ENE BAHSİ İLE ALAKALI MEVZULAR DERS – 2
-: Kendindeki ölçücükler ile onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” der ve cüz’î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san’atçığıyla o Sâni’-i Zülcelal’in ibda-i san’atını anlar.
Hulusi Bey: İbda-i san’atını anlar.
-: İbda-i san’atını anlar. Meselâ: “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş.” der.
-: Allah razı olsun
Hulusi Bey: “Müdavele-i efkârdan barika-i hakikat çıkar.” Diyorlar.
-: Efendim demek istiyor ki; önce bir basamak yaptı. Farazi bir hat çiziyor kendi hududunda
Hulusi Bey: Oralar belli, oralar belli. Başını iş anlamak. İşin başını almazsak sonuna kadar o anlamamazlık bizden beraber gelir. Şimdi ben, yine ben diyorum yine. O ben dedirten bir şey var. Bi enaniyet var bizde. Şimdi benim enaniyetten anladığım ve herkese anlatabileceğim bir hakikat şudur ki; biz mevhum değiliz. Cenab-ı Hak bize bir vücud vermiş, bir varlık vermiş. Kendi Vâcib-ül Vücud olan varlığından bize de mümkin-ül vücud olarak bir vücud vermiş, bir varlık vermiş. Bunun ışığı altında birçok şeylerde tasarruf etmek, birçok ağır yükleri de kaldırabilecek bize bir cesareti de kendisi vermiş. Eğer o cesareti vermese idi, biz o emaneti de yüklenemezdik. Şimdi enaniyet bize emanet olarak verilmiş. Emanet olarak verilmiş ki; biz onunla hem Ene’yi çözelim, hem de bütün mümkin-ül vücud sahasındaki her vücuda akıl erdirecek bir hale gelelim. Zat-ı Vâcib-ül Vücud’un tasarrufu umumi, umum âlemde cereyân halinde. Bizde bu âlemde getirmiş, daha ahirete girmedik daha bu âlemdeyiz. Şimdi fakat buradan alacağımız dersimizi. Bu kitaplar da verilmiş ki buradan şey edelim. Ene’yi biz şimdi kendimiz aklımızca düşünelim. Şimdi ben söyleyeceğim dedim. Elimde olmayan bir tesir altında, ben konuşacağım biraz da dedim. Demek ki bende bir varlık var. Ben mevhum muyum? Mevhum değilim. Fakat benim vücudum vacib-ül vücudun, vücuduna nispetle bir kıl bile değil. Fakat o kıl gibi olan varlığı bana vermekle, bir elif gibi olan o şeyin, iki tarafını da kullanacağız. Hayır, tarafı da var, şer tarafı da var. Biz hayra çevirirsek, Cenab-ı Hak hayrı halkeder. Şerre sarf edersek Cenab-ı Hak o şerri halk eder. Şimdi bize bu miftahı vermiş yahut bu mizanı vermiş. Bizim vacib-ül vücudun tasarrufu karşısındaki Hikmet-i vücudumuz, şeyin dediği gibi mizanü’l hararet, mizanül hava nevinden yani barometre, termometre gibi bir şeyler. Budur. Kendi mevhum varlığımız, hayali tasarrufumuz bunlar değil ama emaneti deruhte etmek de hem de melaikeye rüçhanımızı göstermek, neden oldu? Semavat, arz, cibal yüklenemediği ağır bir yükü, ne cesaretle, demek ki o kıl gibi bir vücudu bize vermekle, bu büyük emaneti yüklenmeye biz de bir varlık gördü. Öyleyse bizi var edenin, bir inayetidir ki bize bu aleti mizan-ül hararet, mizan-ül hava nevinden, evet bize vermiş. Onunla mevcudat ayinelelerinde tasarrufu devam eden, tecelliyatı devam eden esma ve sıfat-ı ilahiyenin esrarına bir derece akıl erdirelim. Olmasaydı ne anlayacaktık? Yani mevhum olsaydık. Hiç zahiri bir vücudumuz olmasaydı? Biz duvara mı söyleyeceğiz? Duvar ne diyorsun? Bak şimdi karşımda mesela; Nusret hoca, Nusret hoca da anladığını söylüyor, bu tarafta Hafız Zihni anladığını söylüyor, Nurettin bey anladığını söylüyor, daha diğer herkes kendisine göre bir şey var. Demek bizde bir ene var. Ama ene de nasıl orda okuduk kapalı bir kutu. Onu açmak lazım. Bilmek lazım ki açalım. Bize bir vücud vermiş. Fakat bizim vücudumuz, vacib-ül vücudun, vücuduna nispette nedir?
-: İnce bir kıldır Efendim.
Hulusi Bey: Peki, bir kıl. Bir şule, bir ışıktan ibaret. Bundan fazla bir şeyimiz yok. Bir mizan vermiş ha. Bir mizan-ı hava. Barometre midir, termometre midir? Bununla harareti ölçeceğiz, basınç değerini anlayacağız. O onu o vaziyette, ondan daha ilerisi yok. Şimdi o cüz’i şeyimizi, vacib-ül vücudun tasarrufu gibi bir şeye ve rububiyet, Rabb-ül aleminin vasıflarını kendimizde varmış gibi bir hale girmek. O Allah korusun, o başka şey, şirke gider o iş. Bizim neyimiz var ki? Demek ki, bize bir ene vermiş. Bizi herhalde mesul etmek için aynen bu mesele, kaderdeki. Benim anladığım bu âcizane. Birisi cüz-i ihtiyari meselesidir kadere girmiş. Birisi de enedir ki, şu mühim dersin içerisine girmiş. Enemiz burada ne rol oynuyorsa öbür tarafta cüz-i ihtiyari aynı rol oynuyor. Kader-i ilahi –Lâ yetegayyer- değil mi?
-: Evet.
Hulusi Bey: Cüz-i ihtiyari ne oluyor? O mesuliyetten kurtulmamak için, bizim de irademiz var, ama cüz-i bir irade. Burada da bir vücudumuz var amma kıl gibi bir vücudumuz var. Ene’miz var, inkâr edemeyiz ki. Yani mevhum değiliz, bir varlığımız var. Vacib-ül vücuda nisbeten varlık denecek vaziyeti de yoktur. Bunu böyle esasından temelden bu tarzdan başlarsak, bu dersi bir derece anlaya biliriz.
-: Efendim! Ene mevhum, malikiyeti ene’yi mevhum değil malikiyetini mevhum kabul ediyoruz.
Hulusi Bey: Neyi mevhum kabul ediyoruz.
-: Burda diyor. Mevhum rububiyetini, mevhum malikiyetiyle diyor.
Hulusi Bey: Malikiyetimiz nedir? Malikiyetimiz de öyle, varlığımız da öyle. Çok zaif bir şeyimiz var. Fakat orta yerde bir emanet-i kübrayı yüklenecek bir şey olacak. Eğer enaniyetimiz olmasaydı bizde o yükün altına giremezdik. Onu veren kendisi, o neticeyi de bizden isteyen O’dur. Niçin semavat, cibal, arz tevahhuş ettikleri, tahammülünden çekindikleri mülkü, insanı ürkmeyip cesaret edip de yükleniyor. Onun şeysi nedir, neticesi nereye gidiyor? Semavat, arz, cibal yüklenemedikleri bir şeyi, insan ne cesaret edip yükleniyor. Enesiyle. Yani kendi haddini biliyor. Varlığının da incecik bir vaziyeti vardır. Buna rağmen onun tesiri altında diyor ki: Ben bu işi yüklenirim. Netice mükafattan. Cenab-ı Hakkın havl-ı kuvvetiyle bana semavatı, arzı ve cibalı musahhar eder. Etmedi mi? onları insanın bu cesaretine karşılık, gösterdiği civanmertliğe karşılık Cenab-ı Hak’ta semavatın yüklenmedi, arz sende yüklenemedin, cibal siz de yüklenemediniz. Fakat şu insancık yüklendi niçin? Neticede
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ
Biz cin ve insi yarattık ki ne olsun?
-: Kulluk yapsın.
Hulusi Bey: Kulluk vazifesini yapsınlar. Şimdi hiç olmazsa bize ene vermeseydi, bu yükün altına girmezdik, o vazife-i ubudiyete de yanaşmazdık.
-: Yani o zaman insanların halkına da ihtiyaç yoktu.
Hulusi Bey: Efendim!
-: O olmasaydı bu vaziyette insanların yaratılmasına da lüzum yoktu.
Hulusi Bey: Yoktu. Zaten
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ
Onların hilkatinden gaye ne imiş? Kulluk etsinler. Sofilerde ne diyor? “Ey li ya’rifun.” diyorlar değil mi? “Ey li ya’rifun.”
-: Evet
Hulusi Bey: O da sofi mesleğine göre öyle diyor. İrfana ermek mümkün olmaz. Şimdi bizim enaniyetin esas bize verdiği şey vacib-ül vücudun vücuduna nisbeten zaif bir vücudumuz var. Bu muhakkak. Fakat o zaafımız içerisinde birde yüklenmek şeysi var. Kime dayanıyoruz da güveniyoruz? Emaneti yüklenmek cesareti gösterdiğimiz için bize mükâfat olarak semavatı da, arzı da, dağları da insanoğluna musahhar etmiş.
-: Efendim bu yine Üstad hazretleri mektubatta diyor ki: soruyorlar, diyorlar, Cenab-ı Hak Hazreti Adem’i cennetten niçin yeryüzüne azl etti. Elcavap tevzifdir, diyor. Hikmeti tevzifdir diyor.
Hulusi Bey: Hikmeti tavzif. Adem Aleyhisselamı niye cennetten çıkardı? Tavzif. Vazifelendirdi. Yoksa
…………………………….
Ve Cibale de tefevvuk etti ki Onun havl-ü kuvvetiyle. Ondan sonrada esma-i İlahiyeyi, sıfat-ı İlahiyeyi de bilmek için bize ölçüler verdi. Zaten bir mizan vaziyetinde bilin diyor ya. Enaniyetinizi bir mizan gibi kullanın. Bir mizan mahiyetinde görünmüş. Mizan-ı hava, mizan-ı hararet gibi. Bizde de kudret var. Kadir-i mutlakın, Âlim-i mutlakın, Hâkim-i mutlakın ilmine, hikmetine, kudretine nisbeten bizdeki şeyler, hiç görünmeyecek derecededir. Hiç ehemmiyetsiz bir şeyler olduğu halde, fakat bu daimi bir ziya var. Daimi bir ışık var. Bu ışığın mahiyetini bir derece anlamak için ne yapmak lazım? Ya hakikaten bi karanlık getireceğiz yahut hayalimizle bir karanlık çizeceğiz. Muvakkaten o aydınlığı karanlığa tebdil edeceğiz ki işin hakikatı anlaşılsın. Şimdi Cenab-ı Hakkın bütün esması, bütün evsafı nihayetsiz bir hududa malik. Misali de getirmiş. Ben şu evi bana verdiği cüz-i ilim, cüz-i irade, cüz-i kudretle şu küçük kulübeyi ben yaptım. Bana onun verdiği ilimle, kudretle bu işi yaptım. Ama şu âlem sarayını yapanın benim kulübeme nisbeten ne derece büyüklüğü varsa, bu büyük âlem sarayını yapan zatında ilmi, kudreti, kuvveti, sanatı benim evimde gösterdiğim sanattan, kudretten, ilimden kat kaat daha üstün, ölçülemeyecek derecede fazladır. İşte bunun gibi.
-: Allah razı olsun Efendim.
Hulusi Bey: Allah senden de razı olsun amma, himmet ederseniz olur. Himmet etmezseniz bir şey olmaz. Şimdi,
Hafız Abdullah Nazırlı: Müsaadenizle
Hulusi Bey: Buyurun efendim. Anlamadan böyle geçilmez hocam. Anlayacağız ki geçesiniz… Buyur.
Hafız Abdullah Nazırlı: Deseniz ki bu el kimin? Benim. Bu baş? Benim. Bu ayak, senin. E bu cesed bu da benim. Ben nerdeyim? Şimdi burda kalıyoruz. Teker teker …. Sen, evet ben diyor.
Hulusi Bey: Hoparlörü getirsinler mi oraya?
-: Efendim!
Hulusi Bey: Hoparlörü getirsinler mi oraya?
-: Bu ene, enenin …… …. ….. …..
Bu baş benim mi? Benim. Bu cesed benimdir.
Hulusi Bey: Çünkü hududsuzdur. Fakat getirdiği mizan ile biraz anlıyoruz ki mesela, saray-ı kâinata nisbeten, bir zat’ın kendi cüz-i kudretiyle, ilmiyle, sanatcığı ile yaptığı bir kulübesi var. Şimdi diyecek ki işte Cenab-ı Hakkın ilmine bir hudut yok. Fakat bana verdiği cüz-i bir ilim var. Cüz-i bir iktidar var. Cüz-i bir sanatımla şu kulübeciği yaptım. E şu saray-ı alem, benim kulübemden ne kadar büyük, ne kadar sanatlıysa ne kadar sanatlıysa Cenab-ı Hakkın da ilmi de, kudreti de, evsaf-ı cemilesi de celilesi de elbette şunlardan kat kat ölçülemeyecek kadar çok böyle büyüktür. Buraya kadar benim. Şu saray-ı âlem benim kulübeme nispet edilse ne ehemmiyeti var? Hiç. İşte benim ki bu kadar. Ben bunu ne ile yaptım? Yine onun bana ihsan ettiği cüz-i ilimle, cüz-i iktidarla, cüz-i sanatla işte bunu yaptım. Benim marifetim bu kadar. Bu kadarı benim, üst tarafı onun. …bu çocuk şimdi sen … öbür tarafta da. Bu başka meseleye gelelim. Şimdi nefsin terbiyesi. Nefsin terbiyesi esas mı?
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙ ۖ
var. Şimdi ene’yi öldürmeyen, ehli tarikde de o tarikatte de terakki etmenin imkânı yoktur. Nefis ölecek, ene ölecek. E hem ölecek, hem ölmeyecek nasıl olacak? Şimdi Ramazan risalesinin on bir nüktesinde ne diyor? Nefsi Cenab-ı Hak ne yapmış terbiye için?
-: …… ….. …. …. Yani ene hakkında, insan hakkında ki ene ile Allah’ın اِنَّن۪ٓى اَنَا اللّٰهُ dediği hakkında bir. Böyle kapalı bir şey insan kafasında bir ifham kaldı. Şimdi Cenab-ı Hakkın, ibadlarından kendi ibadlarından insanlara da vermiş. Buyurduğunuz gibi vacib-ül vücud olan rabbinden insanlara bir varlık vermiş. Ama o varlıkların, … …. …. … ….. …. ….
Fakat insan hayatıyla Allah’ın hayatı yine misalle buyurduğunuz gibi saray-ı âlem ne kadar geniş, insanın yaptığı bir kulübe ne kadarsa, insanın varlığıyla yani ene
Hulusi Bey: Biz aczimizi noksanımızı bildikse kazandık.
-: Cenab-ı Hakkın ene dediği varlığı sıfat-ı kemalle müttesif olan bir zat olduğunu bilsin. İnanıyoruz ki:
Hulusi Bey: Orayı okudun mu ne dedi? Ramazan risalesinde, neresi oku
-: İnsan ise bir acz ve fakr içersinde bir varlık ki onun enaniyetde budur onun içersinde o Zat-ı Zülcelalin hem mülkündedir hem memluküdür deriz ve bu şekilde iki eneyi birbirinden ayırmak mecburiyetindeyiz.
Hulusi Bey: Nereyi okudun.
-: 29. Söz 9. Nükteden
Hulusi Bey: Bu söz değil. Mektup.
-: 29. Mektup
-: Dokuzuncu Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Hulusi Bey: Daha var. Var var kırk dakika geçecek. Evet.
-: Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis Rabbisini tanımak istemiyor.
Hulusi Bey: Kırk dakika geçecek altıyı. Evet.
-: Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za’fını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.
Hadîsin rivayetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?” Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!” Azab vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene vema ente?” Nefis demiş: اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ Yani: “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben senin âciz bir abdinim.”
Hulusi Bey: Açlık iyi muma çevirmiş.
-: Birde burda var.
Hulusi Bey: Onu da oku.
-: Arkadaş! Mâlik-i Hakikî’den gaflet, nefsin firavunluğuna sebeb olur. Evet, taht-ı tasarrufunda bulunan bütün eşyanın Mâlik-i Hakikîsini unutan, kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur. Ve başkaları da, bilhâssa esbabı kendisine kıyas ile hâkim ve mâlik defterine kaydeder. Ve bu vesile ile Allah’ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkâm-ı İlahiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar.
Hâlbuki Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, ulûhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû’-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur.
Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik,
(Mesnevi-i Nuriye Shf: 67 )
Hulusi Bey: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik,
-: Hâlık’ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır. Çünki insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsiller ile bilirler. Meselâ:
Hulusi Bey: Paydos edeceğiz paydos.
-: Bir adam Cenab-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar: “Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir” diye vehmî bir çizgi çizmekle mes’eleyi anlar.
Hulusi Bey: O kadar yeter.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَٓا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ * وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَل۪ينَ * وَسَلاَمَةٌ عَلَى الْحَاضِرِينَ اِلٰى يَوْمِ الدّ۪ينِ * اَلْفَاتِحَة مَعَ الصَّلَوَاةُ٭
PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 197) ENE BAHSİ İLE ALAKALI MEVZULAR DERS - 1 başlıklı makalemizde ene bahsi hakkında bilgiler verilmektedir.