32. SÖZ 3. MEVKIF (MUHABBET BAHSİ) DERS 2
Hulusi Bey: Cenab-ı Hak imanlıları birbirilerine gösterecek. Ondan sonra kendisini de onlara gösterecek. Bu âlemde göstermediği bir nimet var ki: O’nun mübarek Cemal-i ba Kemal-i’ dir. Onu orda gösterecek. Va’d etmiş bunu yapacak. Evet, öbür tarafta da öğrendik ya dünyanın bin sene mes’udane hayatı Cennetin bir saat hayatına mukabil gelmiyor. O cennetin de bin senesi bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmiyor.
-: ve kendini onlara göstermesiyle mes’ud ettiği cihette o “Rahman” ismi ve “Rahîm” ünvanı, ne kadar sevilmeğe lâyıktırlar ve ne derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ne derece,
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى رَحْمَانِيَّتِهِ وَ عَلَى رَحِيمِيَّتِهِ
yerindedir anlarsın.
Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun; senin bir nevi hanen ve içindeki mevcudat, senin o hanenin ünsiyetli levazımatı ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlûkatı kemal-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden zâtın “Hakîm” ismine ve “Mürebbi” ünvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu dikkat etsen anlarsın. Hem bütün alâkadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından kurtarıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir zâtın “Vâris, Bâis” isimlerine,
Hulusi Bey: Varis,
-: “Vâris, Bâis” isimlerine, “Bâki, Kerim, Muhyî ve Muhsin” ünvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu dikkat etsen anlarsın.
İşte insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan; binler enva’-ı hacat ile binbir esma-i İlahiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder. Bütün esmaya muhabbet dahi -çünki o esma Zât-ı Zülcelal’in ünvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zâtiyeye döner. Şimdi yalnız nümune olarak binbir esmadan yalnız “Adl” ve “Hakem” ve “Hak” ve “Rahîm” isimlerinin binbir mertebelerinden bir mertebeyi beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Hikmet ve adl içindeki “Rahmanurrahîm” ve “Hak” ismini a’zamî bir dairede görmek istersen, şu temsile bak: Nasılki bir orduda dörtyüz muhtelif taifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki;
Hulusi Bey: Dört yüz mü, dört yüz bin mi?
-: Dört yüz.
Hulusi Bey: Peki.
-: Herbir taife beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istimal edeceği silâhları ayrı ve mizacına deva olacak ilâçları ayrı oldukları halde; bütün o dörtyüz taife, ayrı ayrı takım, bölük tefrik edilmeyerek, belki birbirine karışık olduğu halde onları kemal-i şefkat ve merhametinden ve hârikulâde iktidarından ve mu’cizane ilim ve ihatasından ve fevkalâde adalet ve hikmetinden, misilsiz birtek padişah onların hiçbirini şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak, bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak, ilâç ve silâhlarını muinsiz olarak bizzât kendisi verse, o zât acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerim bir padişah olduğunu anlarsın. Çünki bir taburda on milletten efrad bulunsa, onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek çok müşkil olduğundan, bilmecburiye ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.
İşte öyle de: Cenab-ı Hakk’ın adl ve hikmet içindeki İsm-i “Hak ve Rahmanurrahîm”in cilvesini görmek istersen, bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordusuna bak ki; bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hacatlarını tedarik edecek iktidarları ve o metalibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizam ile “Hak” ve “Rahman”, “Rezzak” ve “Rahîm”, “Kerim” ünvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.
Hulusi Bey: Birkaç tanesini düşünsek yeter. Karıncayı görüyor musun? Sineği de görüyor musun? Bal arısını? Birkaç tane. Serçeleri, kargaları? Evet belli ha. Onların üzerinde duralım. Bunların hepsinin yediği ayrı mı, elbiseleri? Ayrı. Yetişme usulleri de ayrı, terbiye usulleri de ayrı. Evet, bu arada insanları da görüyoruz, insanların da çeşitli ihtiyaçları var. Onlar da bir seviye değil, hepsi ayrı ayrı. Şimdi bunların hepsini yaratan O, yaşatan yine O. Yaşamaları için hepsine ne lâzımsa; ata ot, ite et gibi ne verecekse hepsine onlara münasib şeyleri hazırlayıp veren. Ne kadar merhametli olursan ol, gözünün gördüğü şu bir kaç tane mahlûkun idaresi sana verilse, evindeki çocuklarınla beraber, bunları sen yine Allah’ın nimeti al bunlara şey et. Hangisine ne vereceksin? Unuttuğun olur, şaşırdığın olur. Cenâb-ı Hakk’ın yüz binlerle, çeşitli çeşitli adedi değil, çeşitleri böyle yüz binleri aşan mahlûkunu hiç kimseye minnet etmeyerek hepsini kendisi besliyor, kendisi yaşatıyor. Haksızlık etmiyor, unutulan olmuyor. “Bana vermedi, bana vermedi” diyen de yok. Hepsine, verilmiş. Şimdi şu idareyi böyle gözümüzün önünde yani “bunu niye yarattın?” diyeceğimize, “Bunu yarattığın gibi nasıl besliyorsun” diye hikmetine bak. Karıncaya, yere bir avuç bir şey buğday yahut arpa dökülse, onu yeri delip oradan çıkarır. Onları, oradan alıp deliklerine götürmeyi kim irade etti ona? Karıncanın böyle bunu yapacak aklı var mı? Orada nereden anladı, hangi telefonla haber verdiler? Eskiden biliyorsunuz o Şirket Hanı’na giderdik. Arpacının Hanı’na. Yere bazen öteberi dökülmüş olurdu. Bir de bakardık arkadaşlar diyorlar, “Aman, karıncalara basmayın!” Karınca çıkmış ordan. Niye? O da Cenâb-ı Hakk’ın ni‘metinden bazılarını, oldu ortada, irade çıktı onlar toprağın içinden dışarı çıktılar. Bunları taşıyorlar ama kıvır, kıvır böyle hiç durmuyorlar. Yer oldu simsiyah. Hepsi önüne katmış bir taneyi götürüyor. Nerden haber aldılar? Nerden haber aldılar?
-: Rahman ismiyle mi oluyor?
Hulusi Bey: E bak, şimdi bu o rızkı, Cenab-ı Hak rızık kendisinin. Rızkın ayakaltında kalmamasını istiyor, muhâfaza etmek istiyor. O’nun onun için ona göre ordusu var. Rızkın muhafazası için. Bazen derim da, tarlalarda ekin daha biçilmemişken karınca görünür mü? Ne zaman karınca olur?
-: Yeri eşildikten sonra
Hulusi Bey: Orak içersine girdikten sonra karınca da görünmeye başlar. Niye? Dökülenler var. Hem kendisine rızık, hem onu ayakaltında çiğnenmekten kurtarmak için. Onlar memurdur, İlahi memur. Aklımız bu işe erer mi? Ermiyor ha. Ama Allah, her şeyi bilen bir Allah’tır. Hiç bir şeyi de abes değil, hikmetlidir. Onlara karınca ordusunu gönderir. Oradaki erzakı çektirir. Ertesi gün git bak, belediye çöpçüsü gelmeden onlar temizlemişler. Çöpçü buna ne yapa hangisinden başa çıkacak.
-: Bu Rahman ismiyle mi oluyor efendim?
Hulusi Bey: Rahman ve Rezzak ona rızıktır. Fakat birde memuriyetleri var onların. Yoksa karınca hakkında iki türlü tabir kullanıyor. Mübarek karınca kendisine bir habbe bile götürse, bir sene idare eder. Bir habbe. Hâlbuki binler habbeyi taşımak istiyor. Demek, bir memuriyeti var, onu yapıyor. Ama bunu yaparken de at geçer, araba geçer, o ayakaltında da ezilmesi var. Bu Tunceli harekâtında, buraları bir zaman boşaltıldı ya, boşaltıldı. Tabur gider, hayvanlar orda. Hayvanların gübresini temizlemek için böcekler vardır. Onlar gelirler hayvanların gübresini başlarlar toplamaya. Hem topluyorlar, hem yuvarlıyorlar. Ufak ufak böyle yuvarlaklar yaparlar. Başlarlar önlerine katarlar götürmeye. Gaye, o mülkü temiz tutmak. Hayvanların pisliğini, oraya kim gelecek ki. Kim gelip hayvanların gübresini temizleyecek? Cenab-ı Hak o cünudunu gönderiyor. Onların çoğu uçarak gelirler. Uçarak geliyorlar. E geliyor şimdi o vazifeyi almış, o pislikleri temizleyecek. Fakat hayvan bu, sinekleniyor. Sineklendikçe ayağını vuruyor. Ayağını vurdukça bazısı da altında eziliyor. Yine o işe devam eder. O vazifeyi almış, o pisliği temizleyecek. Bir de bakarsın yola dizilmişler, gidiyorlar; yuvarlamış, yuvarlamış yine önüne katmış, böyle gidiş var. Fesübhanellah!
-: İşte, böyle hayret verici muhit bir intizam ve mizan ile yapılan bir işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak, Kadir-i Külli Şey’den başka, bu san’ata, bu tedbire, bu rububiyete, bu tedvire hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebeb müdahale edebilir?
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Diyorsun: Benim taamlara, nefsime, refikama, vâlideynime, evlâdıma, ahbabıma, evliyaya, enbiyaya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin (Kur’anın emrettiği tarzda olsa) neticeleri, faideleri nedir?
Elcevab: Bütün neticeleri beyan etmek için büyük bir kitab yazmak lâzımgelir. Şimdilik yalnız icmalen bir iki neticeye işaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyan edilecek.
Hulusi Bey: Muaccel neticeleri
-: Muaccel neticeleri beyan edilecek. Sonra âhirette tezahür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki: Sâbıkan beyan edildiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin; dünyada belaları, elemleri, meşakkatleri çoktur. Safaları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ: Şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet olur. Muhabbet, firak yüzünden belalı bir hirkat olur
Hulusi Bey: Şimdi evladına şefkat ediyor. Götürücü bir hastalığa tutulmuş. Eline alıyor, salıncağa koyuyor, gezdiriyor, tıpışlıyor, bilmem ne ediyor. Doktorun biri gider, biri gelir. Hanımların bir tanesi gelir, “Şu şeyi yap” der, onu yapar; öteki gelir, “Bunu yap” der, onu yapar. Bir türlü de çocuk bir türlü gözünü açamıyor. Aciz kaldı mı? Buyur.
-: Muhabbet, firak yüzünden belalı bir hirkat olur.
Hulusi Bey: Şimdi o muhabbet etti. Hâlbuki bilse, vazifesi, onun hayatına bakmak, korumak. Fakat bin hissenin sahibi var. Bir hisseden, bin hissenin sahibi olan Allah, ona bir tek hisse vermiş, o da muvakkat. O da muvakkat. Bin hisse sahibi, “Mal benim” deyip alırsa; arkasından feryad-ü figana lüzum var mı? Ama ne fayda, gel anlat.
-: Âhirette ise; eğer harama girmiş ise Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmadıkları için, ya faidesizdir veya azabdır.
Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet, nasıl faidesiz kalır?
Elcevab: Ehl-i Teslis’in İsa Aleyhisselâm’a ve Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’a muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi.
Hulusi Bey: Anladık değil mi? Ehl-i teslis dedi,
-: Onu bir daha okusun.
Hulusi Bey: Yani “Eb, ibn, ruh-ül kudüs” diye Hristiyanlar üçe ayırıyor. Teslis. Bir Zatta sıfatlara ayırıyorlar güya. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, sıfatı ve esması ile bilinir. Ehl-i Teslis’in, İsâ Aleyhisselama, İsâ Aleyhisselama bir kısım var ki “Allah” diyor. Haşa sümme haşa. Fazla sevgilerinden öyle diyor. Bir kısmı, “Ruhullah” diyorlar. Ruh-ul kudüs diyorlar. Bir de, “Allah’ın oğlu” diyorlar. Haşa! Söyle ne diyor ayette de?
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ۨابْنُ اللّٰهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ
Yahudilerde. Benim bir Yahudi doktorum vardı. Dedim ama cevap veremedi. Türkçe biliyordu. Yahudi bir doktor vermişlerdi bize sordum. Belki onlar başka türlü biliyorlar. Üzeyr demiyorlar da onu da söyleyemedim ona. “Siz böyle mi dersiniz? Yani Allah’ın oğlu diye Üzeyir aleyhisselema, Allah’ın oğlu mu diyorsunuz?” demek istedim. Cevap veremedi.
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ۨابْنُ اللّٰهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ
Onlar da Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu diyorlar. Velhâsıl, Ehl-i Teslis, diyor ki; evet üçe ayırıyorlar: Eb, ibn, ruhü’l-Kudüs.
-: Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’a muhabbetleri faidesiz kaldığı gibi.
Hulusi Bey: Onlar da aynı şeyi söylüyorlar. Onların da müfritleri var Allah diyorlar. Bazısı diyor ki: Haşa! “Cebrail aleyhisselam yanlış götürdü.”
-: Evde yoktu diyorlar.
Hulusi Bey: Evde mi yoktu?
-: İşte hepsi yanlış.
Hulusi Bey: Hep bu işte sahip çıkmadığı için böyle yapıyorlar. Neyse, ibret almalı, ibret. Bunların okuyanları daha berbâd oluyor. Okuyanlarından da hidayet daha az oluyor. Çünkü o kanaat üzerine gidiyorlar. Şey yok, teklif yok çünki. Kendini tekliften muaf tutmuş. Binde bir tâne, belki on binde bir tane zorlan çıkar. Yani böyle Allaha’a karşı bir ibâdet vazifesi olsunda onu yapsın? Bazısı Kur’ân okur, namaz kılan da olur. Bazılarını biliyorum. Kur’an da okuyan var. Namaz kılan da var. Hidâyet olmadıktan sonra ne yapayım.
-: Eğer o muhabbetler, Kur’anın irşad ettiği tarzda ve Cenab-ı Hakk’ın hesabına ve muhabbet-i Rahman namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var. Amma dünyada ise leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir.
Nefsine muhabbet ise: Ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men’etmektir.
Hulusi Bey: Nefse acımak da var. Nefse muhabbet, ne yapacak onu zararlı harekâtından önleyecek, bırakmayacak. Bir daha söyle, nefsine
-: Nefsine muhabbet ise: Ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men’etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevasına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevaya değil, hüdaya sevkedersin.
Hulusi Bey: Hidayete sevk edersin.
-: Refika-i hayatına muhabbetin, madem hüsn-ü sîret ve maden-i şefkat ve hediye-i rahmet olduğuna bina edilmiş. O refikaya samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça o hal ziyadeleşir, mes’udane hayatını geçirirsin. Yoksa hüsn-ü surete muhabbet nefsanî olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muaşereti de bozar.
Peder ve vâlideye karşı muhabbetin, Cenab-ı Hak hesabına olduğu için hem bir ibadet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyadeleştirirsin. En âlî bir his ile, en merdane bir himmet ile onların tûl-ü ömrünü ciddî arzu edip bekalarına dua etmek, tâ onların yüzünden daha ziyade sevab kazanayım diye samimî hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhanî almaktır. Yoksa nefsanî, dünya itibariyle olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman; en süflî ve en alçak bir his ile vücudlarını istiskal etmek, sebeb-i hayatın olan o muhterem zâtların mevtlerini arzu etmek gibi vahşi, kederli, ruhanî bir elemdir.
Evlâdına muhabbet ise: Cenab-ı Hakk’ın senin nezaretine ve terbiyene emanet ettiği sevimli, ünsiyetli o mahlûklara muhabbet ise; saadetli bir muhabbet, bir nimettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle me’yusane feryad edersin. Sâbıkan geçtiği gibi; onların Hâlıkları hem Hakîm, hem Rahîm olduğundan, onlar hakkında o mevt bir saadettir dersin. Senin hakkında da, onları sana veren zâtın rahmetini düşünürsün, firak eleminden kurtulursun.
Ahbablara muhabbetin ise: Madem “Lillah” içindir. O ahbabların firakları, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mani olmadığı için, o manevî muhabbet ve ruhanî irtibattan istifade edersin.
Hulusi Bey: Şimdi geçiyor. Dostlarımızı, Üstadı, Allah rahmet etsin diyelim. Allah şefaatine mazhar etsin. Yine yeri geldiği zaman da söylüyoruz. Mesela, arkadaşlarımızdan vefat etmiş olanların bazı hatıralarını ders esnasında, hatırımıza geldikçe söylüyoruz. Demek ki, onları unutmamışız. Zamanı geldiği vakit hatırlıyoruz, onları rahmetle anıyoruz.
-: Ve mülâkat lezzeti daimî olur. “Lillah” için olmazsa, bir günlük mülâkat lezzeti, yüz günlük firak elemini netice verir. {(Haşiye): Lillah için bir sâniye mülâkat, bir senedir. Dünya için olsa; bir sene, bir sâniyedir.}
Enbiya ve evliyaya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen
Hulusi Bey: Onun şesi, ibaresi vardı.
سِنَةُ الْفِرَاقِ سَنَةٌ وَ سَنَةُ الْوِصَالِ سِنَةٌ
Evet, bundan daha alisi var. Bunu orda almamış mı?
-: Hayır.
Hulusi Bey: Hatırlayın.
-: Lem’alardaymış efendim.
Hulusi Bey: Lem’alardaysa bulun. Burda yok. Lem’alarda orada, şimdi burda söyleyin. Firak var mı? Buldun mu? Ver. Ver bana vereceğine, öyle oku…
-:
سِنَةُ الْفِرَاقِ سَنَةٌ وَ سَنَةُ الْوِصَالِ سِنَةٌ
Hulusi Bey: Hah iyi, Bundan daha alisi
-: “Firakın bir sâniyesi, bir sene kadar uzundur ve visalin bir senesi, bir sâniye kadar kısadır.”
Hulusi Bey: Bundan daha alisi var.
DUA
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَليمُ الْحَكيمُ
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ * وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلينَ * وَسَلاَمَةٌ عَلَى الْحَاضِرِينَ اِلى يَوْمِ الدّينِ * وَالْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمينَ
Cenab-ı Hak ve Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, yaptığımız, bu sohbeti imaniyyeyi dergâh-ı izzetinde kabule karin eyle! hasıl olan sevab hürmetine ehl-i imanın bütün hastalarına, gerek bundan evvel müfredatıyla söylenenlerin gerekse umumen ehl-i imanın hastalarına acil şifalar, bütün dertlilere acil devalar, borçlulara ve musibetzedelere o elemlerden kurtulmalar, yolculara selametler, cümlemize dareynde selametler ve saadetler nasib-i müyesser eyleye, cümlemizin ahir-i akıbetimizi hayır eyleye. Burada Kur’anın nuru altında lutfuyla toplayan O Rahmânur-Rahîm-i Kerim olan Allah’ımız, ahirette de, ruzu-u haşirde de, Habib-i Ekrem (S.A.V.)’in livayı hamd adıyla müsemma sancağı altında eksiksiz hepimizi yani ehl-i tevdid, ehl-i iman, ehl-i İslam bütün din kardeşlerimizi, bilhassa Risale-i Nur şakirtlerini inşallah hiçbir tefrikaya uğratmadan, oradan da parçalatmadan hepsini beraber o haşri azamda toplar, bizi nihayetsiz rahmeti ile taltif eder. Şefaatı uzmaya bizi müstehak edecek bir halde bulundurur. Rahmet-i ilahiyeden ümit varız, bizi burda toplattığı gibi orda da inşaalah toplattırır, burda hesapsız kusurlarımızı nazar-ı müsamaha ile af ile karşıladığı gibi orada da bütün kusurlarımızdan sıyırır, siler süpürür,
“ يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّاَتِهِمْ حَسَناَتٍ ”
sırrına mazhar eder. Rahmetiyle hakkımız da muamele eder. Ya Erhemerrahimin lütfuna muhtacız affına muhtacız bizi mağfurin zümresine ilhak eyle. Orada, burada görme imkanını bize vermediğin, fakat hasretini çektiğimiz hem Cennetini, hem rızanı, hem likanı, üçünü birden istiyoruz. Bu üçünü de ikmal et hakkımızda ki nimetlerini ikmal eyleye.
Amin
وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلينَ وَسَلاَمَةٌ عَلَى الْحَاضِرينَ اِلى يَوْمِ الدّينِ
٭وَالْحَمْدُلِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ اَلْفَاتِحَة مَعَ الصَّلَوَاةُ٭
PDF Dosyasını İndirmek İçin Tıklayınız
Bir önceki yazımız olan 47) 32. SÖZ 3. MEVKIF (MUHABBET BAHSİ) DERS 1 başlıklı makalemizde 32.söz 3.mevkıf hakkında bilgiler verilmektedir.