Abdullah Yeğin Abi; Üstad’dan bazı hatırat anlatıverirseniz.
Hulusi Bey; Var var şeyde var bunlar boyuna alıyorlar. Benim rızam yok. Ben çünkü bir kararda durmuyorum. Konuşmalarım bazen tiyatro gibi oluyor. Pek az. Ciddi pek az.
-; Estağfurullah hep ciddi.
Hulusi Bey; İki gün evveldi değil mi? Senin beni burada dürttüğün. Yoksa hiç niyetim yoktu ağzımı açmaya. Şeyim yok. Sıhhatim müsait değil.
Sungur Abi; Elhamdülillah. Hamd-ü senalar olsun, Cenab-ı Hakka sonsuz hamd-ü senalar olsun. Seksen küsur yaşında imişsiniz. Cenab-ı Hakka şükürler olsun seksen küsur yaşında imişsiniz. Şu sıhhat afiyet elhamdülillah yani büyük bir mazhariyet doğrusu. Elhamdülillah.
Hulusi Bey; Diyarbakır mı? Bir şey söyledi anlamadım. Ne dedi? Tercüme et. Söyle.
Mehmet Ali Bağlıtaş; Efendim Seksen küsur yaşındasınız. Cenab-ı Hakka çok şükür yine de çok sıhhatlisiniz.
Hulusi Bey; Elhamdülillah, elhamdülillah, ben ama başka cihetten ihtiyarlık artık tamamı ile kendini göstermiş.
-; Abi paltoyu çıkarsanız sıcak, terlersiniz.
Hulusi Bey; Şimdi yandı. Tembellik makbul bir şey olsa, bir Hadis-i Nebevi’yi gördüm, tembelliği çok kötülüyor. Onun için Eskişehir’de idim. Orada. Bilhassa orada bazı arkadaşlar çok şeydi, dokundu ona tembellik hakkında bir şey konuşmuşsun. Benim değil dedim. İşte Arif beyin hadislerinden bunlar. Tembellik makbul bir şey değil. Korkuyorum ama ben de tembelim. Yani iyi bir şey değil. Sende ihtiyarladın mı Nazım (Gökçek)?
Nazım Gökçek; İhtiyarım Abi.
Hulusi Bey; İhtiyar mısın?
-; Elhamdülillah
Hulusi Bey; Üstad ne buyururdu? Harb-i umumiyi gören ihtiyardır. Birde şey vardı; otuz yaşını dolduran ihtiyardır. Sen otuz oldun mu?
-; Oldum evet.
Hulusi Bey; Pek cesaret edemiyorum. Kaç doğumlusun?
-; Kırk üç, 1943.
Hulusi Bey; Kırk üç, Kırk üç olursa yetmiş üç olacak, otuzu geçmişsin öyleyse. İhtiyar Elhamdülillah, İhtiyar Nazım. Yok, maşallah Abdullah hoca (Yeğin) genç görünüyor. Türbedar, türbedar. Öyle bir türbe şeyi vardı ki bunların, bir hayatı Urfa’da. Rıdvaniye camisi mi idi?
-; Evet
Hulusi Bey; Ne oldu Mevlana Halid Hazretleri’nin cübbesi, abası?
Abdullah Abi; Duruyor.
Hulusi Bey; Orada mı?
Abdullah Abi; Orada evet.
Hulusi Bey; Emanetlerin sahibi kim?
Abdullah Abi; İşte muhtelif kimselere dağılmış durumda. Şimdi bazı arkadaşlar, diyorlar ki biz bunları toplayalım, bir müze haline getirelim. Bazı muayyen böyle itimatlı kimselere verilsin bu eşyalar. Müze olsun bir Bediüzzaman müzesi yapalım. İstikbalde bunu bizden soracaklar diyorlar. İnşallah öyle bir şey olur yani.
Hulusi Bey; Eğer canlı müze istiyorsanız şimdi biz kaldık, en yaşlı.
-; Evet
Hulusi Bey; Fakat bize de senet veremezler. Hakikaten müzelik olmuşum ben.
Abdullah Abi; Estağfurullah. Eşya bakımından, yoksa esas müze şeyler, dershaneler, kitaplar, eserler. Esas hakiki kıymet verilecek o da, birde tali derecede, en son düşünülecek bir şey yani. Böyle ne ediyorlar…
Hulusi Bey; Şimdi Hacı Mahmut Kastamonu’ya gitmişti Adıyaman’lı.
Sungur Abi; Bizde beraberdik.
Hulusi Bey; Mehmet Feyzi Efendi bize; ben demiş onu otuzbeş senedir duama dâhil etmişim, o demiş. Bizde, zaten sanki duanın şart-ı icabetinden biride Risale-i Nurun şakirtlerini hatırlamadan dua mı olur diyeceğim ben.
Sungur Abi; Otuz senedir, otuz seneden beri hem, hem daima hürmetimiz daima iştiyakımız artmıştır kendisine karşı demişti.
Hulusi Bey; Zaten evvelden de bir şey yoktu ya şimdi büsbütün boşalmışım. Fakat dürtüklüyorlar böyle işte Mehmet Ali gibi bazı gayretliler haydi ihtiyar diyorlar çifte. Bu yattı mı daha kalkmak istemez. Onun için dürtüyorlar bizi.
Sungur Abi; Bir hususi soru soracaktık ama onun için özür dileriz. Evradınıza Cenab-ı Hakka şükür muntazaman devam edebiliyor musunuz? Ta yıllardan beri?
Hulusi Bey; Ne gibi?
Sungur Abi; Evrat var ya Cevşen, dua gibi. Hususi, hususi evradınızı. Belki bu sorulmaz kusura bakmayın. Bu hususta.
Hulusi Bey; Allah rahmet etsin Halil ile sen orda hizmet ediyordun. Halil Çalışkan. (Üstad) Orada dedi, konuşmaya da takatim yok, dedi. Bunlar benim evlad-ı manevimdir senin de evlad-ı manevindir dedi ama. Evladı manevinin birisi yaşamadı gitti. Elhamdülillah ömrünü sana bıraktı.
Sungur Abi; Hususi evradınızı devam ettirebiliyor musunuz?
Hulusi Bey; Ne demek?
Abdullah Abi; Tesbihatı diyor yani efendim. Birde ayrıca var ya, Cevşen, delail-in nur, delail-i hayrat,
Hulusi Bey; Evet, Sen tercüme edeceksin.
Sungur Abi; Yani hayır. Sizin böyle hususi evradınızı sormak belki abestir özür dileriz. Yani hayatınız da hususi evradınız var ya onu devam ettirdiniz değil mi? Onu soracaktım. Gece hayatınız?
Hulusi Bey; Bilmem var mı öyle bir şey? Var mı? Niye söylemiyorsun bak dinliyorlar. Ömrümüzün en kıymetli tarafı bu mübarek eserlerle iştigal ettiğimiz saatler dakikalar neyse odur. Üst tarafı ele alınacak, buruna götürülecek tarafı da yok. Çünkü fena. Molla Bekir sende yan verdin dinliyorsun. San ki hiç dinlememiş gibi. Barla’yı biliyorsunuz, hepiniz. Bilmeyen var mı? Sen de sonradan gördün. Orda kendi kaldığı evin yanında bir mescit vardı. Orada bilmiyorum bir ikindi namazı mı, öğle namazı mı bilmiyorum. Gittiğim zaman geceleri kalırdım. Bildiğim bir yerden bir aşir okudum, şeyden sonra. Hoşuna gitti.
Dedi: “Kardeşim sen hafız olmalıydın. Sen hafız olmalıydın” dedi. Bende toparlanıpta, intikal hassası çok zayıftır bende. Himmet buyurun da olalım diyemedim. Fakat sonra bu nedametimi Risale-i Nurların hatırlanması sureti ile yine demek manevi duası. İşte bunlar okuyorlar bende hatırlıyorum. Mehmet Ali buraya geldiği zaman okur. İhtiyarlığın birisi de unutkan olmak. Zaten insan için de öyle derler. Hadis değildir ama. “El insan-ı mürekkebül hata vel nisyan”
Hulusi Bey; Ey türbedarımız. Sayın türbedar.
Abdullah Abi; Türbe filan kalmadı ki efendim. Türbe filan…
Hulusi Bey; Hüsnü’de çömezdi. Haberiniz oldu mu Hacı Mustafa’nın (Hamamcı, Hacı Mustafa Ergün) vefatından?
Abdullah Abi; Kim
-; Hacı Mustafa
Hulusi Bey; Urfa’ya geldiği zaman hep beraber şey ederdik.
Abdullah Abi; Benim haberim olmadı. Ben yoktum.
Hulusi Bey; İstanbul’da vefat etmiş.
Abdullah Abi; İstanbul’da vefat etmiş. Ben o zaman şeydeydim herhalde. Almanya’ya gitmiştik. Oradaydık.
Hulusi Bey; Hacı Mustafa’yı bilirsin
-; Evet, efendim
Abdullah Abi; Mustafa Ergun, Allah rahmet etsin.
Hulusi Bey; 1 Nisan’da geçen sene, geçen sene. Geçen sene 1 Nisanda Urfa’ya geliyor. Orda zaten bizim eskilerden, bizim bulunduğumuz zaman cemaatimiz olanlardan bir Hacı Mehmet Ali (Eren) var. Ondan şey ediyor, diyor bu sondur artık. Ondan sonra Diyarbakır’dan uçakla İstanbul’a dönüyor. Bana yazar yazmaz ben de İstanbul’daki adresine mektup yazdım. Oğlu sonra yazıyor diyor ki; “Senin yazdığın mektubu aldı, okudu, ağladı fakat cevap yazamadı.”
Abdullah Abi; Allah rahmet eylesin en son ben de bir defa vefatından bir iki ay evvel İstanbul’da bir akşam gitmiştim, yanında birisi daha vardı. Çok perişandı vaziyeti son zaman, bir ailesi vardı yanında. Bahçelievler de bir yer almışlar.
Hulusi Bey; Evet, evet, Ben gitmedim adresinden hatırlıyorum. Bahçelievler.
Abdullah Abi; Son görüşmemizmiş demek. Kahve içirmeden bırakmadı, gitmeyeceksiniz. Neyse kahve içtik öyle bıraktı. Böyle idrar yollarından şey idi.
Hulusi Bey; Son yazısı o. Teşhis koyamamışlar. Yanlış ameliyat yapmışlar filan, sonra işte ecel gelmiş demek, müddeti tamam.
Abdullah Abi; Hastalar risalesinden okuduyduk biraz. Çok memnun oldu. Çok sevinmişti.
Hulusi Bey; İyi, hastalara iyidir o, niyet-i şifa
Abdullah Abi; Devamlı okuyordu, Zühret-ün Nur vardı yanında, teksir. Ondan devamlı okuyorum diyordu. Urfa’da büyük hizmeti oldu. Allah razı olsun.
Hulusi Bey; Efendim
Abdullah Abi; Urfa dershanesine büyük hizmeti oldu.
Hulusi Bey; Mescidi de, dershaneyi de hep o yaptırmıştır. Söylemezdi ama!
Abdullah Abi; Öyle demiş Abdülkadir’e: “Kimseye söylememek şartı ile bütün masraf bana ait.” Camiyi yaptırdı.
Hulusi Bey; Bende bilmiyordum. Artık ahir son zamanlarında kendisinden duydum. O hizmet-i vataniyeden birikmiş parasını alır almaz gönderdi yine Abdulkadir’e Kur’an kursu açın diye.
-; evlatlarından da ……….
Hulusi Bey; Hiçbir şey. Min-tarafillah.
-; Öyle oldu, evet…
Hulusi Bey; Hikmetinden sual olunmaz.
Abdullah Abi; İki oğlu vardı. Ben iki oğlunu tanıyorum.
Hulusi Bey; Üçtü birisi cereyanda gitti. Abdülkadir’i gitti, Ömer zaten çocukken o merdivenlerden düşmüş, kafa bozuk. Onbaşı olmuş ama askerlikte.
Abdullah Abi; Çalışıyordu İstanbul’da.
Hulusi Bey; O ne? O bana değil.
Abdullah Abi; Öteki daha şey, Küçüğü daha şeydi.
Hulusi Bey; Onda da saflık vardı amma. Epeyi üzdü. Artık annelerinden midir ne bileyim? Benim nazarımda yani Urfa – Hacı Mustafa, kefe’nin bir gözünde.
Abdullah Abi; Her hususta yardımcı olmak isterdi. Urfa’da her hususta böyle hizmet etmek isterdi. Derslere gelirdi, çok faydalı oldu. Allah razı olsun. Sizin namınıza.
Hulusi Bey; Nasıl.
Muhammed Orakçıoğlu; İkindine ne kadar var diyor. Yarım saat kadar var.
Sungur Abi: Ben bir ses duydum da. Bir ses geliyor da, değilmiş.
Hulusi Bey; Buyrun, fiyatını verin başlayalım.(Çay geldi)
-; Efendim.
Hulusi Bey; Fiyatını verin diyorum. Üstadın sünneti.
-; Bismillah derdi.
Hulusi Bey; İşte O öyle derdi. Fiyatını verelim. Yemek yerken de, çay içerken de
Sungur Abi; Sizi görünce çok sevindi, sevindi yani.
Hulusi Bey; Eksik olmasın. Bende sizi gördüğüme sevindim, ağlamıyorum hele şükür.
Abdullah Abi; Allah razı olsun. Üstadımızın yanında biz çok sevinirdik böyle birkaç kişi. Şeyde iken, böyle biraz bize fazla iltifat etti mi hep gülmeye başlardık.
Hulusi Bey; Efendim?
Abdullah Abi; Üstadımızın yanında, biraz bize fazla iltifat etti mi, başlardık hepimiz gülmeye. Mesela kitap okutturuyor, o gülmekten okuyamazdık.
Hulusi Bey; Kim, Sen mi gülerdin?
Abdullah Abi; Evet, evet.
Hulusi Bey; Sen gülmezsin. Sen ciddi adamsın.
Abdullah Abi; Gülüyorduk. Çocuklaştınız derdi. Alırdı hangisi gülerse ötekine verirdi.
Hulusi Bey; Ben şimdi senin tebessümüne şahit olurum. Şimdi tebessüm ettin ama güldüğünü görmemişim. Emirdağ, Emirdağ…
Abdullah Abi; Birinci sözün askerlik temsilatıyla O size mi yazmıştı abi?
Hulusi Bey; Bu manevi, bu kendi sözüyle ilgili, ben diyor; Ondan çoktan görüşüyordum diyor.
Abdullah Abi; Size diyor.
Hulusi Bey; Evet. Bana da diyor, şeyde. Yazısı da öyle. Yani bilfiil görüşme zamanından evvel. Demiyor mu? ekseri temsilatım askeri temsilatı geliyordu ben şey diyordum. Buna taaccüb ediyordum neden başka şeyle değil. Nasıl çekirdek meyve meselesine çok temas eder. Onun gibi temsilatında da çoğu askerlik şeyi üzere giderdi. Sonra anladım ki ilerde Risale-i Nur dairesine girecek ve hırz-ı can edecek, hırz-ı can edecek, talebeler olacak. Bunu yüzüme karşı da söylemiştir. “Sen Allah’a şükret ki sen onların birincilerinden oldun.”
Hasbunallahu ve ni’mel vekil. Urfa’ya gittim ki bu türbedar Zat o Hüsnü’de kimsenin ne ekmeğini yerler, ne çaylarını içerler. Öyle miydi? Yahu dedim bu Hacı Mustafa’nın ekmeği de yenilir çayı da içilir. O zamandan türbedar. Ya vefatında senin gelmen oraya, benim bütün müşküllerimi çözdün. Allah razı olsun. Bizde Kurban bayramında şey, hatim hazırlamışım gideyim Üstadın türbesine, orda duasını yapayım. Gittik ki Hacı Mustafa ve hepsini toplamışlar, nezarete almışlar.
Abdullah Abi; Biz nezarette iken, geldiğinizi işittik.
Hulusi Bey; Daha bende şey etmiştim. Salat en Nariye ve Münfericeyi dörtbin dörtyüz kırk dörte orda tamamladık. Allah rahmet etsin. İyi Elhamdülillah çabukta çıkardılar. Yani o mübarek selavat te’siri katidir.
-; Selamun aleyküm.
Hulusi Bey; Ve aleyküm selam. O Sivrice’de ki Alaaddin Bey var ya, onun ufak çocuğu üç yaşında falan ancak var, kendi resmi arabaları geri geri giderken çocuk orada oynuyormuş, altına almış, Hastaneye götürmüşler vaziyeti tehlikeli. Velhasıl bir sıkıntı vardı bende ama böyle adını koyamıyorum. Hiss-i kablel vuk’u var.
-; Bugün mü olmuş?
Hulusi Bey; Bugün, bugün. Kabahati yapan hemen bekçi ile beraber arabaya bindirip getiriyor hastaneye. Yukarı geçin yukarıya, sakalı yerine getirin.
Muhammed Orakçıoğlu; Efendim o ziyaretinizde mi? Üstad Hazretlerinin o dergâhın kapısı kapalıydı. Bir defa kendiliğinden açıldı filan demiştiniz.
Hulusi Bey; Ha Urfa’da, bilmiyorum ama ben arkasında kimseyi görmedim, açıldı. Arkasında kimseyi görmedim. O vefatı sırasında.
Sungur Abi; Kastamonu’da Feyzi Efendi Üstadımızın böyle mübarek şeyinin orda olduğu kanaatinde.
Hulusi Bey; Nasıl?
Sungur Abi; Üstadımızın Mehmet Feyzi kardeş Kastamonu’daki bir konuşmasında Üstadımızın mübarek şeyinin orada olduğunu ve zamanı gelince o açıldığı zaman Onun aşikâr olacağı. Kat’iyyen başka yere gitmediği kanaatinde.
Hulusi Bey; Bilmem ben Abdülmecid Efendiye de sordum. Yüzünü açtırmadılar diyor. O şeyi tabutu değiştirdiler,
………………………….
Yok maşaallah erenlerimiz çok, erenlerimiz çok. Mütefekkirin-i kiram. Sana yazdırmıştım. Onu biliyorsun, han’da han’da mütefekkirane sohbeti imaniye, üzerinde mi?
-; Üzerimde değil.
Hulusi Bey; Ama olmadı yanında olacaktı.
Sungur Abi; Allah razı olsun O mektup öyle bir yayıldı ki mühim bir mektup.
Hulusi Bey; Mütefekkirane sohbet. Evet her vesile ile onun üzerine parmağımı, mütefekkirane, mütefekkirane. Dün burdaydınız.
-; Evet Efendim!
Hulusi Bey; Neydi üç şey üzerinde durduk. Üç kelime. Neydi? Halık-ı Rahim, Rezzak-ı Kerim, Sani-i Hâkim bitti. Üç kelime, ders tamam. Başka şeyler de okudun hepsi o kadar değil. Hep Risale-i Nurdan o kadar okuyabildik. İşte o tülûat kumpanyası gibi bir şeyiz biz. Yalnız o perde kuran, mum yakan gösteren zınk-ı hayal değil de. Yani karagöz oynatmıyoruz. O sırada bazı şeyler oluyor. Fakat daha ziyade dinleyicilerin bir manevi istekleri oluyor da Cenab-ı Hak dilimizi o mecraya sürüklüyor. Mesela; senin iki gün evvel ki dürtmen, bu ne oluyor diye. Bende hiç ağzımı açmak istemiyorum. Bu dürttü tapanın ağzı açıldı. Çok konuşan çok yanlışta söyler.
Sungur Abi; Siz az konuşuyorsunuz.
Hulusi Bey; Efendim.
Sungur Abi; Siz az konuşuyorsunuz. Çok değil.
Hulusi Bey; Çok konuşan çokta hata eder. Teypler den yok mu? Merak ediyorlar teyp. Bu çalışıyor mu şimdi? Bu çalışıyor mu? Kimindir bu?
Sungur Abi; Açalım isterseniz.
Hulusi Bey; Yok, yok açmayınız.
-; Atilla beyde var bilmiyorum.
Hulusi Bey; Abdest
-; İkindi yakın.