakkıyla yerine getirip, menasikin muktezasını eksiksiz yapmak, ondan sonra sıhhat ve afiyetle yine yurtlarına, yuvalarına, aile efradı arasına sıhhat ve selametle dönmeler nasib-i müyesser eyle. Amin. Bizleri şu âlemde, şu fesad-ı ümmet zamanında, her türlü fesadın kaynadığı, karıştırıldığı, bir zamanda o fesadın içerisine düşmeden, inayetiyle, rahmetiyle bizi Kur’an nuru etrafında cemeden Rabbimizden niyaz ediyoruz ki Ya Rabb-el alemin, Ya Erhamerrahimin bizleri burada bu mübarek hizmete, böyle kaderin sevkiyle topladığın gibi inşaallah ahirette de sevgili habibin liva-i hamdi altında, eksiksiz üstadımız başta olarak ey Kur’an’ın tilmizleri, ey risale-i Nur’un şakirtleri, buraya gelin, etrafıma toplanın. Hadi bakalım Hazreti Muhammed aleyhisselatu vesselamdan şefaat niyaz edeceğiz, Ya Rabbi bize o günlerde bu bunu hakkıyla yapmak sen nasip et. Nimetlerin sayılamayacak kadar çoktur. İman etmişiz, Kur’an’ın beyanı da böyledir;
وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللّٰهِ لاَ تُحْصُوهَۜا
buyuran sensin. Fakat nimetlerin en sonu, en şumüllüsü, en rağbet edilen nimetin var ki o da Cennet ve Cemalinle şerefine müşerref olacaklar arasına biz acizleri de lütfunla, kereminle fazlınla, nail et ya Rabbel âlemin. Âmin. Bütün akrabamızdan, üstadlarımızdan, komşularımızdan, Risale-i Nur şakirtlerinden bu hizmeti yapmış olup, aramızdan ayrılmış olanların hepsine nihayetsiz rahmetinle muamele eyle, âmin. Burada suri ayrılmayı orada ebedi vuslat ile itmam eyleye ya Rabbi. Âmin âmin. Ahir-ü akıbetlerini de bizim ahır-ü akıbetimizi de hayr eyleye âmin. Dünyada müfarakat zamanında bize uyanıklık ver, daha aklımız başımızda iken o kelime-i münciye-i mübarekeyi tam bir şuur içinde buyurun;
اَشْهَدُ اَنْ لآَ اِلٰهَ اِلاّٰ اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ
diyerek hatm-i enfası cümlemize müyesser eyleye. Âmin.
* وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَل۪ين٭ وَسَلاَمَةٌ عَلَى الْحَاضِر۪ينَ اِلَى يَوْمِ الدّ۪ينِ ٭ اَلْفَاتِحَةْ مَعَ الصَّلَوَاةُ٭
PDF Dosyasını İndirmek için Tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 111) YİRMİÜÇÜNCÜ LEM'A, TABİAT RİSALESİ DERS - 2 başlıklı makalemizde tabiat risalesi ve YİRMİÜÇÜNCÜ LEM'A hakkında bilgiler verilmektedir.