Hulusi Bey: Sen mütefekkirane okumuşsun.
-: Çok ağır bir ders.
Hulusi Bey: Muhammed İnaltekin sen ne buyurursun? Başınızı önünüze eğmeyin söyleyin, okumuşsanız söyleyin, anlamışsanız söyleyin.
-: Şimdi daha anladım.
-: Şimdi daha çok anladım diyor.
Hulusi Bey: Peki nasıl söyle bakayım.
-: Bir daha okuyalım mukaddemeyi baştan.
Hulusi Bey: Mukaddemeyi bir daha. Biz mütefekkirane okumamışız. Bir daha okuyacakmışız mütefekkirane. Öyle anlaşılıyor. Benim burda bir yudum istihkakım var onu alayımda. Sende bir yudum içersen çözecek misin? Mademki anlaşılmadığı zaman tekrar okumak lazım. Onu öyle dedik. Bu meseleyi bir daha tekrar edeceğiz, biraz dikkat edilsin de
-: Müsaade ederseniz onu başka gün tekrar edin bu gün ben gelmişim bir şey anlayamıyorum yoksa ben gideyim.
Hulusi Bey: Efendim!
-: Eneden ben bir şey anlayamadım. Benim anlayacağım bir şeyi okusun.
-: baştan okunsun diyor.
Hulusi Bey: Baştan okuyacağız. Buraya teşrif etmişken bu muamma çözülsün. Sizde kaçarsanız bizde kitabı kapatıp gidelim öyle ise.
-: Öbür hocalar da pencerenin önünde oturdular ki oradan kaçalar.
Hulusi Bey: Efendim!
-: Nusret hoca, Bedri hoca ya.
Hulusi Bey: Nusret hoca gel makamına geç. Öyle istiyor cemaat.
-: Ene hocaları kaçırır diyor.
Hulusi Bey: Sen kaçmadan gel, kaçmadan gel. Eynel mefer, nereye kaçacak.
-: Hacı Bey amca okuyor biz anlamıyoruz. Sizde açıklayın ki bizde anlayalım.
Hulusi Bey: Açıklanacak ders değil bu biraz çetin bir ders. Fakat dersimizin sırası oraya gelmiş okumaya çalışacağız anlamaya çalışacağız. İşte bir birimize yardım ederek olacak. Ene’yi bize anlatı.
-: Efendim orası zaten bize anlatıyor bize.
Hulusi Bey: Anlatıyor ama anlamıyoruz. Bizde kabiliyet yok diyeceksin bitti.
-: Ondan daha fazla kimse iyi anlatamamış ki.
Hulusi Bey: Nasıl?
-: Ondan daha iyisini anlatacak kimse yok ki içimizde.
-: Eserden daha iyi anlatacak kimse yok ki diyor. Efendim.
Hulusi Bey: Öyle ise Nusret hoca biraz anlatsın bakalım hele.
-: Okusun diyor.
Hulusi Bey: Buyur.
-:
Tılsım-ı kâinatı keşfeden, Kur’an-ı Hakîm’in mühim bir tılsımını halleden
Otuzuncu Söz
“Ene” ve “zerre”den ibaret bir “elif” bir “nokta”dır.
Şu Söz iki maksaddır. Birinci Maksad, “Ene”nin mahiyet ve neticesinden; İkinci Maksad, “zerre”nin hareket ve vazifesinden bahseder.
Hulusi Bey: Zerre kalsın şimdi Ene’nin mahiyet ve neticesinden bahs eden şeyi bunun üzerinde duruyoruz. Ene’nin mahiyeti ve neticesinden.
-:
Birinci Maksad
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً
٭ صَدَقَ اللّٰهُ العَظ۪يمُ٭
Şu âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Hulusi Bey: Büyük hazinesinden tek bir cevherine..
-: Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, ene’dir. Evet ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tûbâ ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:
Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar. Şu mes’eleye dair “Şemme” isminde bir risale-i arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki:
(10.Söz Mukaddime)
-: Burası biraz daha anlaşılır tarzda.
-: Kezalik Allah hesabına
Hulusi Bey: Buradan mı buradan mı?
-: Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de manen kapalıdır. Cenab-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan “Ene” namında bir miftahı insanın eline vermiştir. Fakat, ene de kapısı kapalı bir bilmecedir. Bunun kapısı açılıyorsa kâinatın da kapıları açılıyor.
Evet Cenab-ı Hak insana bir benlik, bir nevi hürriyet vermiştir ki, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine ait evsafı bilmek için mevhum, farazî bir vâhid-i kıyasî yapsın.
Mahiyet-i beşerde pek ince bir ip, insanın vücudunda şuurlu bir kıl, şahsın kitabında bir elif kıymetinde ve miktarında olan “Ene”nin iki vechi vardır. Biri hayra bakar. Bu vecihle yalnız kabil-i feyizdir, fâil değildir. Diğer vechi ise şerre bakar. Bu vecihle kendisini fâil bilir.
Ene’nin mahiyeti mevhumedir, rububiyeti hayalîdir. Vücudu bir şeye hâmil olamaz. Ancak mizan-ül hararet gibi, Vâcib-ül Vücud’un rububiyetine ait sıfât-ı mutlaka-i muhitayı bilmek için bir mizan vazifesini görüyor.
Eğer insan benliğine mizan nazarıyla bakarsa, kâinattan zihnine akıp gelen âfâkî malûmatı kendi malûmatı ile tasarrufat ve sıfât-ı İlahiyeyi de kendi sıfâtıyla tasdik eder. Yine merciine iade eder.
(Mesnevi-i Nuriye Shf: 199 – 200)
-: Burası
Hulusi Bey: Ona sorun daha şey…. Söyle.
-: Eğer insan benliğine mizan nazarıyla bakarsa,
Hulusi Bey: Benliğine mizan nazarıyla bakarsa..
-: benliğine mizan nazarıyla bakarsa, kâinattan zihnine akıp gelen âfâkî malûmatı kendi malûmatı ile, tasarrufat ve sıfât-ı İlahiyeyi de kendi sıfâtıyla tasdik eder. Yine merciine iade eder. Ve bu sayede قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا daki مَنْ şümulüne dâhil olarak bihakkın emaneti îfa etmiş olur.
-: Şöyle anlıyoruz Efendim! Diyor ki; Ene’nin iki veçhi vardır. Birisi hayra bakan, diğeri şerre bakan. Tekrar Üstad Hazretleri orda izah ediyor. Eğer diyor hodbinlik yapmazsa o bir nevi hürriyet ve idrak yolu ile diyor. Halıkını görür her şeyi ondan bilirse.
Hulusi Bey: Bir mizan nazarıyla bakarsa benliğine.
-: Bir mizan nazarıyla bakarsa o zaman kendisini rab yerine kor.
-: Olmaz…. Oku orayı.
-: Eğer insan benliğine mizan nazarıyla bakarsa, kâinattan zihnine akıp gelen âfâkî malûmatı kendi malûmatı ile, tasarrufat ve sıfât-ı İlahiyeyi de kendi sıfâtıyla tasdik eder. Yine merciine iade eder.
-: Her şeyi Allah’tan bilir tasdik eder efendim! Şimdi burada başka misal ile anlayalım. Mevlana Cami diyor ki; “
-: Suali bir daha okuyorum.
SUAL: Niçin Cenab-ı Hakk’ın sıfât ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır?
Hulusi Bey: Bilinmesi enaniyete bağlıdır.
-: ELCEVAB: Çünki mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir had çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor.
(10. Söz 1. Maksat)
-: Mesela Uzay Geometride öyle efendim!
Hulusi Bey: Ne ise sen orayı oku öyle.
-: Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.
Hulusi Bey: Anlamakta yavaş yavaş olacak.
-: Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” der ve cüz’î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san’atçığıyla o Sâni’-i Zülcelal’in ibda-i san’atını anlar.
Hulusi Bey: ibda-i san’atını anlar.
-: ibda-i san’atını anlar. Meselâ: “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş.” der.
-: Allah razı olsun
Hulusi Bey: “müdavele-i efkârdan barika-i hakikat çıkar.” Diyorlar.
-: Efendim demek istiyor ki; önce bir basamak yaptı. Farazi bir hat çiziyor kendi hududunda
Hulusi Bey: Oralar beli, oralar belli. Başını iş anlamak. İşin başını almazsak sonuna kadar o anlamamazlık bizle beraber gelir. Şimdi ben yine ben diyorum ben. Ben dedirten bir şey var. O enaniyet var bizde. Şimdi benim enaniyetten anladığım ve herkese anlatabileceğim bir hakikat şudur ki; biz mevhum değiliz. Cenab-ı Hak bize bir vücud vermiş, bir varlık vermiş. Kendi Vâcib-ül Vücud olan varlığından bize de mümkin-ül vücud olarak bir vücud vermiş, bir varlık vermiş. Bunun ışığı altında birçok şeylerde tasarruf etmek, birçok ağır yükleri kaldırabilecek bize bir cesareti de kendisi vermiş. Eğer o cesareti vermese idi, biz o emaneti de yüklenemezdik. Şimdi enaniyet bize emanet olarak verilmiş. Emanet olarak verilmiş ki; biz onunla hem Ene’yi çözelim, hem de bütün mümkin-ül vücud sahasındaki her vücuda akıl erdirecek bir hale gelelim. Zat-ı Vâcib-ül Vücud’un tasarrufu umumi, umum âlemde cereyân halinde. Bizde bu âlemde getirmiş, daha ahirete girmedik daha bu âlemdeyiz. Fakat şimdi fakat buradan alacağımız dersimizi. Bu kitaplar da verilmiş ki buradan şey edelim. Ene’yi biz şimdi kendimiz aklımızca düşünelim. Şimdi ben söyleyeceğim dedim. Elimde olmayan bir tesir altında, ben konuşacağım birazda dedim. Demek ki bende bir varlık var. Ben mevhum muyum? Mevhum değilim. Fakat benim vücudum vacib -ül vücudun, vücuduna nispetle bir kıl bile değil. Fakat o kıl gibi olan varlığı bana vermekle, bir elif gibi olan o şeyin, iki tarafını da kullanacağız. Hayr, tarafı da var, şer tarafı da var. Biz hayra çevirirsek, Cenab-ı Hak hayrı halkeder. Şerre sarf edersek Cenab-ı Hak o şerri halk eder. Şimdi bize bu miftahı vermiş yahut bu mizanı vermiş. Bizim vacib ül Vücudun tasarrufu karşısındaki Hikmet-i vücudumuz, şeyin dediği gibi mizanü’l hararet, mizanül Hava nevinden yani barometre, termometre gibi bir şeyler. Budur. Kendi mevhum varlığımız, hayali tasarrufumuz bunlar değil ama emaneti deruhte etmek de hem de melaikeye rüçhanımızı göstermek, neden oldu? Semavat, arz, cibal yüklenemediği ağır bir yükü, ne cesaretle, demek ki o kıl gibi bir vücudu bize vermekle, bu büyük emaneti yüklenmeye biz de bir varlık gördü. Öyleyse bizi var edenin, bir inayetidir ki bize bu aleti mizanül hararet, mizanül hava nevinden, evet bize vermiş. Onunla mevcudat ayinelelerinde tasarrufu devam eden, tecelliyatı devam eden Esma ve sıfat-ı ilahiyenin esrarına bir derece akıl erdirelim. Olmasaydı ne anlayacaktık? Yani mevhum olsaydık. Hiç zahir bir vücudumuz olmasaydı? Biz duvara mı söyleyeceğiz? Duvar ne diyorsun? Bak şimdi karşımda mesela; Nusret hoca, Nusret hoca da anladığını söylüyor, bu tarafta Hafız Zihni anladığını söylüyor Nurettin bey anladığını söylüyor, daha diğer herkes kendisine göre bir şey var. Demek bizde bir ene var.
-: Sıfat-ı kemalle müttesif olan bir zat olduğunu bilsin. İnanıyoruz ki: insan ise bir acz ve fakr içersinde bir varlık ki onun enaniyetde budur onun içersinde o Zat-ı Zülcelalin hem mülkündedir hem memluküdür deriz ve bu şekilde iki eneyi birbirinden ayırmak mecburiyetindeyiz.
Hulusi Bey: Orayı okudun mu ne dedi? Ramazan risalesinde, neresi oku.
-: 29.Söz 9. Nükteden
Hulusi Bey: Bu söz değil. Mektup.
-: 29. Mektup
-: Dokuzuncu Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Hulusi Bey: Daha var. Var var kırk dakika geçecek.
-: Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Hulusi Bey: Kırk dakika geçecek altıyı
Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za’fını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.
Hadîsin rivayetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?” Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!” Azab vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene vema ente?” Nefis demiş: اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ Yani: “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben senin âciz bir abdinim.”
Hulusi Bey: Aclık iyi muma çevirmiş.
-: birde burda var.
Hulusi Bey: Onuda oku.
-: Arkadaş! Mâlik-i Hakikî’den gaflet, nefsin firavunluğuna sebeb olur. Evet taht-ı tasarrufunda bulunan bütün eşyanın Mâlik-i Hakikîsini unutan, kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur. Ve başkaları da, bilhâssa esbabı kendisine kıyas ile, hâkim ve mâlik defterine kaydeder. Ve bu vesile ile, Allah’ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkâm-ı İlahiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar.
Halbuki Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû’-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur.
Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik,
(Mesnevi-i Nuriye Shf: 67 )
Hulusi Bey: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik,
-: Hâlık’ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır. Çünki insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsiller ile bilirler. Meselâ:
Hulusi Bey: Paydos edeceğiz paydos.
-: Bir adam Cenab-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar: “Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir” diye vehmî bir çizgi çizmekle mes’eleyi anlar.
Hulusi Bey: O kadar yeter.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَٓا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۜ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ * وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَل۪ينَ * وَسَلاَمَةٌ عَلَى الْحَاضِرِينَ اِلٰى يَوْمِ الدّ۪ينِ * اَلْفَاتِحَة مَعَ الصَّلَوَاةُ٭
PDF Dosyasını Okumak İçin Tıklayınız.
Bir önceki yazımız olan 49)30.SÖZ 1. MAKSAT-ENE BAHSİ İLE ALAKALI MEVZULAR DERS 1 başlıklı makalemizde 30.söz ve ene bahsi hakkında bilgiler verilmektedir.