185) YİRMİNCİ MEKTUB/İKİNCİ MAKAM/ONUNCU KELİME:/ÜÇÜNCÜSÜ DERS – 2

185) YİRMİNCİ MEKTUB/İKİNCİ MAKAM/ONUNCU KELİME:/ÜÇÜNCÜSÜ DERS – 2

ADAD

Hulusi Bey

YİRMİNCİ MEKTUB/İKİNCİ MAKAM/ONUNCU KELİME:/ÜÇÜNCÜSÜ DERS – 2

-: Üçüncü menba’ olan tecelli-i ehadiyet:

(Mektubat Shf:247 )

Hulusi Bey: Ne vardı? İmdad-ı vahidiyet, yüsr-ü vahdet, tecelli-i ehadiyet. Şimdi tecelli-i ehadiyete mi sıra geldi?

-: Evet.

-: Yani Sâni’-i Zülcelal cisim ve cismanî olmadığı için, zaman ve mekân onu kayıd altına alamaz. Ve kevn ü mekân, onun şuhuduna ve huzuruna müdahale edemez. Ve vesait ve ecram, onun fiiline perde çekemez. Teveccühünde tecezzi ve inkısam olmaz. Bir şey, bir şey’e mani olmaz. Hadsiz ef’ali, bir fiil gibi yapar. Onun içindir ki; bir çekirdekte koca bir ağacı manen dercettiği gibi, bir âlemi birtek ferdde dercedebilir. Bütün âlem, birtek ferd gibi dest-i kudretinde çevrilir. Şu sırrı başka Sözlerde izah ettiğimiz gibi, deriz ki: Nasılki nuraniyet itibariyle bir derece kayıdsız olan Güneş’in timsali, her bir cilâlı parlak şeyde temessül eder. Binlerle, milyonlarla âyineler nuruna mukabil gelse, birtek âyine gibi inkısam etmeden bizzât her birinde cilve-i misaliyesi bulunur. Eğer âyinenin istidadı olsa, Güneş azametiyle onda âsârını gösterebilir. Bir şey, bir şey’e mani olamaz. Binler, bir gibi ve binler yere, bir yer gibi kolay girer.

Binler, bir gibi ve binler yere, bir yer gibi kolay girer.  Her bir yer, binler yer kadar o güneşin cilvesine mazhar olur.

İşte وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى şu kâinat Sâni’-i Zülcelal’inin nur olan bütün sıfâtıyla ve nuranî olan bütün esmasıyla, teveccüh-ü ehadiyet sırrıyla öyle bir tecellisi var ki; hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde hazır ve nâzırdır. Teveccühünde inkısam olmaz. Aynı anda, her yerde, külfetsiz, müzahamesiz her işi yapar.

         İşte şu imdad-ı vâhidiyet ve yüsr-ü vahdet ve tecelli-i ehadiyet sırrıyladır ki; bütün mevcudat, bir tek Sâni’a verildiği vakit; o bütün mevcudat, bir tek mevcud gibi kolay ve sühuletli olur. Ve her bir mevcud, hüsn-ü san’atça, bütün mevcudat kadar kıymetli olabilir. Nasılki mevcudatın hadsiz mebzuliyeti içinde, her bir ferdde hadsiz dekaik-ı san’atın bulunması bu hakikatı gösteriyor.

Hulusi Bey: Orayı bir daha. Nasılki

-: Nasılki mevcudatın hadsiz mebzuliyeti içinde, her bir ferdde hadsiz dekaik-ı san’atın bulunması bu hakikatı gösteriyor. Eğer o mevcudat, doğrudan doğruya bir tek Sâni’a verilmezse; o zaman her bir mevcud, bütün mevcudat kadar müşkilâtlı olur ve bütün mevcudat, bir tek mevcud kıymetine sukut eder, iner. Şu halde ya hiçbir şey vücuda gelmeyecek veya gelse de kıymetsiz, hiçe inecektir.

         İşte şu sırdandır ki: Ehl-i felsefenin en ziyade ileri gidenleri olan Sofestaîler, tarîk-ı haktan yüzlerini çevirdiklerinden, küfür ve dalalet tarîkına bakmışlar; görmüşler ki: Şirk yolu, tarîk-ı haktan ve tevhid yolundan yüzbin defa daha müşkilâtlıdır, nihayet derecede gayr-ı makuldür. Onun için bilmecburiye herşey’in vücudunu inkâr ederek akıldan istifa etmişler.

Hulusi Bey: Haa, kurtuldular şimdi. Her şeyin vücudunu hatta kendi vücudlarını da inkâr ederek akıldan istifa etmişler. Sofestai en ileri gidenleri. O şeyde Yirmibeşinci sözde, hükemanın bir kısmından işrakiyyün kısmı böyle halt ederlerse diğerlerini kıyas et dediği gibi işte. O ileri gidenler, akıldan istifa edecek vaziyete gelirlerse diğerlerini kıyas et.

-: Dördüncüsü: Şu kâinatta şu görünen ef’al ile tasarruf eden Zât-ı Kadîr’in kudretine nisbeten Cennet’in icadı, bir bahar kadar kolay ve bir baharın icadı, bir çiçek kadar kolaydır. Ve bir çiçeğin mehasin-i san’atı ve letaif-i hilkati, bir bahar kadar letafetli ve kıymetli olabilir. Şu hakikatın sırrı üç şeydir:

             Birincisi: Sâni’deki vücub ile tecerrüd.

Sâni’deki vücub ile tecerrüd.

             İkincisi: Mahiyetinin

Hulusi Bey: Yani sani’ vardır, fakat başka şeyin hiç müdahalesi yoktur varlığına. Kendi varlığı ile vardır. Tecerrüd var. Peki.

-: Sâni’deki vücub ile tecerrüd.

İkincisi: Mahiyetinin mübayenetiyle adem-i takayyüd.

Hulusi Bey: Hiçbir şeye benzemediği halde. Evet. 

-: Mahiyetinin mübayenetiyle adem-i takayyüd.

Hulusi Bey:  Onlarla mukayyed değil. Benzemiyor amma onlarla da mukayyed değil, bağlı değil.

-: Üçüncüsü: Adem-i tahayyüz ile adem-i tecezzidir.

Hulusi Bey: Nedir?

-: Adem-i tahayyüz ile adem-i tecezzidir.

Hulusi Bey: Yani,

-: Hacmi yok.

Hulusi Bey: Bir mekâna

-: Mekândan münezzehtir.

Hulusi Bey: Mekândan münezzehtir.

-: Hem de bölünmez 

Hulusi Bey: Tehayyüz’e bakın. Evet, Adem-i tahayyüz ile adem-i tecezzidir.

-: Adem-i tecezzidir.

Hulusi Bey: Hı, bölünmek de yok. Evet.

-: Birinci Sır: Vücub ve tecerrüdün hadsiz kolaylığa ve nihayetsiz sühulete sebebiyet vermeleri, gayet derin bir sırdır. Onu bir temsil ile fehme takrib edeceğiz. Şöyle ki:

-: Tahayyüz: (Hayz. den) Yer tutmak, yer almak. * Ehemmiyet kazanmak. * Fizikte: Herhangi bir cismin boşlukta yer alması.

-: Bir daha okusun.

-: Tahayyüz: (Hayz. den) Yer tutmak, yer almak. * Ehemmiyet kazanmak. * Fizikte: Herhangi bir cismin boşlukta yer alması.

-: Eni, boyu yüksekliği olması.

Hulusi Bey: Cenab-ı Hak mekândan münezzehtir, hiçbir mekân onu istiab edemez. Hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde de bulunabilir. Çünkü umum mülk onundur. Evet.

-: Vücud mertebeleri muhteliftir. Ve vücud âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücudda rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ: Âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hâfıza âlem-i manadan bir kütübhane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i haricîden olan tırnak kadar bir âyine, vücudun

Hulusi Bey: Başka tarafa bakmaya lüzumu yok. Yedi yaşında Kur’anı hıfz eden bir hafız efendi. Kuvvvetli. Maddi şeylerle yönleri de tahlilden, tefrikten geçirelim. Hafıza denilen şeyde bir hardal tanesi kadar, dimağda yer işgal ediyor. Şimdi bu dimağ da yer işgal eden kuvve-i hafıza ki bir hardal tanesi kadardır. Bu semavi kitabı bütün hurufuyla, nukuşuyla, harekâtıyla, cezmiyle, bütün onun içerisinde var. Neresinde? Neresinde? Ondan sonra, bir sürü kitapları mütalaa etmiş onların birçoğu da hafızasında kalmış. Yine o hardal tanesinde. Onlar neresinde? Demek ki insanın şeyi gibi, yani hafızasın da bu kadar hassa bulunursa, kütüphaneler dolusu malumat ona girse daha yok mu diyecek. İlme merakı olan zevatı görmüşüz. Allah rahmet etsin o da öldü ya. Ömer Naim’i bir gün babasının kütüphanesine bizi götürdü. Dört tarafı da böyle tavana kadar kitap dolu. Hangi kitaba elimizi atsak içerisinden mutlaka bir şerhini buluyoruz. Bütün bu kitapları nasıl okumuş ki kenarına da o şerhi vermiş. Hulasa mal Allah’ın, mülk Allah’ın hepsi onun. İşte bir hafızası var. Öyle ise levh-i mahfuz-u azam’ın derecesini düşün sen. Orda bütün şeyler orda hıfzediliyor. Yalnız insanın a’malı değil, ef’alı değil, akvalı değil her şey orda muhafaza ediliyor.  O büyük bir mektub. Kader-i ilahinin kalemiyle orda her şey mazbut, mahfuz. Zamanı geldikçe ordan izhar ediliyor. Velhasıl yani akl-ı şerifimiz idrakinden aciz. Mevlid sahibinin akıl, fehim idrakinden aciz diyor ya. O seyahat-i mi’raciyeyi beyan ederken. Bu kal ile olmaz ki hal ile olur. E halde dile getirilemez ki söylensin. Ne harfi var, ne savtı var. Orda konuştu, nasıl konuştu, harfsiz savtsız nasıl konuştu, ne konuştu? Yalnız, duada iyi diyorlar. Ol gece söyleşilen söz hakkı için. O kadar. Ol gece söyleşilen söz hakkı için. Ol gece Hakk’ı gören göz hakkı için. Göz hakkı görebilir mi?

لاَتُدْرِكُهُ اْلاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلاَبْصَارَۚ

Amma mi’rac-ı ruhani ve cismaniye muvaffak olan Hazreti Muhammed. İtikatımız odur. Cenab-ı Hakkı bu gözle görmüştür. Fakat vasf edemez, etmemiş. Vasf’a sığar mı? Çünki bir şeyi tasvif etmek huruf ile kelimat ile hece ile olacak. Böyle bir şeye benzetilir mi, böyle bir şeye söylenir mi? Velhasıl çizmeden yukarı çıkmayalım. İyi demiş. Mevlid yazan zat, Allah rahmet etsin, o öyle demiş.  Ne demiş? Ol gece söyleşilen söz hakkı için. Ol gece Hakk’ı gören göz hakkı için. Yani onun gördüğünü başkası görse idi diyecekti o gece Hakkı gören Hazreti Muhammed ile şu, şu, şu, şu, şunların da o görenlerin hepsinin gördükleri göz hakkı için. Bir tane. Var mı başka?

Ya el Hac Said. Sen Said el-Hudri’misin? Said el-Hudri’misin sen?

-: Ben kürdiyim.

Hulusi Bey: Oooo maşallah.

-: Cenab-ı peygamber aleyhisselatu vesselamın Cenab-ı Hakkı görme hakkında bazen çok tereddüd, münakaşa yapıtılar, acaba

Hulusi Bey: Böyle şeyler konuşmak doğru değil. Biz dersimizden çıkmayalım. Ayet sarih işte.

-: Yani fıkıhta bahis geçmemiş mi diyorum?

Hulusi Bey:

لاَتُدْرِكُهُ اْلاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلاَبْصَارَۚ وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ

Süre-i Araf’ta mıdır? Bunu nasıl okuyayım. Cenab-ı Hak mekândan münezzehtir. Peygamber aleyhisselatu vesselamın mi’raçta gördüğü gibi onlar da cennette öyle görürler onlar. Mi’racın meyvelerinden biri de rü’yet-i cemalullah’tır. Bu meyveyi getirmiştir. Mümkindir. Rü’yeti mümkündür, fakat oraya mahsustur. Buldun mu?

-: Hayır bulamadım. Yüz kırk iki dediler.

Hulusi Bey: Ben bu karanlıkta meyvelerine bakın canım. Mi’racın neticeleri, meyveleri var. Meyvelerinde kaç yerde tekrar eder ki rü’yet-i cemalullah meyvesini getirmiştir. Yani netice netice. Mi’raca çıktı, peki ne getirdi bize? Bizim gaybi iman etiğimiz şeylerin hepsini gözüyle gördü, bize bunların hakikat olduğunu, iman ettiğimiz doğru bir iman olduğunun hakikatini getirdi. “Allah var, ben gözümle gördüm.”

“Gözler onu dünyada ihata ve idrak edemez. Allahu Tealanın ilmi cümle ebsarı ihata eder, latiftir, ebsar idrak etmez, habir’dir ebsarı idrak eder.”

(Mevakıf Tefsiri, Enam Suresi Ayet: 103)

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

Onun cevabı mi’raç dersine bakın meyvelerini okuyun. Orada var, dediğimiz şey.

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ * وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَل۪ينَ * وَالْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

Cenab-ı Hak ve Feyyazı Mutlak Hazretleri sohbetinde bulunduğumuz şu mübarek ders-i Kur’anî’den iman-ı tahkiki dersinden hâsıl olan sevap hürmetine ehl-i imanın bütün hastalarına acil şifalar, dertlilerine acil devalar, borçlularına vesair müşkilata maruz olanlarına bu elemlerden kolaylıkla kurtulmalar nasib-u müyesser eyleye. Cümlemizin ahir-u akibetlerini hayr eylesin. Yolcularımıza selametler tevfik eylesin. Şu dünyada iken bizi iman ve Kur’an hizmetinde bulunduran Rahman ve Rahim olan Allah’ımız, ahirette de sevgili habibinin livası altında inşâallah bir araya getirerek haşr-ü cem eylesin.

يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍۜ

Sırrınca günahlarımız affı mağfiret etsin. Suri ve manevi müşkülatımızı hal eylesin. Memleketimizi sair bilad-i İslamiyeyi her türlü afat ve mesaibden Hafiz ismi hürmetine muhafaza eylesin. Vademiz hitamında ol kelime-i münciyeyi mübareke ki, buyurun.

اَشْهَدُ اَنْ  لآَ اِلٰهَ اِلاّٰ اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ

Diyerekten huzur-u izzet-i mevlaya geçmek nasib-i müyesser eylesin. Bütün geçmişlerimize rahmet eylesin. Bahusus mübarek dersleriyle feyz-yab olduğumuz mübarek Üstadımızın ruhunu şadeylesin. Ahirette de şefaatine mazhar eylesin. Dünyada hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede bulunmaktan bizi ayırmasın. Vademiz hitamına kadar emanette emin olanlar zümresinde bulundursun, hainler zümresine bizi sukut ettirmesin.

Lillahil Fatiha maasselavat

PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız!

Bir önceki yazımız olan 184) YİRMİNCİ MEKTUB/İKİNCİ MAKAM/ONUNCU KELİME:/ÜÇÜNCÜSÜ DERS - 1 başlıklı makalemizde 20. mektub 2.makam 10.kelime hakkında bilgiler verilmektedir.