88) YİRMİNCİ MEKTUB 7. VE 8. KELİMELER DERS-2

ADAD

Hulusi Bey

YİRMİNCİ MEKTUB 7. VE 8. KELİMELER DERS-2

Hulusi Bey: Başlıyoruz.

-: İşte şu mahlûkatın şu seyelanı, gayet hakîmane rahmet ve ihsan dairesinde ve şu seyeranı, gayet alîmane hikmet ve intizam dairesinde ve şu cereyanı, gayet Rahîmane şefkat ve mizan dairesinde baştan aşağıya kadar hikmetlerle maslahatlarla neticelerle ve gayelerle yapılıyor. Demek bir Kadîr-i Zülcelal, bir Hakîm-i Zülkemal mütemadiyen tavaif-i mevcudatı ve her taife içindeki cüz’iyatı ve o taifelerden teşekkül eden âlemleri, kudretiyle hayat verip tavzif eder. Sonra hikmetiyle terhis edip, mevte mazhar eder; âlem-i gayba gönderir. Daire-i kudretten, daire-i ilme çevirir.

            İşte hiç mümkün müdür ki: Şu kâinatı, heyet-i mecmuasıyla çevirmeğe muktedir olmayan ve bütün zamanlara hükmü geçmeyen ve âlemleri hayata ve mevte bir ferd gibi mazhar etmeğe kudreti yetmeyen ve baharları, bir çiçek gibi hayat verip, yeryüzüne takıp sonra mevt ile ondan koparıp alamayan bir zât; mevt ve imateye sahib çıkabilsin? Evet, en cüz’î bir zîhayatın mevti dahi, hayatı gibi bütün hakaik-i hayat

Hulusi Bey: Mevti dahi, hayatı gibi.

-: Evet, en cüz’î bir zîhayatın mevti dahi, hayatı gibi bütün hakaik-i hayat ve enva’-ı mevt elinde bulunan bir Zât-ı Zülcelal’in kanunuyla, izniyle, emriyle, kuvvetiyle, ilmiyle olmak zarurîdir.

SEKİZİNCİ KELİME:  وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ Yani: Hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir. Mevt ve fena, adem ve zeval ona ârız olamaz. Çünki hayat, ona zâtîdir. Zâtî olan, zâil olamaz. Evet, ezelî olan elbette ebedîdir. Kadîm olan, elbette bâkidir. Vâcib-ül Vücud olan, elbette sermedîdir. Evet, bir hayat ki, bütün vücud bütün envârıyla onun gölgesidir. Nasıl adem ona ârız olabilir? Evet bir hayat ki, vâcib bir vücud onun lâzımı ve ünvanıdır; elbette adem ve fena hiçbir cihetle ona ârız olamaz. Evet, bir hayat ki; bütün hayatlar mütemadiyen onun cilvesiyle zuhura gelir ve bütün hakaik-i sabite-i kâinat ona istinad eder, onunla kaimdir; elbette hiçbir cihetle fena ve zeval ona ârız olamaz. Evet, bir hayat ki; onun bir lem’a-i cilvesi, maruz-u fena ve zeval olan eşya-yı kesîreye bir vahdet verip bekaya mazhar eder ve dağılmaktan kurtarır ve vücudunu muhafaza eder ve bir nevi bekaya mazhar eder. Yani hayat; kesrete bir vahdet verir, ibka eder. Hayat gitse; dağılır, fenaya gider. Elbette öyle hadsiz lemaat-ı hayatiye bir cilvesi olan hayat-ı vâcibeye, zeval ve fena yanaşamaz.

Hulusi Bey: Bir baharda olan nebatat, çiçekler güz mevsiminde zahiren ölüyorlar. Hâlbuki o hayatı veren onları ebedi surette öldürmüyor. Onların hayatlarının hülasasını taşıyan, tohumcuklarını toprağa gömüyor, toprağa karıştırıyor. İkinci baharda hiçbir çiftçi uğramadığı halde birinci bahardakine benzeyen bir güzellikle o toprağa gömülmüş olan tohumcuklar, yeniden sümbül vermek için toprak perdesini delip başlarını çıkarıyorlar. Çıkarttırıyor Cenab-ı Hak. Demek ki onların zahirde hayatlarına son verdi, fakat ruhları vücutlarının hülasası olan tohumlarını toprağa defnetti. Onu biriktirip de merasimlen bir otun tohumunu merasimle mezara koymak var mı? Bunu kendisi yapıyor, toprağı karıştırıyor. Ondan sonra ikinci baharda da hiç kimse uğramadığı halde orada yeniden bir ihyayı gösteriyor. Siz zannediyorsunuz ki öldü. Arz şimdi ölü vaziyette fakat mevsimi gelirse onların ölü olmadıkları yeniden hayat bulmaları ile gösterecektir. Demek ki ölmemişler. Biz ölmedik diriyiz. Bizim hayatımızın hülasasını, geçmiş hayatımızın hülasasını taşıyan tohumlar toprağın içerisinde yaşadı, olacak vaziyete geldi. Nihayet izin çıktı, yerde bir hararet belirdi. Sen dersin ki cemre düştü. Ne dersen de. Cemre düşer fakat izn-i ilahi ile oluyor işler. O topraktaki tohumlar geçen senekine benzer bir güzellikle toprak perdesinden çıkıp görünürler. Ölü gibi ağaçlar, tomurcuklarının patlamasıyla çiçekler, yapraklar, arkasından meyveler suretinde kendini gösteriyor. Biz ölmedik, diriyiz daha güzel olduk terütaze, bütün tazelik güzelliğiyle kendilerini gösteriyorlar. Hakikaten ne kadar ehemmiyetli bir değiştirme bir tebdildir ki Cenab-ı Hak bu tahvilat, bu tebdilat, bu tagyirat altında her sene muntazaman beşere diyor ki size her yıl bunu tekrar ediyoruz ki biz haşri getirmeye muktediriz.

-: Amenna

Hulusi Bey: Ölenleri diriltmeye muktediriz. Sizin ölü zannettiklerinizi nitekim her baharda diriltiyoruz. Uyanın, uyanın! Ebedi bir hayat var. O ebedi hayat ya mes’udane bir hayat olur veyahut müşkil bir hayat olur. Ya Allah esirgesin şekavet-i ebediye veyahut Allah nail etsin mes’udane bir hayat bizi bekliyor. Buna sebep olacak da bizim efalimizdir, ahvalimizdir, niyetimizdir, Rabbımıza itaatimizdir. Eğer itaat edersek O’nun rahmetinden ümitvar olabiliriz ki bizi ebedi mes’ud bir hayata saadet-i ebediyeye eriştirir.

-: İnşallah

Hulusi Bey: Ummadığımız, tasvvur edemediğimiz derecede güzel olan, o ebedi hayatın bütün lezzetlerini وَ فِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ اْلاَنْفُسُ وَ تَلَذُّ اْلاَعْيُنُ  fermanıyla bize hepsini gösterecektir. Vadetmiştir. Vadini yapabilir bir padişah-ı Zül-Celaldir O. O’na itimad etmek lazım, inanmak lazım. Merak etmeye lüzum yoktur. Bu hayatımız gidiyor amma fakat ebedi bir hayat bekliyor. İnşallah o ebedi hayatımız mes’udane ebedi bir hayat olur. Bunu idare etmek de Allah’ın tevfiki başta olmak üzere bize kalıyor.  Çünkü Cenab- ı Hak, zulmetmez. Burada kendisine halis, muhlis, muti’ vaziyette bulunanı götürüp Cehennemine koymaz. Meşhurdur “Bahane Allah’ıdır baha Allah’ı değil.” Ufak bir ibadet, bir kelime-i tevhid Cenab-ı Hakk’ın rızasına uygun düşerse inşallah seni de beni de hepimizi de Cennetine kor, ebedi mes’ud eder. Biz O’nun rızasını gözetmeye bakalım. Şunun bunun rızası değil. Ha amelimiz ihlaslı olmalı. İhlasın manası neydi? İşimizde, işimizde halk bulunmasın. Yalnız Halık’ın rızası olsun. Canım Halık’ın rızası için ne yapayım? Ben onu bilmem. Fakat Allah bilir. Biz hakikaten samimi olarak Allah rızası gözetiyorsak Cenab-ı Hak onu bilir ve bizim layıkımız veçhiyle bizi de mükâfatlandırır. Yani Cenab-ı Hak hiç kimseye hiçbir şeye benzemez ki O’nu yalnız sözümüzle ikna etmiş olalım, içimizi biliyor. Ne maksad için yapıyoruz. Çok acib şeyler var ki zahirde insan bakar der ki bu adamın gitse gitse gideceği yer Cennettir, hâlbuki bak peygamberin hatırımda değil öyle bir hadisi var. Onun ef’aline bakar da insan zahiri şeyine derki bu adam gideceği yer Cennettir. Hâlbuki Peygamber efendimiz diyor ki o Cehennemidir. Çünkü halk için yapıyor. Halk için yaptığını ne sen bilirsin ne ben. Biz hüsn-ü niyet edeceğiz, biz hüsn-ü zan edeceğiz. Onun için içimizi, dışımızı bilen Allah’a karşı samimi olmak ihlaslı olmak lazım geliyor. Hiç kimsenin hatırı için değil fakat Allah’ın rızası için amel edeceğiz. Mesele burda. Yaparsak zayi olur mu? Böyle yaparsak zayi etmez ve zayi olmaz. Halk şöyle der, böyle der. Halkın demesi bize fayda vermez. Ha burada bir nokta var belki halkın hüsn-ü zannına ne dersin, derseniz; o ona bir şey demem. O bizim için bir dua demektir. Halk bizim için iyi söylüyorlarsa biz de onu kulağımıza da değerse ki halk seni methediyor. Biz de diyeceğiz, “Cenab-ı Hak onların bu dualarını, onların bu sözlerini hakiki olarak bizden göstersin.”

-: Amin..

Hulusi Bey: Halis, muhlis bir mü’min, muvahhid olduğumuzu bizde göstermek nasip etsin. Amin.. Yoksa halkın yalınız kupkuru sözü, halk zahirimize bakar Hak batınımıza bakar. E senin benim vazifem nedir? Gözümüzle görmesek kimseye kötü demeyeceğiz. Hatta gözümüzle görsek bir yanlışlıktır, iyice kuvvetli inancımız hâsıl olmazsa kimseyi kötü zannetmeyeceğiz. Mesela bir adamın kötü bir yere girdiğini görürsen, belki de bir maslahat için girmiştir dersin, hüsn-ü zan edersin. Mesela; hali vakti herkesçe malum bir zatın, kahveye girdiğini görürsen damgayı basma. “Biz iyi zannederdik, kahveye gittiğini gördüm ben” deme. Kahve hiç olmazsa dedikodu yeridir. Aklı başında bir insan, kâmil bir insan bile bile oraya gitmez. Fakat bir iş zımnında gitmişse, onu sen de bilmezsin ben de bilmem, iyisi mi sen de iyiye yor, belki bir maksatla girmiştir, bir hikmet vardır, de. Yani dilimizi alıştırmayalım, gönlümüzü bulandırmayalım, herkese hüsn-ü zan edelim. Buyur.         

-: Şu hakikate şahid-i katı’, şu kâinatın zeval ve fenasıdır. Yani mevcudat vücudlarıyla, hayatlarıyla nasıl ki o Hayy-ı Lâyemut’un hayatına ve o hayatın vücub-u vücuduna delalet ve şehadet ederler {(Haşiye): Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın Nemrud’a karşı imate ve ihyada Güneş’in tulû’ ve gurubuna intikali, cüz’î imate ve ihyadan küllî imate ve ihyaya intikaldir ve bir terakkidir. O delilin en parlak ve en geniş dairesini göstermektir.

Hulusi Bey: Şimdi bunu benden bazı zevat sormuşlardı, Çünkü hüccet getir. İbrahim aleyhisselam, Nemruda karşı dedi ki; Benim Rabbim hem öldürür hem de diriltir. O dedi onu ben de yaparım. İki tane idama mahkûm ettiği -kendi kanuna göre-iki kişi getirdi birini affetti birini idam ettirdi, işte dedi. O zaman İbrahim Aleyhisselam benim Rabbim, güneşi şarktan doğurur, sen de garbten getir. Şimdi bu meselenin üzerinde durmak lazım. Güneş ne zaman  garptan doğar. Ne alametidir o? Kıyamet alameti. Demek ki sen dünyayı  hani rablık iddiasındasın ya Allahlık ulûhiyet davasındasın getir bakalım. Yani güneşi garptan doğur demek kıyameti getir. Dünyayı harab et. Onun alameti olarak da güneşi garptan doğur,  demektir. Elbette   فَبُهِتَ الَّذ۪ى كَفَرَۜ   Bu hüccete karşı Allah Nemrut’un adın söylemiyor Kur’an’da, Firavun’un adı çok geçer. Nemrut demek ki kâfirlikte daha ileri فَبُهِتَ الَّذ۪ى كَفَرَۜ   diyor. Nemrut bu hüccete karşı cevap veremedi. Dünyayı harap edip yahut o harabın numunesi olarak, belirtisi olarak güneşi garptan getiremeyeceğini anlayınca فَبُهِتَ الَّذ۪ى كَفَرَۜ    kâfir mebhut kaldı. Yani benim ona gücüm yetmez dedi.

 -: O delilin en parlak ve en geniş dairesini göstermektir. Yoksa bir kısım ehl-i tefsirin dedikleri gibi, hafî delili bırakıp, zahir delile çıkmak değildir.} öyle de: Mevtleriyle, zevalleriyle o hayatın bekasına, sermediyetine delalet eder ve şehadet ederler. Çünkü mevcudat zevale gittikten sonra, arkalarında yine kendileri gibi hayata mazhar olup yerlerine geldiklerinden gösteriyor ki; daimî bir zîhayat var ki, mütemadiyen cilve-i hayatı tazelendiriyor. Nasıl ki Güneş’e karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle; yüksek daimî bir Güneş’in devamına delalet ederler. Öyle de, şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ı Bâki’nin beka ve devamına şehadet ederler.

Hulusi Bey: Yani Cenab-ı Hakk’ın hayatı bakidir. Zail değildir, fani değildir. Ne güzel temsil getiriyor herkesin hatırında kalabilir. Güneşli bir havada, akan bir suyun üzerinde, kabarcıklar ve kabarcıkların üzerinde parlaklıklar görünüyor. Birbiri arkasından bu parlamalar sönmeler devam edip gidiyor. Demek ki daimi bir güneş var. Onun ışığı altında bu parlamalar oluyor. Eğer daimi güneş olmasa bu parlamalar olmayacak. Su aktığı zaman mutlaka bir kabarcık olur. Fakat bir de kabarmakla değil bir de parlaması var. Hâlbuki donuk rengi vardır, kabarığın. Ona bir aydınlık verecek bir parlaklık verecek bir ziya lazım. Ziya da güneştir. Bu zahiri bir delildir. Mademki bu âlemde mevcudat kuvvetli akan bir sel gibi ezelden gelmiş ebede doğru gidiyor. Onların vücuda gelmeleri, yani bir kabarığın zuhura gelmesi suyun akmasına bakarوَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّۜ   demek bir hayat, hayatın alametidir o suyun akması. O hayattaki parlaklık bir güneşin devamıdır. Suyun akması hayatın alametidir, kabarcıkların üzerindeki parlaklık daimi bir güneşin ziyası altında olduğunun delilidir. Şu halde demek ki Cenab-ı Hak hayatı ebedi bir hayat sahibidir. Evet, O’nun ziyası, uluhiyyeti, rububiyyeti de evet, o daimi güneş gibidir. O güneş altında kabarcıklar parlar, fakat hiçbirisi durmaz o akıntıya tabi olarak giderler. Şimdi bütün mevcudat, bütün var edilenlerin hepsinin, ezelden gelip ebede gittiğini öyle bir nehir gibi akar bir vaziyettedir. İnsan, hayvan hadi insanlar dedik, arkasından hayvanların her çeşidi böyle ezelden gelmiş ebede doğru giden büyük bir nehrin üzerinde cereyan ediyor. Bu cereyanı gözümüzle görüyoruz ki dünyaya gelenler durmuyorlar gidiyorlar. Kimisi denizde ölüyor, kimisi şurada burada ölüyor. Orta yerde vücutları kesiliyor. Var olanlar yok oluyorlar. Nereye gidiyorlar? Demek ki Halık-ı Rahim’in bir memleketinden başka bir memleketine bir göç var, bir akıntı var. Daire-i ilimden daire-i kudrete geçiyorlar. Onları bu hayatta var eden Vacid-ül Vücud öbür tarafta da kudretiyle tekrar o dağılmış çürümüş orta yerden kaybolmuş, hiç görünme görülmesine imkân olmayacak hale gelmiş, bilinmeyecek vaziyete gelmişleri de Cenab-ı Hak ne yapacak? Onları da diriltecek, var edecek. Her halde onları bir daha bilhassa şu, zişuur, şuurlu, akıllı idrakli olan insanlara orda da tasdik ettirecek ki dünyada gördüğümüz her şeyin numunesi burada daha hakiki bir surette var. Ebedi hayatta her şeyi ebedi olarak gösterecek. Buradaki bağ, buradaki dağ, orda öbür tarafta da dağlar var, öbür tarafta da bağlar var. Buradakiler fani damgasını taşıyorlar öbür taraftakiler Baki’nin mülkünde baki olarak duruyorlar. Buradaki dağlar tesirat-ı hariciye ile akıyorlar, gidiyorlar. Tepeler zamanla kayıp oluyor, evvela kayaları çıkıyor ondan sonra onlar da dağılıp gidiyor, yerle bir oluyorlar. Fakat öbür taraftaki dağlar ihtişamı ile kendini gösterecek. Acaba buradaki dağa benzer orada da dağ olacak mı? Var var. Fakat buradaki fanidir, oradaki bakidir. Demek ki Baki-i Zülcelalin böyle bir memleketi var ki oradaki yaşayanlar daima hayatlarını muhafaza edecekler. Ağaç da mı? Hayvan da mı? Evet. Her şey orda hayatlı olarak kalacak. Hayvanların hepsi mi? Hayvanların numune olarak bazıları ebedi bir hayatta cennet hayatını yaşayacaklar. Cismani hayatı onlar görecekler cennet hayatını. Fakat ruhları diğer hayvanların ruhları bakidir, bir ceset ve ruh ile var, bir de yalnız ruh var. Cesetli bir hayvan cennet hayatından aldığı lezzeti, cesedi toprak olmuş hayvan o mümessilinin cennetten aldığı lezzetin zevkini ruhen hissedecek, manen hissedecek. Ruhları bakidir. Niye böyle yapmış? Orda ihtiyaç yok. Orda ihtiyaç yok. İbretse burada, nimetse burada, zahmetse burada, mesai de burada fakat orada yalnız kazancın mahsulünü almak var. Cenab-ı Hakk’ın yalnız orda lütfu, kahrı yok orada, yalnız lütfu tecellide. Bütün geçmişlerimiz dirilmiş, hepsi inşâallah mes’ud hayata nail olmuşlar, o vaziyette görünecek. İşte onun endişesi bizi durdurmalı. Bizi oradaki hayatımızı ebedileştirmek çaresi, Cenab-ı Hakk’ın rızasını elde etmektir. İşte temenni ediyoruz ki Rabbimiz bizi yalnız lafıyla bırakmasın, rızasını hakkıyla gözeten kullarından eylesin. Âmin. Rızasına mazhar etsin. Âmin. Orada o ebedi hayatın bütün lezaizinden istifadeyi bizlere versin. Âmin.

-:         Evet, şu mevcudat âyinelerdir. Fakat zulmet nura âyine olduğu gibi, hem karanlık ne derece şiddetli ise o derece nurun parlamasını gösterdiği gibi,

Hulusi Bey: Bu sözün üzerinde duralım. Mevcudat ayinelerdir diyor, neyi gördün? Dağı mı gördün? Bu dağ, kendi kendine olmamıştır. Yani bir Müslüman bir mü’min diyecek ki bu dağ Halikımın şu fani dünyada, ebedi hayattaki dağlara benzeyen bir dağı yapmasıdır. Ebedi hayatta bir dağ var fakat bu fani hayatta da bunu ona bir numune olarak yapmıştır. Kendi kendine olmamıştır. Kendi kendine olmamıştır. Yapan var. Evet, bir şeyi gördüğümüz zaman her halde bunun sahibini araştıracağız. Fakat sahibini bulmak zor olursa, bulamazsak benimdir diyen de çıkmazsa, kimindir diyeceğiz? Şu mülkün tamamının bir sahibi var mı yok mu? Var. İşte biz ona Allah diyoruz. Onun için dün akşamki tavsiyemizi unutmayın. Yani o on bir kelime ki o kelimelerin içerisinde

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ

Bu kelimelerin birinci makamında, Yirminci Mektubun birinci makamında kısaca, bu kelimelere işaretler edildi. Kabil olduğu zaman, elinde yazısı olan, bu birinci makam kısadır yazabilir.

PDF Dosyasını İndirmek İçin Tıklayınız!

 

Bir önceki yazımız olan 87) YİRMİNCİ MEKTUB 6. VE 7. KELİMELER DERS-1 başlıklı makalemizde 20.mektub 6.7.kelime hakkında bilgiler verilmektedir.