Hulusi Bey
YİRMİBEŞİNCİ SÖZ/BİRİNCİ ŞU’LE:/BİRİNCİ ŞUA:/İKİNCİ SURET:/ÜÇÜNCÜ NOKTA DERS – 1
12/03/1974 gecesi
Hulusi Bey:
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ وَ بَارِكْ وَ كَرِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا وَ مَوْلٰينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَ نَبِيِّكَ وَ رَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ وَ عَلٰى اٰلِهِ وَ اَصْحَابِهِ وَ اَزْوَاجِهِ وَ أَتْـبَاعِه۪ وَ عَلَى النَّبِيِّنَ وَ الْمُرْسَلِينَ وَ الْمَلٰئِكَةِ وَ الْمُقَرَّبِينَ وَ اْلاَوْلِيَاءِ وَ الصَّالِحِينَ اَفْضَلَ صَلاَةٍ وَ اَزْكٰى سَلاَمٍ وَ اَنْمٰى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ الْقُرْاٰنِ وَ اٰيَاتِهِ وَ حُرُوفِهِ وَ كَلِمَاتِهِ وَ مَعَانِيهِ وَ اِشَارَاتِهِ وَ رُمُوزِهِ وَ دِلاَلاَتِهِ وَ اغْفِرْلَنَا وَ ارْحَمْنَا وَ الْطُفْ بِنَا يَا اِلٰهَناَ يَا رَبَّنَا يَا خَالِقَنَا كَمَا يَل۪يقُ بِعَفْوِكَ بِكَرَمِكَ بِرَحْمَتِكَ يَٓا اَرْحَمَ الرَّاحِم۪ينَ
وَاحْفَظْناَ مِنْ شَرِّالنَّفْسِ وَالشّيْطاَنْ وَمِنْ عَذاَبِ الْقَبْرِ وَالنِيرَان ياَخَيْرَالحْاَفِظِينْ
اٰمِينَ وَ الْحَمْدُ ِللّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Hele şunu tut. Dur bakalım daha soyunma zamanı gelmedi.
بَابٌ فِى وُجُبِ اْلاِنْقِيَادِ لِحُكْمِ اللّٰهِ وَمَا يَقُولُهُ مَنْ دَعَى إِلَى ذَلِكَ وَأُمِرَ بِمَعْرُوفِ أَوْ نُهِىَ عَنْ مُنْكَرٍ
ALLAH’IN HÜKMÜNE BOYUN EĞMENİN VÜCUBUNA VE BU HUSUSA DAVET, MA’RUF İLE EMİR VEYAHUT MÜNKERDEN NEHYEDİLEN KİMSENİN NE DEMESİ LAZIM GELDİĞİNE DAİR AYET VE HADİSLER.
قال الله تعالى : فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُوا ف۪ٓى اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا٭صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظ۪يمُ٭
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Hayır, Rabbına yemin ederim ki, onlar aralarında çıkan karışık işlerde seni hakem kılmadıkça ve hem de verdiğin hükümden dolayı hiçbir sıkıntı duymaksızın sana teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”
Rabbına yemin ederim ki, onlar aralarında çıkan karışık işlerde seni hakem kılmadıkça ve hem de verdiğin hükümden dolayı hiçbir sıkıntı duymaksızın sana teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.
وقال تَعاَلىَ: اِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِن۪ينَ اِذَا دُعُٓوا اِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ اَنْ يَقُولُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَۜا وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ٭صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظ۪يمُ٭
Cenab-ı Hak okuduğum ayet-i kerimede de şöyle buyuruyor:
“Aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah’a ve Resülüne da’vet olunduklarında mü’minlerin sözleri: Ancak dinledik ve itaat ettik demekten ibaret oldu, işte onlar felah bulmuşlardır.”
Hadislere geçiyoruz.
Ebu Hüreyre radiyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber Aleyhisselama, “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır, kalplerinizdekini meydana çıkarsanız da, gizleseniz de Allah onun hesabını sorar da dilediğini yarlığar, dilediğine azab eder. Allah her şeye kadirdir” mealindeki ayet nazil olunca Peygamber Aleyhisselatu Vesselamın ashabına ağır geldi. Bundan sonra Resul-i Ekrem’e gelip diz çöktüler ve:
Ya Resulallah! Namaz, cihad, oruç ve sadaka gibi gücümüz yeten amellerle mükellef tutuluyorduk. Şimdi ise (hatıra gelen şeylerden de mes’ul tutulacağımızı belirten) bu ayet nazil oldu, buna gücümüz yetmiyor, dediler.
Peygamber Aleyhisselatu Vesselam şöyle buyurdu:
Sizden evvel geçen ehl-i kitabın dedikleri gibi: “İşittik, lakin söz dinlemeyeceğiz” demek mi istiyorsunuz? (Öyle demeyiniz) belki (İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbımız! Bizi yarlıga, bizi mağfiret buyur, nihayet sana varacağız), deyiniz. Bu ayeti onlara okuduktan ve (işittik ve itaat ettik), demeye alıştıktan sonra, Allahu Teâla bu ayetin arkasından:
“Peygamber, kendisine Allah tarafından indirilen Kitaba iman etti, mü’minler de iman ettiler, her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar: peygamberleri birbirinden ayırt etmeyiz, biz işittik, itaat ettik. Ey Rabbımız! Sen’den mağfiret isteriz, döne dolaşa nihayet Sana varacağız” dediler. Ashab bu sözü söylemeye alışınca Allahu Teâla bu ayeti neshetti ve: “Allah, bir kimseye gücü yetmeyecek bir şey teklif etmez, herkesin kazandığı iyilik kendisine, yaptığı fenalık da kendisinedir. Ey Rabbımız! Unutursak yahut yanılırsak bizi muahaze etme (Allah, evet dedi). Ey Rabbımız! Bizden evvel geçenlere yüklediğin ağır yükü bize yükleme (Allah, evet, buyurdu).
Amenerresulu ha, amenerresulünün şeysi
(Allah, evet, buyurdu).
Ey Rabbımız! Gücümüz yetmiyecek işleri bize tahmil etme. (Allah, evet dedi). Bizi affet, bizi yarlıga, esirge. Sen bizim Mevla’mızsın, kâfirlere karşı bize yardım et (Allah, evet dedi).
Bitti. Bu bitti, buyur. Ne okuyacan? Bu mu? Peki.
بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَه۪يرًا
sadakallahü rabbunel ala.
Ha bu ayet. Cenab-ı Hak ferman buyuruyor. Cinn-i inse hitap ediyor. Hep bir araya gelin şu Kur’an’a benzer bunun gibi bir söz siz de meydana getirin bakalım. Kur’an’ın nazil olduğu zamanda Arabistan’ın, yani İslamiyet nurunun parladığı yerde Arabistan yarım adasında cehalet, ümmilik alabildiğine yer etmiş vaziyette. Fakat buna mukabil belağat çok ileri gitmiş. Musa Aleyhisselam zamanında sihir revaçta idi. Hazreti Musa bütün sihirleri alat-ı edavatıyla beraber yok edecek mucize ile geldi, peygamberliğini Allah’ın izniyle o yanlış yolda olanlara ispat etti. Hazreti İsa Aleyhisselam zamanında tıp revaçta idi. Yani muhafaza-i sıhhat, hastalıktan korunmalar ve hastalara şifa vermeler en hünerli marifet sayılırken İsa Aleyhisselam geldi. Tıbbın yetişmesi muhal olacak şeyi mucize olarak, mesela anadan doğma köre mübarek elini onun gözünün üstüne sürmekle, anadan doğma kör, görmüyor. O gördü. Ebresi, ekmeh’i onu şifaya yetiştirdi. Ölüyü izn-i İlahi ile diriltti. İzn-i ilahi ile diriltti. Ha. Mucize olarak bunlar zuhur etti. Bu hususta Risale-i Nurun külliyatına dâhil olan yirminci sözün ikinci mebhasında kâfi derecede izahat vardır. Bütün peygamberlere ait şeylerden orada misaller getirerek, bugünkü beşer terakkiyatının Kur’an’ın işaret buyurduğu, Kur’an vasıtasıyla Cenab-ı Hakkın ferman buyurduğu işaret ettiği mertebelere daha ulaşmamış, ulaşmaktan çok geri durumda olduklarına orada sarahatle, açıkça işaretler vardır. O bahsi şimdi okumayacağım. Eğer şey ederse, lüzum görülürse oraya da geçeriz. Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselam teşrifinden evvel, yani kendisine de nübüvvet gelmezden evvel Arabistan Yarımadası cehalet içeresindeydi, vahşi, adetlerine meftun ve mutaassıb vaziyettelerdi. Putlara taparlardı. Buna rağmen rağbette olan onların sukunda ve pazarında geçer akçe ehemmiyetle iftiharla taşınan bir meziyetleri vardı ki; çok beliğ konuşurlar, güzel kasideler yazarlar, hatta bunların içerisinde Kâbe’nin duvarlarına altun yazılı olarak yazılanlar oldu. Ama Kur’an işte bunlara karşı öyle beliğ, öyle fasih, öyle selis beyanat-ı Kur’aniye geldi ki o levhaları, altun yaldızlı levhaları oraya asanlar kendi elleriyle gittiler, Kâbe’nin duvarından o kasideleri indirdiler. Bu suretle Kur’anın emsalsiz belağatte, fesahatte, selasette, bedahatte, beraatte, cezalette olduğu iki kere iki dört katiyetinde sabit oldu. İşte bu belağatin cari olduğu devirde, o yarım adada, Arabistan Yarım adasında o kadar ehemmiyeti vardı ki beliğ sözün. İki taife, iki kabile, iki kavim bir beliğin nafiz sözüyle, beliğ sözüyle birbiriyle savaşırlar, muharebe ederler yahut birbirileriyle sulh olurlardı. Yani birbirini yok edinceye kadar uğraşmaktan vazgeçerler. Bir tek söz. İşte Kur’an böyle bir zamanda nazil oldu. Onlar Kur’an’ın belagati karşısında kendilerinin ihtiram ettikleri, Kâbe duvarına astıkları sözlerin artık bu beyanat-ı Kur’aniye karşısında değersizliklerini anladılar onları indirdiler. 1300 sene değil 1400 sene oldu şimdi. Kur’an yine o ayeti ile bütün cinni ins’e hitap edip duruyor. Arabi milyonlarla eserler yazılmış. Herkes sözünü güzelleştirmek için ancak Kur’an’ın bazı ayetlerinden parçalar sözlerinin arasına sokmak suretiyle güzelleştirmek gayretine düşmüşler. Fakat benzerini yapamamışlar, yapamayacaklar, asla yapamazlar. Çünkü onun nazirini getirmeye kimse muktedir olamaz, kimsenin gücü yetmez. Allah kelamıdır. İşte buraya kadar okuduğumuz şeyler, Kur’an’ın şu mahiyetteki tarifi için aynen okumamız lazım gelen, fakat ancak onun karşısında O, yani gayet sükûnetle akan insanın damarlarına, iliklerine kadar nüfuz eden o mübarek sözler karşısında nihayet kemal-ı huşu ve huzu ile durmamızdan başka elimizden bir şey gelmeyecek bir vaziyeti almak lazım. Şimdi biz bunu anlamaya çalışmak için o ifade ettiği güzel manaları biraz açalım dersek hakikaten çok zaman yer ve o güzellik gider yine güzelliğini aynen tekrar edip izahını yapacağız. Buna vaktimiz müsait değildir. Fakat dersimizin buraya gelmesini de ihmal etmeyeceğiz. Biraz okuyalım inşâallah istifademiz olur. Temnni ediyoruz Cenab-ı Haktan. Biz okuyucu, Cenab-ı Hak kalplerimize, bilmiyorum bana kıyas etmeyeceğim kalplerinizi. İnşâallah hakaiki almaya istidat ve istihkak kasbetmiş kalpleriniz o kudsi manaları alır ve ondan faidelenirsiniz, ben de sizin mübarek, samimi davranışınızla belki Cenab-ı Hak bana da merhamet eder, bana da tesir ettirir. Onun rahmetinden ümit varım. Buyur bakalım. Eeey sıra geldi cübbeyi çıkarmaya.
-: Üçüncü Nokta: Üslûbundaki bedaat-ı hârikadır. Evet, Kur’anın üslûbları hem garibdir, hem bedî’dir, hem acibdir, hem mukni’dir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi, taklid etmemiş.
(Sözler Shf: 374 )
Hulusi Bey: Beda’et
-: Hiç kimse de onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûblar taravetini, gençliğini, garabetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.
-: Bedahet
Hulusi Bey: Beda’et. Ayn’la ayn’la ha. Be, dal, elif, ayn, te. Bedi’ den geliyor. Evet.
-: Evet, Kur’anın üslûbları hem garibdir, hem bedî’dir, hem acibdir, hem mukni’dir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi, taklid etmemiş. Hiç kimse de onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûblar taravetini, gençliğini, garabetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.
-: Beda’et: Hayret verici, yenilik ve iyiliklerde üstünlük. Acib ve garib olma. Yeni zuhur etme bedi’ilik.
-: Ezcümle, bir kısım surelerin başlarında şifre-misal
الم ٭ الر ٭ طه ٭ يس ٭ حم ٭ عسق
gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bedî’îsi, beş-altı lem’a-i i’cazı tazammun ettiğini “İşarat-ül İ’caz”da yazmışız. Ezcümle: Surelerin başında mezkûr olan huruf, hurufatın aksam-ı malûmesi olan mechure, mehmuse, şedide, rahve, zelaka, kalkale gibi aksam-ı kesîresinden her bir kısmından nısfını almıştır.
Hulusi Bey: Nesini almış?
-: Nısfını, yarısı.
-: Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakilinden nısf-ı ekall olarak bütün aksamını tansif etmiştir.
Hulusi Bey: Esasen, şu şeyde bu ayeti şey ediyor, değil mi? Neyse oku, oku sen.
يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُواۜ لاَتَنْفُذُونَ اِلاَّبِسُلْطَانٍۚ٭فَبِاَىِّ اٰلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ
-: Şu mütedâhil ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimal içinde mütereddid yalnız gizli ve fikren bilinmeyecek bir tek yol ile umumu tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz. İşte bir şifre-i İlahiye olan surelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş-altı lem’a-i i’caziyeyi gösterdikleriyle beraber; ilm-i esrar-ı huruf ülemasıyla evliyanın muhakkikleri şu mukattaattan çok esrar istihrac etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir.
Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede
Hulusi Bey: Hem umuma
-: Hem umuma göz görecek derecede isbat edemediğimiz için o kapıyı açamayız. Yalnız “İşarat-ül İ’caz”da şunlara dair beyan olunan beş-altı lem’a-i i’caza havale etmekle iktifa ediyoruz.
PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 174) ONSEKİZİNCİ SÖZ /BİRİNCİ NOKTA, YİRMİALTINCI SÖZ/HÂTİME VE ASAR-I BEDİYYE’DEN DERS -1 başlıklı makalemizde ASAR-I BEDİYYE’DEN, onsekizinci söz ve yirmi altınci söz hakkında bilgiler verilmektedir.