26. MEKTUB 4. MEBHAS 7. 8. 9. 10. MES’ELE VE 28. MEKTUP’DAN DERS 2
Hulusi Bey: Her harfin on sevabı var. Hangi harfin? Kur’an’da ki harflerin her birisinin on sevabı var. En azından. Ya iş leyle-i kadirde olursa o bir harfe otuz bin sevap, bir harfe otuz bin sevap ne demek yahu! Leyle-i kadir denilen gecede de galiba yani şöyle bir hizib Kur ’anada gözümüz kesmiyor okumaya. Uyku daha çok. Fesübhanallah! Allah’ın emrine karşı da o kadar pişkinliğimiz var ki biz böyleiseyiz. Kendisinde leyle-i kadir olmayan bin aydan daha hayırlıdır. Bin aydan. E peki ki; bizde o senenin güya leyle-i kadrine yetiştik o gün insanın uykusu daha çok bastırıyor. Nefis o zaman daha çok telkin ediyor. Sende de öyle oluyor mu?
-: Hem her harfin lâakal on sevabı zayi’ olması ve huzur-u daimî, bütün namazda herkes için devam etmediğinden; gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tabiratı ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur.
Evet nasıl İmam-ı A’zam demiş: “Lâ ilahe illallah, tevhide alem ve isimdir.” Biz de deriz: Kelimat-ı tesbihiye ve zikriyenin, hususan ezanda ve namazda olanların ekseriyet-i mutlakası, alem ve isim hükmüne geçmişler. Alem gibi, mana-yı lügavîsinden ziyade, mana-yı örfî-i şer’îsine bakılır.
Hulusi Bey: mana-yı örfî-i şer’îsine bakılır.
-: Mana-yı örfî-i şer’îsine bakılır. Öyle ise, değişmeleri şer’an mümkün değildir. Her mü’mine bilmesi lâzım olan mücmel manaları, yani muhtasar bir meali ise, en âmî bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyetle geçiren ve kafasını binler malayaniyat ile dolduran adamlar, bir-iki haftada hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimat-ı mübarekenin meal-i icmalîsini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler,
Hulusi Bey: Mazur. Mazeret beyan ederler ben ne yapayım bilmiyorum.
-: Nasıl müslüman olurlar, nasıl “akıllı adam” denilirler?
Hulusi Bey: Nasıl Müslüman olurlar. Hem Müslüman ola, hem de bu kadar kısacık ihlas gibi bir sure’yi, Fatiha-i şerife gibi her gün devam ettiği her namaz da okuduğu veya dinlediği o mübarek sure’yi kısacık meal-i icmalisini bellemeğe neyleyeyim bilmiyorum.
-: Ve öyle heriflerin tenbelliklerinin hatırı için, o nur menba’larının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir!..
Hem “Sübhanallah” diyen, hangi milletten olursa olsun, Cenab-ı Hakk’ı takdis ettiğini anlar. İşte bu kadar kâfi gelmez mi?
Hulusi Bey: Sen Sübhanallah dedin, sen yapıyorsun. Sübhanallah dediğinde Cenab-ı Hakkı her türlü kötü şeylerden beri kılıyorsun, tenzih ediyorsun. Takdis ediyorsun. Hiçbir kir, hiçbir noksan Cenab-ı Hakta yoktur diyorsun. Sübhanallah, Cenab-ı Hak her türlü noksandan ari ve beridir.
-: Eğer manasına kendi lisanıyla müteveccih olsa, akıl noktasında bir defa taallüm eder. Halbuki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa, aklın hisse-i taallümünden başka, lafızdan ve lafza sirayet eden ve imtizac eden meal-i icmalî, çok nurlara ve feyizlere medardır. Bahusus tekellüm-ü İlahî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar, çok ehemmiyetlidir.
Elhasıl: Zaruriyat-ı diniye mahfazaları olan elfaz-ı kudsiye-i İlahiyenin yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de; daimî, ulvî, kudsî ifade edemezler.
Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünki nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va’z ile o ihtiyaç mündefi’ olur.
Elhasıl: Lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabînin câmiiyeti ve elfaz-ı Kur’aniyenin i’cazı öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir! Belki “muhaldir” diyebilirim. Kimin şübhesi varsa, i’caza dair Yirmibeşinci Söz’e müracaat etsin. Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meal nerede; hayatdar, çok cihetlerle teşa’ub etmiş âyâtın hakikî manaları nerede?
Hulusi Bey: Bellemesi de zor oluyor, bellemesi de. Mesela bir ayetin kısacık tefsirini bellemek birde ayetin lafzını bellemek. Ayetin lafzı kısadır. Kısadır ama Allah kelamıdır. Her harfine de en az on sevap vardır. Onu o surette tefsir etmek sana öğrenmek için lazım. Yani fikrin ne söylediğini bilir. Biraz meşgul olursun ondan sonrasına lüzum yok. Kelimat-ı ilahiyeyi değiştirmeden devam eder. Zaten yüzer defa okuyorum, diyor arefe de yüzer defa. Kaç defa yüz defa okumuş kim bilir. Evet.
-: Efendim Kur’an kurslarında, bizim Kur’an kurslarında talebelere mecburi olarak Vedduha’ya kadar surelerin tek tek manasını meal var bir tane Hasan Basri Çantay’ın onu ezberletiyoruz. Vedduha’ya kadar ezberliyorlar. Surelerin tek tek meallerini.
Hulusi Bey: Ama onu namazda okuyamaz.
-: Hayır. Lafzını okur mealini okuyamaz.
Hulusi Bey: Biliyor demek ki, iyi.
-: Evet. Ezbere imtihan oluyorlar Vedduha’ya kadar bütün surelerden sorumlular.
-: İhlasın mealini düşünmeden okusa arefe günü.
Dokuzuncu Mes’ele
(Mühim ve mahrem bir mes’ele ve bir sırr-ı velayet)
Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur’aniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş’et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velayet, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desatirleri haricinde ve usûllerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar:
Bir kısmı ise, Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları için, velayetlerini inkâr ettiler. Hattâ onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler.
Diğer kısım ki, onlara ittiba’ edenlerdir. Onların velayetlerini kabul ettikleri için derler ki: “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil.” Ehl-i bid’adan bir fırka teşkil ettiler, hattâ dalalete kadar gittiler. Bilmediler ki: Her hâdî zât,
Hulusi Bey: Her hâdî zât, mühdî olamaz.
-: Mühdî olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur, çünkü meczubdur. Kendileri ise mazur olamazlar.
Hulusi Bey: Çünkü akılları başlarındadır.
-: Mutavassıt bir kısım ise, o velilerin velayetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: “Hilaf-ı usûl olan sözleri, ya hâle mağlub olup hata ettiler veyahut manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır.”
Hulusi Bey: Şatahat. Yani yüksekten uçmak.
-:Maatteessüf birinci kısım,
Hulusi Bey: Şatahat varmı bak.
hususan ülema-i ehl-i zahir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlil etmeye mecbur olmuşlar.
-: Manevi sarhoşluk. Kendinden geçer bir hale gelmek ve böyle istiğrak halinde iken söylenen müvazenesiz sözler.
Hulusi Bey: Müvazenesiz sözler. Balapervazane sözler. Evet.
-: İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp, bid’ate hattâ dalalete girdikleri olmuş.
İşte şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir halet vardı: Bir zaman ben, bir kısım ehl-i dalalete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı müdhiş bir kuvvet-i maneviye çıktı. Hem duamı geri veriyordu, hem beni men’etti.
Hulusi Bey: Bizzat kendisinden dinlemişim. Aynı …
-: Sonra gördüm ki: O kısım ehl-i dalalet, hilaf-ı hak icraatında bir kuvve-i maneviyenin teshilatıyla, arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor. Muvaffak oluyor. Yalnız cebr ile değil, belki velayet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizac ettiği için, ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telakki etmiyorlar.
İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım, Fesübhanallah dedim. “Tarîk-ı haktan başka velayet bulunabilir mi? Hususan müdhiş bir cereyan-ı dalalete ehl-i hakikat tarafdar çıkar mı?” dedim.
-: Efendim bunlar ehl-i bida içerisinde mi? ehl-i bida içersinde olan.
Hulusi Bey: Bir kuvve-i maneviye var.
-: Sonra bir mübarek arefe gününde müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sure-i İhlas’ı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle, “Mühim Bir Suale Cevab” namında yazılan mes’ele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlahiye ile kalb-i âcizaneme gelmiş. Hakikat şudur ki:
Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar “Cibali Baba kıssası” nev’inden olarak
Hulusi Bey: Cibali Babadan bu kadar bahs eder. Cibali Babanın hikâyesini söylemişimdir.
-: Bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi; bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer.
Hulusi Bey: Bazan akıllı görünür. Burada deli Musto vardı. Fakat siz hatırlamazsınız belki. Deli idi. Güya okutturuyordu o ufak süreleri bir kısım okuduktan sonra başlıyordu türkü söylemeye. Biraz okuyor okuyor ondan sonra başlıyor türkü söylemeye. Deli Musto derlerdi. Deli Musto’nun birde meşhuru vardır şeyde. Çıplak gezeni, üryan gezeni. Beyzade Efendi zamanın da Harput’ta. Fakat bu Deli Musto fena bir adam değildi. Hele oku, derdim. Mesela kul euzu ‘lardan başlar okur ondan sonra türküye başlardı. Biraz okur sureleri. Mükemmel güzel okuyor, fakat muvazeneli değil. Aklı gidiyor. Devam ettiremiyor. Evet.
-: Şu kısımdan bir sınıfı ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir mes’eleyi halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez.
Hulusi Bey: Bir uyanıklık hali var, bir de sekir hali. Bir nevi sarhoşluk. Yani aşk-ı ilahi gelir kendisine ne yaptığını bilmez. Taşar, taşar kabında durmaz. Onun o zamanki vaziyeti, o hâldeyken ki şeysinden dolayı mazurdur. Fakat aklı başına geldiği zaman aynı şeyi orda da tatbik ederse mes’ul olur. Muhiddin-i Arabi harika bir veli. İnkar edilmez. Harika bir veli fakat ne diyor, o meşhur olmamış. “Bizim gibi olmayan bizim yolumuzdan gidemez.” Yani o şey hali var sekir hali var. Sekir halindeki sözleri şeyde alem-i sahve döndüğü zaman da onları bırakmış. Fakat öteki cazibeli olduğu için o hal meşhur olmuş halk arasında o söylenmiş. Muhiddin-i Arabi hazretleri böyle demiş, Muhiddin-i Arabi hazretleri böyle demiştir. Meşhur olan haleti sekir deki vaziyetidir. Halet-i sehve geldiği zaman, “Bizim gibi olmayan bizim yolumuzdan gidemez.” O meşhur değil. Yani o zaman ki şeyi bırakmış onu devam ettirmemiş. Fakat o cazibeli aşklı şevkli olan o hal ona talipler ona gider, onda lezzetlenir.
-: Meczubların bir kısmı ise indallah mahfuzdur,
Hulusi Bey: Meczubların bir kısmı mahfuzdur bir kısmı mahfuz değildir.
-: Meczubların bir kısmı ise indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller, bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler.
Hulusi Bey: Hattâ kâfirler içerisinde bulunacağına bile hükmedilmiş. Var. Var mı orda bilmiyorum oku bakalım.
-: Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.
İşte muvakkat veya daimî meczub olduklarından, manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için, muahaze olunmuyorlar. Kendi velayet-i meczubaneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’aya tarafdar çıkarlar. Mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı,
Hulusi Bey: Burada bir Gafur, bir deli vardı Gafur. Bizim Hasan Efendi rahmetlik söylerdi. Hafız Hasan Efendi. Eskiden meydanda getirip yoğurt satarlardı yoğurt. … şu yoğurdu dökün demiş. Niye dökelim ya iki kuruş, gümüş para iki kuruş. Neyse bitanesi vermiş parayı döktürmüş. İçerisinden bir akrep çıkmış. Şimdi bu adam meczub. E Şimdi işin yok deli Gafur’un arkasından mı gideceksin. O burda abdest bozar, ondan sonra gider öbür tarafta namaz kılar. Onun arkasından gidilir mi?
-: Kendi velayet-i meczubaneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’aya tarafdar çıkarlar. Mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’umane bir sebebiyet verirler.
Hulusi Bey: Bunlardan bizim sabit öğreneceğimiz bir mesele var. İtikat meselesi, amel meselesi. En salim yol ehl-i sünnet vel cemaatin meslekidir. Buna muhalif olanlarla çene yarıştırmaya lüzum yoktur. Arkalarından gitmeye de hiç ihtiyacımız yoktur. Hatta keramete benzer bir şey görsek ondan. Eh bir ikram-ı ilahiyeye mazhar olmuş. Çocuk bile bazan intak-ı bi-l hak nevinden güzel hikmetli bir söz söyler. Sözü alırız ama çocuğun çocukluğunu almaya lüzum yoktur, ihtiyaç da yoktur ki o iş yolumuzu sarpa sarsın.
-:
Onuncu Mes’ele
[Ziyaretçilere ait bazı dostlar tarafından ihtar ile,
Hulusi Bey: Onuncu mesele mühim bir meseledir. Talebeliğin, kardaşlığın, dostluğun şartlarından da bahs eder.
-:[Ziyaretçilere ait bazı dostlar tarafından ihtar ile, bir düstur izah edilmek istenilmiştir. Onun için yazılmıştır.]
Malûm olsun ki: Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır.
Hulusi Bey: O kapı kapalıdır. Acele etme, acele etme. Şimdi gelen dünyevi bir iş için geliyor. “Benim şu işim var efendim ne yapayım.” Benim o kapı kapalı, ben dünyaya arkamı çevirmişim. O zata göre söylüyorum. Bizim dünya ile alakamız var. Bir şey, belki bir fikir olarak kendisine bir fikir söyleyebiliriz. Fakat O zatın kendisine göre. O dünyaya bir kere arkasını çevirmiş, bir daha dönüp oraya baksa, o kapı kapalı ordan gelme diyor. “Benden dünyaya ait işi şey sorma” dünya ile meşğul değil. Peki.
-: Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir.
Hulusi Bey: O kapı da kapalıdır.
-: O kapı dahi kapalıdır. Çünki ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet, sırf Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, alerre’si vel’ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.
Dostun hâssası ve şartı budur ki: Kat’iyyen, Sözler’e ve envâr-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun;
Hulusi Bey: Ciddî taraftar olsun dost ha. Ben size dostum. Ne “hiç size ilişmem.” O haşa teşbihte çok büyük hata olur. Yani bilmem ne. Bize ilişmeyen bin yaşasın o gibi değil. Öyle dostluk olmaz. Ya hizmete, bu hizmete, Kur’ana, imana ciddi taraftar olacak. Evet.
-: Ve haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın,
Hulusi Bey: Haksızlığa ve bid’alara. Bid’a ne demek? Sünnet muhalif olan şeyin adı bid’adır. Sünnete uymadı mı onun adı bid’adır. Bid’attır.
-: kendine de istifadeye çalışsın.
Hulusi Bey: Kendine de istifadeye çalışsın. Ben dostum diyenden bunu soracağız. Varsa iyi yoksaa. Dostluğun şartı bu değildir hassası bu değildir.
-: Kardeşin hâssası ve şartı şudur ki: Hakiki olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.
Hulusi Bey: Öbüründe hiç namazdan bahsetmedi. Dikkat ettiniz mi? Yalnız bu işe muhalif değil ciddi taraftar. Kendisine de istifadeye çalışıyor. Kardeşe gelince iş değişti. Kardeşte ne imiş?
-: Hakikî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber,
Hulusi Bey: Yani bu eserlerin neşrine. Neşri nedir? Kitabı yazıp şey etmek, içindeki yazıp birine bildirmek. Yahut bir yerde otururken bugün filan şeyi okumuştuk, böyle bir eser okuduk bunda güzel bir şey var, bende not ettim. Bende onu söyleyeyim. Bu da neşirdir ha. Bu da neşir. Ne söyleyeceksin yani?
-: Hakikî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.
Hulusi Bey: Büyük günahlar. Bunlar herkesçe malum olan şeydir.
-: Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahib çıksın
Hulusi Bey: Bu talebeninki
-:Ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.
Hulusi Bey: Bu talebeninki onların
-:Onun neşir ve hizmeti bilsin.
İşte şu üç tabaka benim üç şahsiyetimle alâkadardır. Dost, benim şahsî ve zâtî şahsiyetimle münasebetdar olur. Kardeş, abdiyetim ve ubudiyet noktasındaki şahsiyetimle alâkadar olur. Talebe ise, Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetimle münasebetdardır.
Şu görüşmenin de üç meyvesi var:
Birincisi: Dellâllık itibariyle mücevherat-ı Kur’aniyeyi benden veya Sözler’den ders almak. Velev bir ders de olsa.
İkincisi: İbadet itibariyle uhrevî kazancıma hissedar olur.
Üçüncüsü: Beraber dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olup rabt-ı kalb ederek, Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde el-ele verip, tevfik ve hidayet istemek.
Eğer talebe ise; her sabah mütemadiyen ismiyle, bazan hayaliyle dahi yanımda hazır olur, hissedar olur.
Eğer kardeş ise, birkaç defa hususî ismiyle ve suretiyle dua ve kazancımda hazır olup hissedar olur. Sonra umum ihvanlar içinde dâhil olup, rahmet-i İlahiyeye teslim ediyorum ki, dua vaktinde “ihvetî ve ihvanî” dediğim vakit onlar içinde bulunur. Ben bilmezsem, rahmet-i İlahiye onları biliyor ve görüyor.
Eğer dost ise ve feraizi kılar ve kebairi terkederse, umumiyet-i ihvan itibariyle duamda dâhildir. Bu üç tabaka dahi, beni manevî dua ve kazançlarında dâhil etmek şarttır.
Hulusi Bey: Dâhil etmek şarttır. Buraya mı geldin?
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنْ قَالَ اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
وَقَالُواالْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدَينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ
اَللّٰهُمَّ يَا مَنْ اَجَابَ نُوحًا فِى قَوْمِهِ وَ يَا مَنْ نَصَرَ اِبْرَاهِيمَ عَلَى اَعْدَائِهِ وَ يَا مَنْ اَرْجَعَ يُوسُفَ اِلَى يَعْقُوبَ وَ يَا مَنْ كَشَفَ الضُّرَّ عَنْ اَيُّوبَ وَ يَا مَنْ اَجَابَ دَعْوَةَ زَكَرِيَّاءَ وَ يَا مَنْ تَقَبَّلَ يُونُسَ ابْنَ مَتَّى نَسْئَلُكَ بِاَسْرَارِ اَصْحَابِ هذِهِ الدَّعْوَاتِ الْمُسْتَجَابَاتِ اَنْ تَحْفَظَنِى وَ تَحْفَظَ نَاشِرَ هذِهِ الرَّسَائِلِ وَ رُفَقَائِهِمْ مِنْ شَرِّ شَيَاطِينِ اْلاِنْسِ وَ الْجِنِّ وَ انْصُرْنَا عَلَى اَعْدَائِنَا وَ لاَ تَكِلْنَا اِلَى اَنْفُسِنَا وَ اكْشِفْ كُرْبَتَنَا وَ كُرْبَتَهُمْ وَاشْفِ اَمْرَاضَ قُلُوبِنَا وَ قُلُوبِهِمْ آمِينَ آمِينَ آمِينَ
Hulusi Bey: Gel birazda sen oku.
PDF Dosyasını İndirmek İçin Tıklayınız.
Bir önceki yazımız olan 54) 26. MEKTUB 4. MEBHAS 7. 8. 9. 10. MES’ELE VE 28. MEKTUB’DAN DERS 1 başlıklı makalemizde 26.mektub hakkında bilgiler verilmektedir.