ONİKİNCİ SÖZ’DEN VE NAMAZDAKİ FIKIHİ MEVZULAR DERS -1
Hulusi Bey:
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَيْنِ الْعِناَيَةِ كَنْز ِالْهِداَيَةِ اِماَمِ الْحَضْرَةِ اَمِينِ الْمَمْلَكَةِ طِراَزِ الْحُلَلِ ناَصِرِالْمِلَلِ تاَجِ الشَّرِيعَةِ سُلْطاَنِ الطَّرِيقَةِ بُرْهاَنِ الْحَقِيقَةِ زَيْنِ الْقِياَمَةِ شَمْسِ الشَّرِيعَةِ شَفِيعِ اْلاُمَّةِ عاَلِى الْهِمَّةِ كاَشِفِ الْغُمَّةِ يَوْمَ الْقِياَمَةِ سِراَجِ الْعاَلَمِينَ.
اَللّٰهُ عاَصِمُهُ وَ جِبْرِيلَ عَلَيْهِ السَّلاَمُ خاَدِمُهُ وَالْبُرَاقُ مَرْكَبُهُ وَقاَبُ قَوْسَيْنِ مَقاَمُهُ وَالْمَعْبُودُ مَقْصُودُهُ شَمْسُ الضُّحَى بَدْرُ الدُّجَى نُورِ الْهُدَى خَيْرِالْوَرَى اِماَمِ الْمُتَّقِينَ اَصْفَى اْلاَصْفِيَآءِ مُحَمَّدِنِ الْمُصْطَفَى صَلَّى اللّٰهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ قِبْلَةِ الْعاَرِفِينَ وَكَعْبَةِ الطَّآئِفِينَ وَحَبِيبِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَعَلَى اَلِهِ وَاَصْحاَبِهِ وَ عِتْرَتِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ وَسَلِّمْ تَسْلِيماً كَثِيراً ياَ رَبَّ الْعاَلَمِينَ اَمِينَ.
-: ÜÇÜNCÜ ESAS: Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:
Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir.
(Sözler Shf:132)
Hulusi Bey: Yani içtima-i hayatta kim kuvvetli ise söz onun, hüküm onun. Kavi olmayanın boynu bükük yerde sürüngen olsun. Bu da felsefenin şeyi. Animisin Nuri.
Öğretmen Abdulkadir Ural: Hak kavinin demek şeririndir. Söylemek istediği. Hak kavinin demek şeririndir. En celil kuvvet ezmeye ezilir. Bunların felsefesi.
Hulusi Bey: Hele oku.
-: Düstur-u hayatı, “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını, “unsuriyet, menfî milliyeti” tutar. Semeratı ise, “hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid”dir. Hâlbuki kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe’ni, çarpışmaktır.
Hulusi Bey: Hakikaten yani, efendileri seçip gönderirsin enkaraya. Orda niye öyle boğuşuyorlar? Hoca Efendi!
-: Tabiatların da var boğuşmak.
Hulusi Bey: Oraya adam diye gönderdik oraya.
-: Ama işte çoğu demek o cinsten, onlar da dönüyor ona.
Hulusi Bey: Fe Subhanalllah. “Sübhâne men tahayyere fî sun’ihi’l-ukûl. Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl.” Buyur.
-: Düstur-u cidalin şe’ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür… İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.
Hulusi Bey: Saadet ne geziyor. Kim horozsa topuz elinde. Efe gerek ki kura. Alafranga nal da çakıyorlar ayakkabılarına. Anladım mı? Yani çifte atarlarsa ağzını burnunu dağıta. Bu da kardaşın değil mi senin? Gülüyor. Belki sözlerime, desene senin sözlerin hep güldürücü zaten. Evet, buyur.
-: Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar.
Hulusi Bey:
وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰىۖ وَلاَ تَعَاوَنُوا عَلَى اْلاِثْمِ وَالْعُدْوَانِۖ
-: Cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayatı; hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır.
Hulusi Bey: Şimdi gel sen anlat. Diyor ki efendim! Biz diyoruz ki mesela bir İngiliz, yalancıktan değil. Dost doğru kelime-i şahadet getirerek, inanarak Müslüman oldu.
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ
sırrınca kardeşimiz oldu. O diyor hayır. Milliyet esas. O İngiliz’dir yine. E hangisi doğru? Biz mi yanlışız onlar mı yanlış bilmiyorum. Ne dersin?
-: Fikr-i kavmiyeti tel’in ediyor, peygamber. Akif der ya. Onu telin eder Hazret-i Peygamber. Gösteriyor ya.
Hulusi Bey: Cem etti şaaibi kulubu. Nasıldı? Unuttum. Kabail-i şuubu. Ya tefsir edince öyle olur.
Cem etti kabail-i şuubu
Bir kıbleye bağladı kulubu.
Mevlaya muhabbet-i müsellem
Sallallahu Aleyhi Vesellem.
Hidayet öyle gelmiyor mu canım.
اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ
-: Tanınmak için kabail şuub var yoksa din için hakikat için düşünülür mü?
-: Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.
-: DÖRDÜNCÜ ESAS: Kur’anın, bütün kelimat-ı İlahiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen
Hulusi Bey: Tefevvukunu
-: Tefevvukunu anlamak istersen şu iki temsile bak:
Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. Birisi; âdi bir raiyet ile cüz’î bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla konuşmaktır.
Diğeri; saltanat-ı uzma ünvanıyla ve hilafet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir.
İkinci Temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ bir ziya alır. O nisbetle Güneşle münasebettar olur, sohbet eder ve o ışıklı âyineyi, karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse; güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar. Gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle minnetdarane bir sohbet eder. Der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdarı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Hâlbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıd altındaki güneşin aksi ise,
Hulusi Bey: Ama şimdi Güneş’e karşı büyük pencere açtı, yollar yaptı, O diyor, o diyor.
-: O diyor evet.
Hulusi Bey: Fakat bir ayine ile güneşe tutuyor, o ışığı da evine tutuyor. Bir ayine, çocuklar da oynar onla. Güneşe tutar ondan sonra karşıdan gelen birinin gözüne tutar. Gözünü kırpiy mi mırpiy mi hani o mesele.
-: Kamaştırma
Hulusi Bey: Ya? Nerde? Doğrudan doğruya güneşe yollar yapıp, onunla sohbet etmek. O öyle Ey nazenin Güneş. Ey nazdar güneş. Dünyanın her şeyini ışıklandırdığın ve ısıttığın gibi benim haneciğimi de ısındırdın, ışıklandırdın diyecek vaziyet nerde? Öteki ayine sahibi ancak ayinesinin miktarınca söyleyebilir. Yani حَدَّثَنىِ قَلْبىِ عَنْ رَبِّى der. Ayine sahibi böyle der. حَدَّثَنىِ قَلْبىِ عَنْ رَبِّى Benim kalbim, benim Rabbimden haber veriyor. Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’den haber veriyor.” Mahdud, tersiyeli. Evet.
-: Hâlbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıd altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduddur.
Hulusi Bey: Âsârı
-: Âsârı mahduddur. O kayda göredir… İşte bu iki temsilin dûrbîniyle Kur’ana bak. Tâ ki i’cazını göresin ve kudsiyetini anlayasın…
Evet, Kur’an der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup,
Hulusi Bey:
قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّ۪ى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّ۪ى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِه۪ مَدَدًا
Evet.
-: Evet, Kur’an der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkeb olsa, Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler.
Hulusi Bey: Deki: eğer Bahr-i muhit ve cümle deryalar, Rabbim Tealanın Kur’an manalarını ve ilm-i hikmet-i kelimatı tahrir için siyah mürekkep olsalar ve eğer o mürekkebe yine o deryalar gibi bir mislini imdad getirsen dahi rabbımın kelimatı tükenmezden mukaddem onlar tükenirdi. Zira o bahirler nihayet bulur şeydir. Amma kelimat-ı ilahiye ye nihayet yoktur. Denildi ki: yahut peygamber aleyhisselama
وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِىَ خَيْرًا كَث۪يرًۜا
dersin, sonra.
وَمَٓا اُو۫ت۪يتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلاَّ قَل۪يلاً
dersin. Yani bana hikmet verilmiştir derken ve ilimden az şey verilmiştir dersin dediler. Binaenaleyh bu ayet-i kerime nazil oldu.
(Mevakib Tefsiri)
-: …
Hulusi Bey: Onlara söylüyor. قُلْ demek o yahudi taifesine.
قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبّ۪ى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّ۪ى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِه۪ مَدَدًا
-: Muhiddin-i Arabi Hazretleri tefsir yazıyormuş bilmem kaç cilt yapmışta hala duruyormuş ya şeyinde yerinde. Bu ayet-i kerimeye geldikten sonra bırakmış. O tefsiri tamamlamamış. Yani kalemle denizler mürekkep olsa, ağaçlarda kalem olsalar rabbımın kelimatını ifade edemez, yazamaz diye o da orda bırakmış. O tefsiri tamamlamamış, derler.
Hulusi Bey: Tamamlayamaz, ya nerden tamamlasın. Onun kudsi manasına, tefsirine söz yetişir mi ki? İnsan da tükenir. İnsanda biter. Mevlid okuyanlar diyorlar, güzel söyler bazı yerinde. Mevlid sahibinin şeyi var.
Nice haşr ola, bu olmaya temâm. Nice haşr ola, bu olmaya temâm. Buna sebep de kim O zattır. Ya. Nimet deryasındayız. “Ol mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmez.” Ahan senden ben mi Hoca Efendi Hazretleri! Baba desene sen nerde canım. Ben o deryaya ben dalıyorum sen gelemezsin. İşte böyle edersin ha. Deryayı gördün mü sen girersin bizi o yerde bırakırsın. Anlimisin Nuriyin?
-: Kim kimin eteğinden tutacağı belli olur yarın.
Hulusi Bey: Belli olur. Sen eteğin topla. Kim olmaya ki ha. Olmaya ki yapışalar.
-: Yok, yok toplamasın inşâallah yayarsın.
Hulusi Bey: Hadi neyse sen oku hocayla bizim münakaşamız uzun sürer.
-: ” Şimdi şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam, Kur’ana verilmesinin sebebi şudur ki: Kur’an, ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden gelmiş.
Hulusi Bey: Her ismin a’zamlık mertebesinden gelmiş. Hatırımda kalan yalnız şudur onu söyleyeyim yeter. Mesela Halık ismine, derinliğine ulaşmak istiyorsun. Halık isminin a’zamlık mertebesine. Mesela Ya Halıke illallah deyip. Yani benim Halık’ım, sonra benim nev’imin Halık’ı. Bütün mevcudatın Halık’ı. Ezelden ebede kadar bütün var edilenlerin, halk edilenlerin Halık’ı. …. La Halıke illallah dediği zaman da bütün o mahlûka, sayıya gelmeyen o mahlûkat hepsi, orada inkişaf eder manen. La Halık. İşte o a’zamlık mertebesidir. O laftan olmaz. Bu ancak tefekkür yolu ile ve biraz Allah’ın başta bu Allah’ın inayeti, tevfiki ondan sonrada kulun da biraz emeği olacak ki olsun. Yoksa sallan dur. La Halıke illallah, La Halıke illallah. Yaa. Hoş, güzel ama bir hedef bir gaye gözetmek lazım. İşte hem fikir çalışacak hem dil. Beraber. Yalnız lisanın tahriki dili, çeneyi yorar başka bir şeye yaramaz. Anlimisin, Nuri’nim? Kesrik’ten çıkmaz, ne sen ne ben hiç. Ali Şefik Efendi merhum öyle demiş. Şeyden, Fahri’den diyordu ki kurtulmak için galat etmiş galat. Allah rahmet etsin hakikaten hiç unutamıyorum ben, Fahri’yi.
-: Hatıraları çok.
Hulusi Bey: Çok uyanık birisi idi, uyanıktı da. Hıfz eylerdi. Ne kadar lügat bilirdi ne kadar. Ben ona kamus derdim.
-: Evet evet! Öyleydi hakikaten.
-: Hem bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır.
Hulusi Bey: Bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla. Kur’an, Kur’an. Bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla Allah’ın kelamı mıdır diyor?
-: Fermanıdır.
Hulusi Bey: Fermanıdır.
-: Bir cümle yukarıdan.
Hem bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır.
Hulusi Bey: Amenna.
-: Hem Semavat ve Arz’ın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitabdır.
Hulusi Bey: Evet.
-: Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir.
Hulusi Bey: Saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Ezel ve ebed sultanının kelamı olduğu için ta ezelden beri. Evveli yok.
-: Ezelden de haber verdiği.
Hulusi Bey: Eee.
-: Hem rahmet-i vasia-i muhita noktasında, bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır.
Hulusi Bey: Muhabere mecmuası. Kiminle muhabere ediyor? Kime nazil olmuşsa onunla. Evet.
PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 170) ON İKİNCİ SÖZ/ BİRİNCİ, İKİNCİ ESAS DERS - 3 başlıklı makalemizde ON İKİNCİ SÖZ ve ON İKİNCİ SÖZ/ BİRİNCİ/ İKİNCİ ESAS hakkında bilgiler verilmektedir.