OTUZBİRİNCİ SÖZ/ÜÇÜNCÜ ESAS (Mİ’RAC) DERS – 1
Hulusi Bey: Aleyhissetu Vesselam’ın kemalatına, peygamberliğinin delillerine ve senin kafanı kurcalayan o Mi’rac-ı azama en elyak, mübalağa ile layık O olduğuna icmali işaret, tafsilen değil. Kısa işaretler nev’inden bir fihriste göstereceğiz diyor. Şimdi bu müstemi’i konuşturan kendisi. Kalbini dinledi, ne hale geldiğini gördü. Onun kalbi diyor ki: Ben inanmaya başladım. Getirdiğin deliller o kadar kuvvetli ki beni yumuşattı. Şimdi örsün üzerine koy, çekici eline al. Hesaba getireceksin ha. “Fakat üç tane de müşkülüm var” dedi. İşte o müşkülden birincisi, “Neden o Mi’rac-ı azam, Hazreti Muhammed Sallallahu Aleyhi Vessellem’e mahsustur.” Bu müşkülümü bir kere hallet diyor. O da bu fihriste vari onun faziletine, kemalatına, peygamberliğinin delillerine sırayla sayacak. Bizde dikkat edip dinleyelim.
Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur. Tevrat Hazreti Musa Aleyhisselam’a nazil olmuş büyük kitaplardan. İncil Hz. İsa Aleyhisselam’a nazil olmuş keza büyük kitaplarımızdan. Zebur, Hazreti Davut Aleyhisselam’a nazil olmuş, büyük kitaplardandır. Evet, bu kitaplarda, bu mukaddes kitaplarda pek çok tahrifata maruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyn-i Cisri gibi bir muhakkik. Bu Hüseyn-i Cisri dünde temas ettiğim gibi, şimdi elimizden çıkmış olan Trablusşam yani Suriye mıntıkasında. Suriye, Filistin. Trablusşamlı bir muhakkik zat ki o Risale-i Hamidiye adlı arabi bir eser yazıyor. Bunda birçok meselelere temas etmekle beraber, o kütüb-ü mukaddesede, yani Tevrat, İncil, Zebur da ki birçok tahrifata el girmiş, değiştirilmiş. Bilhassa Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselam’ın son peygamber olarak geleceğine delalet eden ayetlere dokunulmuş, ilişilmiş, bozulmuş. Böyle olduğu halde o üç mukaddes büyük kitaptan yüz on dört ayeti gösteriyor erbabına. Bu son zamanda son peygamber olarak Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselam, gelecek. Son peygamber o olacak. Burada bir noktayı söylemek icap ediyor. Neden o kitaplar tahrifata uğramışlar da Kur’anı Azimüşşan bin dört yüz senedir, intişarda olduğu halde ecnebiler bile o mukaddes kitabımızı tabettikleri halde, bastırdıkları halde hiçbir yerinde değişiklik yapılmıyor. Acaba o dinlerinde mutaassıb olan Hristiyanlar, o taassupları sebebiyle bu mukaddes kitapta da tahrifat yapmak istemezler miydi? Yaparlardı ama fakat Cenab-ı Hak onun hafizıdır,
اَسْتَع۪يذُ بِااللّٰهِ٭ اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
Buyurmuştur. Kur’anı biz indirdik, biz muhafaza edeceğiz. Kıyamete kadar bütün hurufuyla, nukuşuyla devam edecek. Bu kitaplar da O’nun tarafından indirilmiştir. Yani Tevrat, İncil, Zebur da Allah’ın. Büyük peygamberlerine gönderdiği kitaplardandır. Neden bunlarda tahrifat oluyor? Çünkü onlar hakkında böyle bir teahhüd-ü Rabbani yok. Onlar da O’nun kelamı olduğuna göre niçin ona müsaade etmiş? Hikmetini bilmiyoruz amma, fakat nihayet o dinler İslam dini gelmekle neshedilecek, Kur’an’ın hükmü kıyamete kadar devam edecek. Ve Kur’an-ı Azimüşşan o Kutub-ü Mukaddesenin bütün ahkâmını içine aldığından dolayı diğer kitaplardaki ahkâma artık ihtiyaç kalmayacak. Demek ki ona hikmeti iktizası bir nevi kapıyı açmış, müsaade buyurmuş ki bu cesareti göstermiş. O kitaplarda tahrifata kalkmışlar. Artık daha da hikmetlerini aklımız ermediği için onun üzerinde fazla durmayalım. Bizim bileceğimiz elimizde ki son kitap, mukaddes kitap Kur’an-ı Azimüşşan bidayet-i inzalinden bugüne kadar ve bundan kıyamete kadar beşer onun en küçük bir suresine, hatta bir ayetine nazire getirememişlerdir ve getiremeyeceklerdir. Çünkü Hafiz-i Kerim onun muhafazasını üzerine almıştır. Kimse ona dokunamaz. Evet, bir hatıra olarak bazen söylerim. Bu yeni hurufat, yani soldan harfler çıktığı zaman Üstad Hazretlerine endişemi beyan eden bir yazı yazmıştım. Daha oradaydım, yakınındaydım. Dedim ki bu hurufat çıktıktan sonra, bu harflerle Kur’an tabedilirse nasıl olacak? Kısa cevap. Buyurdular ki: ”Üç yüz elli milyon Müslüman içinde kıyamete kadar Kur’an bütün hurufuyla, nukuşuyla elbette muhafaza edilecektir.” Elbette muhafaza edilecek. Ona dokunamazlar. Bir şeyin hafızı, muhafızı Allah olursa, aciz beşerin ne haddidir ki ona dokunabilsin. Bir harfine, bir harekesine dokunamamışlardır ve dokunamayacaklardır o öyle mahfuz kalacaktır. Şimdi Peygamber Aleyhisselatu Vesselamın kemalatına ve Mi’racı Azam’ın ona mahsus olup, diğer peygamberlere mahsus olmadığına delilleri sayıyor.
Birincisi: Tevrat, İncil, Zebur gibi mukaddes kitaplarda Hüseyn-i Cisri gibi şu on dördüncü hicret senesinin başında Risale-i Hamidiye adlı eserinde o kitaplardan, bu kadar tahrifattan sonra yüz on dört işari beşareti bulmuş ve göstermiştir. Bugün Mi’rac-ı Azam elbette bu kadar tahrifattan sonra bilhassa Hazreti Muhammed’in Sallallahu Aleyhi Vesselemin peygamberliğini istemeyen Hristiyanlık ve Yahudilik elbette kitaplarında onun geleceğine dair olan ayatı ne yapacaklar? Hasetlerinden, kinlerinden, hıyanetlerinden dolayı değiştirecekler. Değiştirmeye çalışmışlar, fakat muvaffak olamamışlar ki yüz on dört işari beşareti Hüseyin-i Cisri merhum evet o kadar tağyirat, tebdilat, tahrifattan sonra aynı kitaplardan çıkarmış. Bu bir.
İkincisi: Tarihce müsbit. Tarih mütealacırına söylüyor. Yani mülhid efendi, müstemi mevkiinde olan münkir. Elbette tarihleri de okumuştur. Şık ve Satıh gibi meşhur iki kâhinin nübüvvet-i Ahmediye Aleyhisselatu Vesselamdan evvel nübüvvetine ve ahir zaman peygamberi olduğu beyanatları gibi çok beşaretler sahih bir surette tarihen nakledilmiştir. Bu da ikinci delil. Şık ve Satıh gibi kâhinler müjde vermişler ki: Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselam son peygamber olarak gelecektir.
Üçüncü delil-i nübüvvet: Veladet gecesinde Kâbe’deki putların düşmesiyle Faris’in, Kisra-yı Farisin. Yani İran padişahının sarayının meşhur eyvanı inşikak etmesi, yarılması gibi irhasat denilen nübüvvetten evvel zuhur eden delail-i nübüvvet arasında sayılır. Yüzer harika tarihçe meşhurdur. Bu da üç.
Dördüncüsü: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi. Et ve kemikten ab-ı kevser gibi suyu akıtıp içirmesi, bir orduya. Bir testi değil. Camide bir cemaat-i azimenin huzurunda kuru direğin, minberin naklinden dolayı mufarakat-ı Ahmediye Aleyhisselatu Vesselam’dan deve gibi enin ederek ağlaması. Yani Hazreti Peygamber Sallallahu Aleyhi Vessellem minber yapılmazdan evvel kuru bir hurma ağacı vardı, ona dayanarak hutbe irad buyururdu. Minber yapılınca, minbere çıktı, o kuru ağaç Hazreti Peygamber Aleyhisselatu Vesselam’ın mufarakatına dayanamadı, ayrılığına dayanamadı enin etti. Sahabeler bunun eninini duydular da, Hazreti Peygamber Aleyhisselatu Vesselam indi onu kucakladı, dindirdi. Evet, bir kuru ağaç iken, hayatı kalmamış kuru bir ağaç, mufarakat-ı Ahmediye’den böyle müteessir olursa kendilerini İslam zümresinden sayanların o peygamberin getirdiği gözler kamaştırıcı şeriata hakikat-ı İslamiyete, nur-u imana karşı yarasa gibi gözlerini kapamalarına ne buyurulur? Kuru ağaçtan böyle bir enin gelir de böyle bir peygamberin şeriatından, dininden, mukaddes kitap olan Kur’anından yüzlerini çevirenler, o kuru ağaçtan da aşağı, elbette aşağıdırlar. Burdan bize bir ders çıkıyor ki: O kuru ağaç iken onu tanır, biz mübarek Kur’anın tilmizleri, Risale-i Nur şakirdleri bizler o zatın teveccühünü kazanmaya sünnetine ittiba etmeye, şeriatıyla, şeriatının ahkâmıyla amel etmeye ne kadar candan istek göstermek lazım geldiğini elbette takdir edersiniz ve etmeliyiz, etmemiz de lazım gelir. Ve وَانْشَقَّ الْقَمَرُ nassıyla. Yani mübarek parmağının işaretiyle. Bedir halindeki kamerin iki parça olup ayrılması muhakkiklerin tahkikatıyla, bine baliğ mu’cizatla. Muhakkiklerin tahkikatıyla mu’cizat-ı Ahmediye bine varıyor bine. Bin mu’cize gösteriyor. Mu’cize demek, peygamberden zuhur eden kullara, görücülere, dinleyicilere bunun hak peygamber olduğu tasdikten başka çare kalmayacak delilleri göstermek. Çünkü getirdiği mu’cizeler kulun yapmasına imkân olmayan harikalardır. Ya kim yapıyor? Allah yapıyor. Bir zat-ı ki Cenab-ı Hak elçi olarak göndersin. Ondan sonra ondan istenen harika şeyleri onun elinden, dilinden göstermesin, imkânı var mı? Onu mahcup etmek olur mu? Çünkü ufak bir bahane ile ne yapacaklar? Onun nübüvvetini inkâr edecekler. Artık çorap söküğü gibi bir yerinden muzır mikrop gibi girse her tarafını istila eder. Onun için küfür en ufak girecek bir delik bulamamış İslamiyet kalasına nüfuz edememiştir. İşte bir değil, yüz değil muhakkiklerin tahkikatı neticesi bine çıkmış olan böyle mu’cizeler mevcuttur. Bir de müstemir vardır ve bahsettiğimiz gibi devam eden bir mu’cize var ki: oda Hazreti Kur’an, Mu’ciz-ül Beyan. Allah ahkâmıyla ameller cümlemize nasib-i müyesser eylesin. Âmin. İşte şu evsaf ile başta geliyor. Hani mülhid, müstemi’ ne diyordu? Neden bu Mi’rac-ı Azam Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselama mahsusdur, diğerleri de peygamber değil miydi, onlardan da bazıları bu mi’raca niye layık görülmediler? İşte bu onların içerisinde de en mümtazı, en seçkini olduğundan başta geliyor.
Beşinci delil-i nübüvvet: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin, güzel ahlâkın şahsında en yüksek derecede bulunması. Peygamber Aleyhisselatu Ve Selam Efendimiz ne buyuruyor: “Ben ahlâk-ı haseneyi itmam için ba’s olundum.” Ahlâk-ı haseneyi, yani güzel ahlâkı tamamlamak için ben meb’us oldum, Allah beni bunun için kullarına elçi olarak gönderdi. Onun için dost ve düşman onun ahlakında ittifak ediyorlar. Nasıl ahlak? Güzel ahlak. Ahlakların şahsında en yüksek bir derecede olması. Bütün muamelâtının şehadetiyle secaya-yı sâmiye, yine öyle. Yine güzel ahlak. Muamelatında da öyle, dürüstlük, sağlamlık. Asla hile, hud’a yok. Vazifesinde ve tebligatında en âlî bir derecede ve Din-i İslâmdaki mehasin-i ahlâkın şehadetiyle. Din-i İslam’daki güzel ahlakların şahadetiyle. Şeriatında en âlî hisal-ı hamîde, En beğenilmiş ahlak. En mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüd etmez.
Sâdisen: Biliyorsunuz ki: Dost ve düşmanın ittifakıyla dendi başında. Ahlak-ı hasene şahsında en mükemmel. Müşrikler müşrik oldukları halde ve Peygamber Aleyhisselatu Vesselam da resmen risaletle memur ve tavzif edilmediği zaman da ona ne dediler? Muhammed-ül Emin dediler. Kâbe’nin tamirinde Hacer-ül Esad’ın yerine konulmasında, ihtilafa girildiği vakit onu da en emin şekilde yine halletti. Dört mühim kabileye, her birisine bir şeyin üzerine kilim gibi bir şeyin üzerine o mübarek taşı koydurup, her bir köşesinden bir kabileye tutturup, kendisi mübarek elleriyle onu alıp Kâbe-i Muazzama’nın köşesine O’nun mübarek elleriyle yerleştirdi. O zaman bile hal-i şirkte, hal-i şirkte. Putlara tapıyorlar ha. Putlara taptıkları halde, Muhammed-ül Emin diyorlar yine kendisine. Onun için dostu da düşmanı da ittifak ediyorlar ki ahlak-ı hasene onda tamam olmuş.
Altıncı delil-i nübüvvet: Onuncu Söz’ün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi: Ulûhiyet, (Allah’lık) mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, Allah var. Amenna. Hikmeti iktiza eder ki zahir olsun, görülsün. Fakat yine hikmeti iktiza eder ki bu âlemde
لاَتُدْرِكُهُ اْلاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلاَبْصَارَۚ وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ
fermanı mucibince Onu beşer görmeye tahammül edemez. İşte ulûhiyet mukteza-i hikmet, açığa çıkmasını istedi. Kulları bilsinler ki bu musanna kâinat, bu mütenevvi mahlûkat sanisiz, halıksız olamaz. O’nun müteaddit olmasına da, muinli, şerikli olmasına da imkân-ı ihtimal yoktur. Öyle ise bu tezahürünü en azami bir derecede Zat-ı Ahmediyye Aleyhisselam göstermiştir. Nasıl gösterdi? Dinindeki azami ubudiyetiyle. Bak. O dinin muktezası olarak Cenab-ı Hak kullarından ne istiyor? İbadet istiyor. En azami mertebede ibadet eden kim olmuştur?
-: Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselam.
Hulusi Bey: Hayala değil. Putu haşa yüzbin kere haşa. Putu ma’bud ittihaz ederek değil. Belki Ma’bud-u Hakiki, Ma’bud-u Lemyezel ve Lâyezal’in evet ibadetini en azami bir derecede kendi ubudiyetiyle göstermiş.
Lillahil Fatiha.
PDF Dosyaını İndirmek İçin Tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 157) 29. MEKTUB (TELVİHAT-I TİS'A) DERS - 3 başlıklı makalemizde 29. MEKTUB ve TELVİHAT-I TİS'A hakkında bilgiler verilmektedir.