25. SÖZ/2. ŞU’LE:/2. NURU:/9.-10. SIRR-I BELÂGAT VE DUA DERS-3
Hulusi Bey: Yani اِنَّهُ daki Hu. Ya Cenab-ı Hakka şey ediyor, veyahud peygambere aittir. Peygambere olursa, nereleri gezdirildiyse peygamber onları hem gördü hem de oradaki şey, sesleride duydu. Bu manada.
-: Eğer zamir, Cenab-ı Hakk’a raci’ olsa şöyle oluyor ki: “Bir abdini bir seyahatta huzuruna davet edip bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i Haram’dan mecma-i enbiya olan Mescid-i Aksa’ya gönderip enbiyalarla görüştürüp bütün enbiyaların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar
Hulusi Bey: Yani usûl-ü dinleri nedir? Lailahe illallah, lailahe illallah, hep bu dava üzerine gelmişler. O da aynı şey üzerine gelmiş.
-: Bütün enbiyaların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar mülk ü melekûtunda gezdirdi.” İşte çendan o zât bir abddir, bir mi’rac-ı cüz’îde seyahat eder. Fakat bu abdde bütün kâinata taalluk eden bir emanet
Hulusi Bey: Kainata. Kainata taalluk eden.
-:Kainatta diyor efendim.
Hulusi Bey: Kainata taalluk eden.
-: Fakat bu abdde bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberdir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenab-ı Hak kendi zâtını bütün eşyayı işitir ve görür sıfatıyla tavsif eder.
Hulusi Bey: Tavsif.
-: Tavsif eder. Tâ o emanet, o nur, o anahtarın cihanşümul hikmetlerini göstersin.
Hem meselâ:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ جَاعِلِ الْمَلٰئِكَةِ رُسُلاً اُولِى اَجْنِحَةٍ مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ يَزِيدُ فِى الْخَلْقِ مَا يَشَاءُ اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ٭
صَدَقَ اللّٰهُ العَظ۪يمُ٭
İşte şu surede, “Semavat ve arzın Fâtır-ı Zülcelali, semavat ve arzı öyle bir tarzda tezyin edip âsâr-ı kemalini göstermekle hadsiz seyircilerinden Fâtır’ına hadsiz medh ü senalar ettiriyor ve öyle de hadsiz nimetlerle süslendirmiş ki, sema ve zemin bütün nimetlerin ve nimetdîdelerin lisanlarıyla o Fâtır-ı Rahman’ına nihayetsiz hamd ü sitayiş ederler.” dedikten sonra, yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fâtır’ın verdiği cihazat ve kanatlarıyla seyr ü seyahat eden insanlarla hayvanat ve tuyur gibi; semavî saraylar olan yıldızlar ve ulvî memleketleri olan burclarda gezmek ve tayeran etmek için, o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zât-ı Zülcelal, elbette herşeye kadir olmak lâzım gelir. Bir sineğe, bir meyveden bir meyveye; bir serçeye, bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühre’den Müşteri’ye, Müşteri’den Zühal’e uçacak kanatları o veriyor.
Hulusi Bey: Meleklere. مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ يَزِيدُ فِى الْخَلْقِ مَا يَشَاءُ
Daha çok kanatlar verdi. Onları da uçuruyor.
-: Hem melaikeler, sekene-i zemin gibi cüz’iyete münhasır değiller,
Hulusi Bey: Cüz’iyet.
-: Cüz’iyete münhasır değiller, bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ
Hulusi Bey: O manaya da çıkıyor ha.
-: Kelimeleriyle tafsil verir.
Hulusi Bey: Bir anda birçok yıldızlarda bulunabiliyor. Hani şeyde ne diyor? Hazreti Cibril (a.s) Dıhye suretinde, huzur-u Nebevide bulunduğu zamanda, aynı anda haşmetli kanatları ile Arş-ı azam önünde secdeye gider, daha başka yerlerde evamir-i İlahiyeyi tebliğ eder. Aynı anda. Nurdan mahlûk oldukları için onlara mani yok. Evet.
-: İşte şu hâdise-i cüz’iye olan “Melaikeleri kanatlarla teçhiz etmek” tabiriyle
Hulusi Bey: Yerin iyi ya orda biraz yat.
-: Güzel efendim! Allah razı olsun.
-: Gayet küllî ve umumî bir azamet-i kudretin destgâhına işaret ederek; اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ fezlekesiyle tahkik edip tesbit eder.
Onuncu Nükte-i Belâgat:
Hulusi Bey: Buyur. Sıra geldi sana. Hadi sen de biraz yat. Uykun kaçtı amma. Ayete mi geldik.
-: Hayır efendim. Ayete var daha.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Hulusi Bey: Onuncu Nükte-i Belâgat.
-: Evet
-: Kâh oluyor âyet, insanın isyankârane amellerini zikreder, şedid bir tehdid ile zecreder. Sonra şiddet-i tehdid, ye’se ve ümidsizliğe atmamak için, rahmetine işaret eden bir kısım esma ile hâtime verir, teselli eder. Meselâ:
Hulusi Bey: Okuyamıyor musun?
-: Okuyorum.
Hulusi Bey:
اَسْتَع۪يذُ بِااللّٰهِ٭قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُ آلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لاَبْتَغَوْا اِلَى ذِى الْعَرْشِ سَبِيلاً سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا ٭ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَ لكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا٭ صَدَقَ اللّٰهُ رَبِّىَ اْلأَعْلٰى
-: İşte şu âyet der ki: De: Eğer dediğiniz gibi mülkünde şeriki olsaydı, elbette arş-ı rububiyetine el uzatıp müdahale eseri görünecek bir derecede bir intizamsızlık olacaktı. Hâlbuki yedi tabaka semavattan, tâ hurdebînî zîhayatlara kadar, her bir mahlûk küllî olsun cüz’î olsun, küçük olsun büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle, o esma-i hüsnanın Müsemma-i Zülcelalini tesbih edip, şerik ve nazirden tenzih ediyorlar. Evet, nasılki sema güneşler, yıldızlar denilen nur-efşan kelimatıyla, hikmet ve intizamıyla, onu takdis ediyor, vahdetine şehadet ediyor ve cevv-i hava dahi, bulutların ve berk ve ra’d ve katrelerin kelimatıyla onu tesbih ve takdis ve vahdaniyetine şehadet eder. Öyle de zemin, hayvanat ve nebatat ve mevcudat denilen hayattar kelimatıyla Hâlık-ı Zülcelalini tesbih ve tevhid etmekle beraber, her bir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimatıyla yine tesbih edip birliğine şehadet eder. Öyle de en küçük mahlûk, en cüz’î bir masnu’, küçüklüğü ve cüz’iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pek çok esma-i külliyeyi göstermek ile Müsemma-yı Zülcelali tesbih edip vahdaniyetine şehadet eder. İşte bütün kâinat birden, bir lisan ile, müttefikan Hâlık-ı Zülcelalini tesbih edip vahdaniyetine şehadet ederek kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubudiyeti, kemal-i itaatle yerine getirdikleri
Hulusi Bey: Onun da uykunu kaçırırım amma. Sofi sana da okuttururum bak. Okuyanın uykusu kalmıyor daha.
-: İşte bütün kâinat birden, bir lisan ile müttefikan Hâlık-ı Zülcelalini tesbih edip vahdaniyetine şehadet ederek kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubudiyeti, kemal-i itaatle yerine getirdikleri halde, şu kâinatın hülâsası
Hulusi Bey: Hafız yok mu, hafız?
-: Nusret efendi var efendim.
Hulusi Bey: Oraya ses geliyor mu?
-: bütün kâinat birden, bir lisan ile, müttefikan Hâlık-ı Zülcelalini tesbih edip vahdaniyetine şehadet ederek kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubudiyeti, kemal-i itaatle yerine getirdikleri halde, şu kâinatın hülâsası ve neticesi ve nazdar bir halifesi ve nazenin bir meyvesi olan insan, bütün bunların aksine, zıddına olarak, ettikleri küfür ve şirkin ne kadar çirkin düşüp ne derece cezaya şayeste olduğunu ifade edip bütün bütün ye’se düşürmemek için, hem şunun gibi nihayetsiz bir cinayete, hadsiz çirkin bir isyana Kahhar-ı Zülcelal nasıl meydan verip kâinatı başlarına harab etmediğinin hikmetini göstermek için اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا der. O hâtime ile hikmet-i imhali gösterip, bir rica kapısı açık bırakır.
Hulusi Bey: Hikmet-i imhali. Mühlet verişindeki hikmeti gösterir.
-: Bir rica kapısı açık bırakır.
İşte şu on işarat-ı i’caziyeden anla ki, âyetlerin hâtimelerindeki fezlekelerde, çok reşehat-ı hidayetiyle beraber çok lemaat-ı i’caziye vardır ki; bülegaların en büyük dâhîleri, şu bedî’ üslûblara karşı kemal-i hayret ve istihsanlarından parmağını ısırmış, dudağını dişlemiş, مَا هذَا كَلاَمُ الْبَشَرِ demiş. اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى
Hulusi Bey: اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى
-: Ya, hakkalyakîn olarak iman etmişler. Demek bazı âyette, bütün mezkûr işaratla beraber bahsimize girmeyen çok mezaya-yı âheri de tazammun eder ki;
Hulusi Bey: Hah mezaya-yı âheri de tazammun eder.
-: Tazammun eder ki; o mezayanın icmaında öyle bir nakş-ı i’caz görünür ki, kör dahi görebilir.
İkinci Şu’lenin Üçüncü Nuru şudur ki:
Hulusi Bey: Onu da oku.
-: Kur’an, başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünki kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makamdır.
Hulusi Bey: Bir daha al.
-: Çünki kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhatab, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?” ise bak.
Hulusi Bey: Öyle ise,
-: Öyle ise, sözde “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?” ise bak. Yalnız söze bakıp durma. Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur’anın menbaına dikkat edilse,
Hulusi Bey: Başımızı salladık ama niye bunu yazmıyoruz. Ben yazıyorum ha. Şu dört şeyi yazın.
-: Yalnız söze bakıp durma. Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur’anın menbaına dikkat edilse, Kur’anın derece-i belâgatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır.
Evet, madem kelâm, mütekellime bakıyor. Eğer o kelâm emr ve nehy ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tazammun eder.
Hulusi Bey: İrad mı irade mi?
-: İrade
-: Eğer o kelâm emr ve nehy ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemet-sûz olur;
Hulusi Bey: Söz mukavemet-sûz olur; Ona mukavemet edilemez artık. Mukavemeti yakıcı, sûz, suhten de tarifsiz. Evet.
-: Maddî elektrik gibi tesir eder, kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder.
Meselâ: يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى yani “Ya arz! Vazifen bitti, suyunu yut. Ya sema! Hacet kalmadı, yağmuru kes.”
“Ya arz! Vazifen bitti, suyunu yut. Ya sema! Hacet kalmadı, yağmuru kes.”
Hulusi Bey: İhtiyaç kalmadı.
-: Meselâ: فَقَالَ لَهَا وَ لِلاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَا اَتَيْنَا طَائِعِينَ yani “Ya arz! Ya sema! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Ademden çıkıp, vücudda meşhergâh-ı san’atıma geliniz.” dedi. Onlar da: “Biz kemal-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi senin kuvvetinle göreceğiz.”
İşte kuvvet ve iradeyi tazammun eden hakikî ve nafiz şu emirlerin kuvvet ve ulviyetine bak. Sonra insanların
Hulusi Bey:
ااُسْكُنِى يَا اَرْضُ وَانْشَقِّى يَا سَمَاءُ وَقُومِى اَيَّتُهَا الْقِيَامَةُ
Bu insanların lafı. Gibi.
-: Gibi suret-i emirde cemadata hezeyanvari muhaveresi, hiç o iki emre kabil-i kıyas olabilir mi?
Hulusi Bey:
وَق۪يلَ يَٓا اَرْضُ ابْلَع۪ى مَٓاءَكِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِع۪ى
nerdeee. En beliğ ayettir ha Kur’an’da. En beliğ ayet.
-: Efendim اُسْكُنِى bu ayet değil mi?
Hulusi Bey: Ayet değil canım. Ne اُسْكُنِى sen orda. Haşa, haşa. Hezeyan, hezeyan. Benzetiyor güya.
-: Evet, temenniden neş’et eden arzular ve o arzulardan neş’et eden fuzuliyane emirler nerede? Hakikat-ı âmiriyetle muttasıf bir âmirin iş başında hakikat-ı emri nerede? Evet, emri nafiz büyük bir âmirin muti’ ve büyük bir ordusuna “Arş” emri nerede? Ve şöyle bir emir, âdi bir neferden işitilse; iki emir sureten bir iken, manen bir neferle bir ordu kumandanı kadar farkı var.
Meselâ: اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ Hem meselâ: وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰئِكَةِ اسْجُدُوا ِلآدَمَ Şu iki âyette iki emrin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra beşerin emirler nev’indeki kelâmına bak. Acaba yıldız böceğinin Güneş’e nisbeti gibi kalmıyorlar mı? Evet, hakikî bir mâlikin iş başındaki bir tasviri ve hakikî bir san’atkârın işlediği vakit san’atına dair verdiği beyanatı ve hakikî bir mün’imin ihsan başında iken beyan ettiği ihsanatı, yani kavl ile fiili birleştirmek, kendi fiilini hem göze, hem kulağa tasvir etmek için şöyle dese: “Bakınız! İşte bunu yaptım, böyle yapıyorum. İşte bunu bunun için yaptım. Bu böyle olacak, bunun için işte bunu böyle yapıyorum.” Meselâ:
اَسْتَع۪يذُ بِااللّٰهِ٭اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ وَاْلاَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَ اَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ وَ اَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ تَبْصِرَةً وَ ذِكْرَى لِكُلِّ عَبْدٍ مُنِيبٍ وَ نَزَّلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً مُبَارَكًا فَاَنْبَتْنَا بِهِ جَنَّاتٍ وَ حَبَّ الْحَصِيدِ وَالنَّخْلَ بَاسِقَاتٍ لَهَا طَلْعٌ نَضِيدٌ رِزْقًا لِلْعِبَادِ وَ اَحْيَيْنَا بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذلِكَ الْخُرُوجُ٭صَدَقَ اللّٰهُ العَظ۪يمُ٭
Kur’anın semasında şu Surenin burcunda parlayan yıldız-misal Cennet meyveleri gibi şu tasviratı, şu ef’alleri içindeki intizam-ı belâgatla çok tabaka haşrin delailini zikredip neticesi olan haşri كَذلِكَ الْخُرُوجُ tabiri ile isbat edip surenin başında haşri inkâr edenleri ilzam etmek nerede? İnsanların fuzuliyane onlarla teması az olan ef’alden bahisleri nerede?
Taklid suretinde çiçek resimleri; hakikî, hayatdar çiçeklere nisbeti derecesinde olamaz.
Şu اَفَلَمْ يَنْظُرُوا dan tâ كَذلِكَ الْخُرُوجُ a kadar güzelce meali söylemek çok uzun gider. Yalnız bir işaret edip geçeceğiz. Şöyle ki:
Hulusi Bey: Burada bitireceğiz Hacı. Bununla bitireceğiz merak etme.
-: Surenin başında, küffar haşri inkâr ettiklerinden Kur’an onları haşrin kabulüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemat eder. Der: “Âyâ, üstünüzdeki semaya bakmıyor musunuz ki,
Hulusi Bey: Üstünüzde ki semaya
-: Semaya
-: Üstünüzdeki semaya bakmıyor musunuz ki, biz ne keyfiyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir surette bina etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki; nasıl yıldızlarla, Ay ve Güneş ile tezyin etmişiz, hiçbir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz. O yerde dağları tesbit etmişiz, denizin istilâsından muhafaza etmişiz. Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk herbir cinsten çift hadrevatı, nebatatı halkettik; yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyette sema canibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz.
-: Burda bitiyor.
Hulusi Bey: Oku, oku.
-: O su ile bağ ve bostanları, hububatı, yüksek leziz meyveli hurma gibi ağaçları halkedip ibadıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. Hem görmüyor musunuz; o su ile ölmüş memleketi ihya ediyorum. Binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebatatı, kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurucunuz da böyledir. Kıyamette arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız.” İşte şu âyetin isbat-ı haşirde gösterdiği cezalet-i beyaniye -ki, binden birisine ancak işaret edebildik- nerede; insanların bir dava için serdettikleri kelimat nerede?
Hulusi Bey:
DUA
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى رَسُولِناَ مُحَمَّدٍ وَ آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Erhamurrahimin olan Rabbımız okunan dersi Kur’ani ve Ehadis-i nebeviye, salavat-i şerife hürmetine hâsıl olan ecr-i mesubatı evvelen resul-u kibriya, hatem-i enbiya, şefi-i ruzi ceza Muhammedin-il Mustafa sallahu teala aleyhi vesselem efendimiz hazretlerinin mübarek, mualla, mukaddes ruh-u saadetlerine âcizane ihda eyledik, kabul buyurup vasıl eyleye. Âmin. Ruh-u seyyidil murselini meclisimizden haberdar eyleyip, dünyada ziyareti, haşirde liva-i Ahmedisi altında toplanmayı, ahirette şefaat-i ile cümlemize ikram eyleye. Âmin. Al ve ashab, ezvacı ile etabına, sair enbiya-i izam, rusul-i kiramın hazreti Adem aleyhisselamdan bu ana kadar irtihali darı beka eylemiş olan enbiya, sıddıkin, şüheda, salihin, evliyayı arifin, meşayıh-i kamilin, eimme-i müştehidin, hazeratının ve bütün müminin ve mü’minatın alelhusus üstadımızın ve üstadlarımızın, usul ve füruumuzun ervahına isal eyleye. Âmin.
Bütün hastalara, ehli imanın bütün hastalarına acil şifalar, borçlularına borç eleminden kurtulmalar, yolcularına selametler, harici ve dâhili din düşmanlarını kahr ile perişan eylemek nasibi müyesser eyleye. Âmin. Devlet adamlarımızı din, iman ve Kur’ana hadim ve hayırlı işlere muvaffak eyleye. Âmin. Vademiz hıtamında ol kelime-i münciye-i mübarek olan buyrun:
اَشْهَدُ اَنْ لآَ اِلٰهَ اِلاّٰ اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدٌ عَبْدُهُ رَسُولُهُ
Diyerekten hatmi enfasa cümlemizi muvaffak eyleye. Âmin. Ordularımızı her sahada düşmanlarımıza galip ve muzaffer eyleye. Âmin. Cümlemizi Cennet ve cemali ile müşerref olacaklar zümresine lütf-u fadlı ile ithal eyleye. Âmin. Dünyadan müfarakat zamanımızda, kabre konulduğumuzda, kabirden çıkarıldığımızda meleklerin vasıtası ile
لاَخَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَهُمْ يَحْزَنُونَۚ
ile müjdelenecekler arasına bizleri de lütf-u keremi ile ithal eyleye. Âmin. Ahir-ü akıbetimizi hayr eyleye. Âmin. Şu âlemde bizi Kur’anın nuru etrafında topladığı gibi ahirette de habib-i ekrem sallahu aleyhi vessellem efendimizin liva-ül hamd adı ile müsemma sancağ-ı şerifi altında haşri cem eyleye. Âmin. Hesabımızı yesir, mizanımızın hasenat kısmını sakil eyleye. Âmin. Yüz aklığı ile cemal-ı be kemal-i ilahisini müşahade ile son nimetine nail eyleye. Âmin.
Lillahil Fatiha masselavat
PDF Dosyası İndirmek İçin Tıklayınız!
Bir önceki yazımız olan 84) 25. SÖZ/2. ŞU'LE:/2. NURU:/ 8.-9. SIRR-I BELÂGAT: DERS-2 başlıklı makalemizde 8.-9. SIRR-I BELÂGAT, sırrı belağat ve yirmibeşinci söz hakkında bilgiler verilmektedir.